NAMAZ
KİTABÜ'S-SALÂT (NAMAZ BÖLÜMÜ)
DEVAMI 1

Rahmân ve Rahîm olan Allâh’u Teâlâ’nın Adıyla…

Hamd, Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Rasûlü’dür…

Bundan sonra:

Namazda Setr-i Avret 
167  (Namazda vücûdun örtülmesi gereken, görünmesi haram olan, utanılacak yerlerin örtünmesine “setr-i avret” denir. )

Namazın şartlarından ikincisi de avret yerlerini kapalı tutmaktır. Şârîin namazda kapatılmasını emrettiği avret mahallerinin açık olması hâlinde kılınan namaz safaîh olmaz. Ancak bir kişi, avret yerini kapatacak bir örtü bulamazsa, avret yerleri açık olarak kılmış olduğu namaz sahîh olur. 
Mâlikîler: Avret yerlerini kapatmanın şart olması hususunda, kişinin bu şartı hatırlamasını da ek bir şart olarak ileri sürmüşlerdir. Sözgelimi unutarak avret yerleri açık bir şekilde namaz kılan kişinin namazı sahih olur.
Avret yerinin ölçüsü erkeğe, hür kadına ve cariyeye göre değişir Bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Erkeğin namazdaki avret ölçüsü, göbekle diz arasıdır. Yine bu mezhebe göre göbek, avret mahallinden sayılmamakta, diz ise avret mahalline dâhil edilmektedir. Cariyeler de bu hususta erkekler gibidirler. Ancak bunların fazla olarak karınlarının tümü ve sırtları da avret mahalline dâhildir. Yan taraflarına gelince bunların karın etrafında olan kısımları karından; sırt etrafında olan kısımları sırttan sayılır. Hür kadının avret mahallinin ölçüsü, kulaklarının üstünden, aşağı inen saçları da dahil olmak üzere bütün bedenidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.): 

“Kadın avrettir.” 168 (Tirmîzî, Rada’; Bâb: 18.)

buyurmuşlardır. Yalnız kadının avuç içleri avret sayılmaz. Ellerinin sırtı da avret sayılır. Ayaklarının dış yüzü avretten sayılmamakta, tabanıysa avretten sayılmaktadır. 
Şafiiler dediler ki: Erkeğin ve cariyenin avret mahallerinin ölçüsü dizle göbek arasıdır. Dizler, avret mahallinden saymamaktadırlar. Ancak araları avretten sayılır. Yine de dizlere yakın kısımların iyice örtülebilmesi için, dizlerin de örtülmesi gerekir. Hür kadının avret mahallinin ölçüsü, kulakların üstünden aşağıya inen saçlar da dâhil olmak üzere, bütün bedenidir. Yalnız yüz ve avuç içleriyle dışları bundan istisna edilmişlerdir. 
Hanbelîler dediler ki: Avret ölçüsü erkek için olsun, câriye veya hür kadın için olsun, tıpkı Şâfiîlerin dediği gibidir. Ancak bunlar, hür kadının sadece yüzünü avret mahallinden istisna etmişlerdir. Kadının yüzünden başka bütün tarafları avret sayılmaktadır. 
Malikiler dediler ki: Kadın ve erkek için namazla ilgili olarak avret yeri ölçüsü, muğalleze ve muhaffefe olmak üzere iki kısma ayrılır. Bunların da her birinin kendine göre hükmü vardır. Erkeğin muğalleze avreti; penis, testisler, mak'ad deliğinin halkası olan kısımlardır. Bunların dışında olan göbekle diz arası kısımlar ve bu kısma arka taraftan denk düşen kısımlar muhaffefe avret mahallidirler. Hür kadının göğsüyle, göğsünün etrafı ve arka taraftan bu kısma denk gelen kısımlar dışında bulunan kısımlar, muğalleze avret mahallidirler. Yine hür kadının göğsü ve arka taraftan göğsüne denk gelen kısım, boyun, baş, dizlerle ayak parmakları arasında bulunan kısım, muhaffefe avret mahallidirler. Hür kadının yüzü, ellerinin içi ve dışı kesinlikle avret mahalli sayılmamaktadır. Cariyenin muhaffefe avret mahalli, erkeğinki gibidir. Yalnız cariyenin uylukları ve bunların arka taraftaki aralıkları erkeğinkinden ayrı olarak muğalleze avret mahallinden sayılmaktadır. Yine cariyenin tenasül organı ve kasığı, muğalleze avret mahallinden sayılmaktadır. Gerek satın alarak, gerek emânet isteyerek ve gerekse emânet olarak verenden -hibe olarak verenden değil- kabul ederek avret mahallini bir örtüyle kapatmaya muktedir olduğu hâlde muğalleze avretinin tümü veya çok az da olsa bir kısmı açık olarak namaz kılan kişinin, eğer bu açıklık hatırındaysa namazı bâtıl olur. Kılmış olduğu bu namazı vakit kalsın veya çıkmış olsun süresiz olarak mutlak surette iade etmesi gerekir. Yine bu durumdaki kişi, muhaffefe avret mahallini açık bırakarak namaz kılmışsa namazı bâtıl olmaz. Her ne kadar muhaffefe de olsa, avret mahallini namazda açması haram veya mekruh ve, bu açık kısma bakmak harâmsa da yine kıldığı namaz bâtıl olmaz. Ancak bu şekilde namaz kılmış olanın, vakit kalmışsa örtünerek yeniden namaz kılması müstehab olur. Meselâ hür kadın, başı veya boynu, omuzu, kolu, memesi, göğsü veya sırt tarafından göğsüne denk gelen kısmı, dizi veya bacaktan ayak parmaklarının ucuna kadar olan kısmı -tabiî ayakların altı muhaffefe avret mahallinden olsa bile yine buna dâhil değildir- açık olarak kılmış ise ve vakit de varsa namazı iade etmesi müstehab olur. Erkeğe gelince bu, eğer kasığı veya uylukları veya oturak (mak'ad) deliğinin etrafındaki kısmı açık olarak namaz kılmışsa ve vakit de varsa namazı iade etmesi müstehab olur. Ama baldırları açık olarak kılmışsa, kasığının üstünden göbeğine kadar olan kısmın tümü veya bir kısmı, arka taraftan da uyluklarının üst kısmı açık olarak namaz kılmışsa namazını iade etmesi gerekmez.
Namazın sıhhat şartı olan setr-i avretin, namaza başlanmasından namazın bitirilmesine kadar muhafaza edilmesi zorunludur.
Hanbeliler dediler ki: Kişinin namazdayken kendi kasdı olmaksızın avret yerlerinden az bir kısmı açılırsa bu açıklık, uzun bir süre devam etse bile namazı bozulmaz. Ama rüzgâr ve benzeri nedenlerden ötürü çok miktarda veya tümü açılır da fazla uğraşmaksızın hemen kapatılırsa namazı bozulmaz. Bu açıklık uzun süre devam ederse namaz bozulur. Fakat namaz kılmakta olan kişi, avret mahallerinden bir kısmım veya çoğunu kasıtlı olarak açarsa açıklık süresi ister uzun, ister kısa sürsün namazı kesinlikle bozulur. 
Hanefiler dediler ki: Namazdayken ön veya arka organlarla bunların çevresi olan muğalleze avret organlarının dörtte biri açılırsa veya ön ve arka organların dışındaki muhaffefe avret yerlerinden bir kısmı açılırsa bu açıklık, kişinin kendi kasdı olmaksızın da olsa, sözgelimi rüzgâr ve benzeri nedenlerden ötürü olursa ve bu açıklık, namazın bir rüknü kadar devam ederse namaz bozulur. Yine kendi eylemiyle avret mahallini açarsa, bu açıklık süresi namazın bir rüknünü edâ edecek kadar bir süreden az olursa yine namazı mutlak olarak bozulur. Namaza başlamadan önce avret mahallinin dörtte biri açık olursa bu durumda namaza girmesi memnu' olur. 
Malikiler dediler ki: Namazdayken muğalleze avretin açılması mutlak olarak namazı bozar. Namaza girerken avret mahalleri kapalı olarak girilir, ancak namaz esnasında bu yerleri kapatan örtü düşerse namaz bozulur. Namazı vakti içinde olsun, dışında olsun muhakkak iade etmek gerekir. Meşhur olan görüş de budur. 
Şafiiler dediler ki: Kişinin namazdayken avret mahalli açılır ve bunu kapatmaya gücü yeter de kapatmazsa namazı bozulur. Ancak rüzgâr esmesi nedeniyle avret mahalli açılır da bunu fazla bir uğraş vermeksizin derhal kapatırsa namazı bozulmaz. Yine aynı şekilde unutarak avret mahallini açar da derhal kapatırsa namazı bozulmaz. Ama rüzgâr esmesi nedeni ile değil de, bir hayvan veya mümeyyiz olmayan bir çocuk tarafından namaz kılmakta olan bir kişinin avret mahalli açılırsa bu durumda namaz bozulur.
Avret yerlerini örten elbise ve benzeri şeylerin kalın olması gerekir. Tenin rengini belirten ince örtüler, avret mahallini kapama hususunda yeterli olmazlar. Bu örtüler ister sadece bakmakla avret yerlerini gösterecek kadar ince olsunlar, isterse kasıtlı olarak bakmakla avret mahallerini gösterecek kadar ince olsunlar aynı hükme tâbi olurlar. Vücuda giyilen elbisenin, vücut hatlarını belli edecek kadar vücûda bitişmiş olması setr-i avrete zarar vermez. Bir kişi avret yerlerini kapatacak bir şeyi asla bulamazsa çıplak olarak namaz kılar. 
Malikiler dediler ki: Namaz kılmakta olan kişinin giydiği elbisenin altındaki tenin ilk bakışta görülmemesi şarttır. Ama elbisenin altındaki tene dikkatlice bakıldıktan sona görmek mümkün oluyorsa bunun namaza bir zararı olmaz. Sadece bu kadar incelikteki bir elbiseyle namaz kılmak mekruhtur. Bu elbiseyle kılınan namazın vakit içinde tekrar kılınması mendub olur. 
Malikiler dediler ki: Avret mahallini yağmur ve rüzgâr nedeniyle olmaksızın, haram veya mekruh bir şekilde gösterecek türden bir elbiseyle kılınan namazın vakit içerisinde yeniden kılınması (iadesi) vâcib olur. Vakit çıktıktan sonra artık iade etmek gerekmez. Elbise rüzgâr esmesi veya yağmur yağması nedeniyle vücûdun avret yerlerinin hatlarını belli edecek olursa, bu durumda kılınan namazda bir mekruhluk söz konusu olmadığı gibi, bu namazı iade etmek de gerekmez.
Kıldığı namaz da sahîh olur. 
Hanefî ve Hanbeliler dediler ki: Vücûdun avret mahallerini örtecek bir elbisenin bulunması mümkün değilse en faziletlisi, kişinin oturarak, rükû ve sücûda gitmeyip işaretle yetinerek, baldırlarını da birbirine yumarak namaz kılması gerekir. Hanefîler, bu durumdaki kişinin örtünme bakımından ayağını kıbleye doğru uzatmasını ek bir tedbir olarak öne sürmüşlerdir.
Domuz derisi gibi, asıl itibariyle necis olan veya kendisine afvedilmeyen bir necasetin bulaştığı bir elbise gibi necislenmiş olan bir örtü bulsa bile bununla örtünmesi caiz olmayıp yine çıplak olarak namaz kılması gerekir. 
Malikiler dediler ki: Asıl itibariyle necis olan veya sonradan necis olan bir örtüyü bulan kişi, bunları giyinerek namazını kılar; daha sonra da bu namazı iade etmesi vacib değildir. Yalnız vakit içinde temiz bir elbise bulursa iade etmesi mendub olur. İpek elbise içinde namaz kılan kişi de bu hükme tâbi olur. 
Hanbeliler dediler ki: Bu durumdaki bir kişi, sonradan başka nedenlerle necis olmuş olan elbiseyi giyinerek namazını kılar. Sonra da bu namazı iade etmesi vâcib olur. Ama asıl itibariyle necis olan bir elbiseyi bulan kişi, bunu giyemez. Namazı çıplak olarak kılar. Ve bu namazı da daha sonra iade etmez.
Sözgelimi ipekten yapılmış bir elbise gibi, (erkek için) kullanılması haram olan bir örtüyü bulan kişi, bunu giyer ve zaruret nedeniyle de bununla birlikte namazını kılar; sonra da namazını iade etmesi gerekmez. Avret mahallinin sadece bir kısmını örten bir elbise veva örtü bulursa bunu, avret mahallinden ne kadarını örtebilecekse o şekilde kullanır. Tabiî bunu yaparken de ön ve arka organlarını kapatma hususuna öncelik vermelidir. Kişi karanlıktaysa ve başka bir örtü de bulamamışsa örtünmesi gerekmez.
Malikiler dediler ki: Bu durumdaki kişinin karanlıkla örtünerek namaz kılması gerekir. Bunlara göre karanlık da, başka örtü bulunmadığı takdirde örtü olarak kabul edilir. Eğer karanlıkla örtünmez de aydınlık bir yerde çıplak olarak namaz kılarsa, namazı sahîh olur. Ama günahkâr da olur. Bu namazı vakit içerisinde iade etmesi mendub olur.
Bir örtü veya elbise bulamayan kişi, vakit çıkmadan önce bunları bulabileceğini ümit ederse, namazını vaktin sonuna dek ertelemesi mendub olur. 
Şâfiîler: Vaktin sonuna dek ertelemesi vâcib olur dediler.
Avret mahallerini üst veya yan taraflardan örtmek şarttır; alt taraftan değil... Sözgelimi kişinin elbisesi üst taraftan veya yandan yarık olursa başkasının veya kendisinin bu aralıklardan avret mahallini görmesi mümkün olduktan sonra; bilfiil bakılıp da görülmese bile namazı bozulur. Ama alt taraftan bakıldığında avret yeri görülecekse bunun namaza zararı olmaz.
Hanefî ve Malikiler dediler ki: Kişinin bu durumda avret yerini kendinden gizlemesi şart değildir. Meselâ yaka kısmından bakarak avret yerini görecek olursa namazı bozulmaz. Yalnız böyle yapmak mekruh olur. 169 (Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 255-259.)

Namaz Dışında Setr-i Avret


Şer'î hitaplarla yükümlü olan bir kişinin, namaz dışında da kendisinin veya bakması helâl olmayan başkalarının görebileceği avret yerlerini kapatması vâcibtir. Ancak tedavi gibi zorunluluklar nedeniyle zaruret miktarı avret yerini açmakta sakınca yoktur. Yine aynı şekilde istincâ yapmak, boy abdesti almak veya def-i hacete gitmek için ıssız yerlerde avret mahallini açmak caizdir. Ancak bunu yaparken de başkalarının görmemesi gerekir.
Malikiler dediler ki: Mükellef kişinin, kimsenin bulunmadığı ıssız bir yerde de olsa ihtiyâç olmaksızın avret yerini açması mekruh olur. Issız yerde avret ölçüsü, ön ve arka organlar, uyluklar ve kasık gibi kısımlardan ibarettir. Bu gibi yerlerdeki kadımn veya erkeğin baldırlarını açmaları ve kadının karnını açması mekruh olmaz. 
Şâfiîler: İhtiyâç olmaksızın kişinin kendi avret yerlerine bakması mekruh olur demişlerdir.
Namaz dışındayken hür kadının avret mahallinin ölçüsü, yanında yabancı kimsenin bulunmadığı ıssız bir yerde veyahut da mahreminin ya da müslüman kadınların bulundukları yerde göbekle diz arasıdır. 
Malikiler dediler ki: Kadının, mahremi olan erkeklerin yanında avret mahalli, yüzü ve etrafı, yani baş, boyun ve ellerle ayaklar dışında kalan tüm vücûdudur. 
Hanbeliler dediler ki: Kadının mahremi olan erkeklerin yanında avret mahalli, bütün vücûdudur. Ancak yüz, boyun, baş, eller, ayaklar ve bacak kısmı bundan istisna edilmiştir. 
Hanbeliler: Müslüman kadınla gayr-ı müslim kadın arasında bir ayırım yapmamışlardır. Şu halde müslüman kadın, gayr-ı müslim kadının yanında vücûdunun her hangi bir yerini açabilir. Yalnız göbekle dizler arasındaki kısmı açması helâl olmaz.
Bunların yanındayken dizle göbek arası dışında kalan kısımları açması helâldir. Ama ıssız bir yerdeyken yabancı bir erkeğin yanında veya müslüman olmayan kadınlar bulunduğu takdirde yüzü ve elleri dışında kalan yerlerinin tümü avret mahalli sayılır. Yüzü ve elleri fitne korkusu olmadığı zamanlarda açık bulundurmakta bir sakınca bulunmadığı gibi, buralara başkalarının bakması da helâldir.
Şafiiler dediler ki: Kadının yüzü ve elleri, yabancı erkeğe nisbetle avret sayılır. Ama kâfir kadına karşı müslüman kadının yüzü ve elleri avret sayılmaz. Müslüman kadının kendi evinde hizmet ederken boyun ve kolları gibi açıkta kalan organları da aynı hükme tâbidir. Avret ölçüsü hususunda kötü ahlâklı kadınlar da gayr-ı müslim kadınlar gibidirler.
Erkeğin namaz dışındaki avret mahallinin ölçüsüne gelince, bu da göbekle diz arasındaki kısımlardır. Buraların dışında kalan yerlere fitne korkusu bulunmadığı zaman bakmakta bir sakınca yoktur.
Mâlîkî ve Şafiiler dediler ki: Namaz dışında erkeğin avret ölçüsü, kendisine bakana göre değişir. Erkeğin kendi mahremlerine ve başka erkeklere karşı avret mahalli, dizleriyle göbek arası olan kısımdır. Yabancı kadına nisbetle ise erkeğin tüm vücûdu avret sayılır. Yalnız Mâlikîler bu durumda erkeğin yüzünü ve yüzünün etrafı denilen baş kısmını, ellerini ve ayaklarını avret yeri saymamışlardır. Bu durumda lezzet alma korkusundan emin olunduğu takdirde yabancı kadının, erkeğin bu taraflarına bakmasında bir sakınca yoktur. Ama lezzet alma korkusu olursa bakması yasaktır. Yalnız Şâfiîler bu hususta Mâlikîlerden ayrılarak; lezzet alma korkusu olsun olmasın yabancı kadının, erkeğin bu kısımlarına bakmasının haram olduğunu söylemişlerdir.
Kadının ve erkeğin avret mahallerine dahil kısımlardan birine bakmak haramdır. Bu kısımlar, erkeğin veya kadının ister vücûduna bitişik olsunlar, isterse vücutlarından koparılmış olsunlar aynı hükümlere tabidirler. Meselâ kadının saçı kesilmiş veya erkeğin kasık kılları traş edilmiş, ya da kadının kolu veya erkeğin baldırı kesilmiş olursa bunlara bakmak yine haramdır.
Hanbelîler: Vücuttan ayrılmış olan avret yerlerine bakmak, ayrılık nedeniyle haramlığın ortadan 
kalkmış olduğu gerekçesiyle caizdir, demişlerdir. 
Malikiler dediler ki: Vücuttan ayrılmış olan avret kapsamındaki organın sahibi hayatta ise bakmak caizdir. Hayatta değilse bakmak haramdır.
Kadının sesi avret sayılmaz. Çünkü Peygamber (s.a.s.) Efendimizin hanımları, sahabelerle konuşurlardı. Sahabeler de dinî hükümleri onlardan dinlerlerdi. Ancak fitne korkusu bulunduğu takdirde kadının sesinin; Kur'an okurken de olsa dinlenilmesi haram olur. Tüysüz çocuğa bakmak da -bakana göre güzel yüzlüyse-, bundan lezzet alma ve gözleri faydalandırma gayesi güdülmekteyse haram olur. Ama lezzet alma kasdı olmaksızın ve fitne korkusu da bulunmazsa tüysüz çocuğa bakmak caizdir. Küçük çocuğun avret mahallinin ölçüsüne gelince, bununla ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Erkek olsun, kadın olsun, ergenlik çağına gelmiş olsun olmasın, küçük çocuğun namazdaki avret mahalli, mükellef kişinin namazdaki avret mahallinden farksızdır. Ama namaz dışına gelince ergenlik çağma ulaşmış   olan erkek veya kızların avret mahalleri yine namaz dışındaki baliğ kimselerin avret mahallerinden farksızdır. Ergenlik çağına yaklaşmamış olan küçük, erkek ise bunun avreti; eğer başkalarının avretim gördüğünde bunu şehvetsiz olarak güzel bir şekilde anlatıp tavsif edebiliyorsa mahremlerin avreti gibidir. Ama başkalarının avretini gördüğünde bunu şehvetli bir şekilde ve güzel olarak anlatıp tavsif edebiliyorsa bunun avreti, baliğ kimselerin avreti gibidir. Başkalarının avretini gördüğünde bunu düzgün bir şekilde anlatamıyorsa bunun avret mahalli yok gibi kabul edilir. Yine de ön ve arka organlarına, kendisini eğitip besleyenden başkasının bakması haram olur. Ergenlik çağına ulaşmamış olan küçük, kız çocuğu ise selim tabiatlı kimselere göre şehvetli hâle gelmişse bunun avret mahallinin ölçüsü, bâliğa kadının avret ölçüsü gibidir. Ama selim tabiatlılara göre şehvetli hâle gelmemişse bunun avreti yok sayılır. Ancak yine de bunu eğitip besleyenden başkasının, tenasül organına ve mak'adına bakması haram olur. 
Malikiler dediler ki: Namaz dışındayken küçük çocuğun avret mahalli, erkeklik ve dişiliğe, bir de yaşa göre değişir. Sekiz yaşındaki veya sekiz yaşından küçük erkek çocuğun avreti yok sayılır. Kadınlar bunların vücudlarının her tarafına sağken bakabilecekleri gibi, öldüklerinde yıkayabilirler de. Dokuz yaşla oniki yaş arasındaki erkek çocukların vücudlarının tümüne bakmak da kadınlar için caizdir. Onüç ve daha yukarı yaşlardaki erkek çocuklara gelince, bunların avreti ergenlik çağındaki erkekler gibidir. İki yıl sekiz aylık oluncaya kadar kız çocuklarının avreti yok sayılır. Üç yaş ile dört yaş arasındaki kız çocuklarının ise, bakma açısından avretleri yok sayılır. Yani bu yaşlardaki çocukların vücudlarının her tarafına bakmak caizdir. Ancak dokunma açısından bunların avret ölçüleri, tıpkı ergenlik çağındaki kadınların avreti gibidir. Yani bir erkek, bu yaştaki bir kız çocuğunu yıkayamaz. Şehvet uyandıracak çağa, meselâ altı yaşına gelmiş bir kız çocuğu da, yetişkin kadın gibidir. Bir erkeğin, altı yaşındaki bir kız çocuğunun avret mahalline bakması caiz olmadığı gibi, onu yıkaması da caiz olmaz. Küçük yaştaki bir erkek çocuğun namazdaki avret ölçüsü, ön ve arka avret organıyla kasık ve uyluklarıdır. Bunların örtülmesi mendub olur. Küçük yaştaki kız çocuğunun avreti ise göbekle diz arasındaki kısımlardır. Velîsinin, namaz kılarken bu kısımlarını örtmesi konusunda emir vermesi vâcibtir. Ayrıca tabiî olarak, namaz kılmasını emretmesi de vâcibtir. Dizlerle göbek arasındaki kısımlar dışındaki yerlere gelince; hür bir kadın için, vücudunun bu bölümlerini örtmesi vâcibtir. Ama altı yaşındaki kız çocuklarının vücudlarının bu kısımlarını kapatması sadece mendubtur.   
Hanefıler dediler ki: Erkek olsun, kız olsun küçüklerin avreti yoktur. Bunu yaş olarak da dört ve daha aşağı yaş çocukları olarak belirlemişlerdir. Bu yaşlardaki çocuklara bakmak ve bunlara dokunmak mubahtır. Ayrıca bunların şehvetli duruma gelmedikleri müddetçe sadece ön ve arka organları avret sayılır. Şehvet sınırına ulaştıklarında avretleri, baliğ kimselerin avreti gibi olur. İster erkek ister kadın olsunlar, ister namazda olsunlar ister namaz dışında olsunlar avret mahalli ölçüsüne riâyet etmeleri gerekir. 
Hanbeliler dediler ki: Yedi yaşına varmayan küçüğün avreti yok sayılır, hükümsüzdür. Böylelerinin vücûduna bakmak ve dokunmak mubahtır. Yedi yaşını aşıp da dokuza merdiven dayayan çocuk erkek 
ise, avret mahalli hem namazda, hem namaz dışında ön ve arka organlarıdır. Eğer kız çocuğu ise namazla ilgili avret mahalli, göbekle diz arasıdır. Namaz dışında da mahremlerine karşı avret mahalli aynıdır. Yabancılara karşı ise yüz, boyun, baş, dirseklere kadar eller, bacak ve ayaklar dışında vücûdunun her tarafı avret mahallidir.
Kendisine bakılması haram olan şeylere, arada bir perde bulunmaksızın şehvetsiz de olsa dokunmak haramdır. 170 (Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 259-262.)

KIBLEYE YÖNELMEK (İSTİKBÂL-İ KIBLE)

Kıble'nin tanımı: Kible, Kabe'nin yönü veya bizzat kendisi demektir. Mekke'de veya Mekke'ye yakın yerde ikâmet eden bir kişinin -şayet mümkünse- kesin olarak bizzat Kabe'ye yönelmesi, kıldığı namazın sahîh olması için şarttır. Ama kesin olarak kıbleye yönelmesi mümkün değilse bu durumda Kabe'nin yapısına yönelme hususunda ictihâd etmesi gerekir. Ancak Mekke'nin içinde ise Kabe yönüne yönelmesi yeterli olmaz. Ayrıca yüksekte ve alçaktaysa Kabe'nin hizasına gelen havaya yönelmesi de yeterli olur. Bir kişi Mekke'de, Kabe'den yüksekte olan bir dağda veya yüksek bir binada namaz kılarken Kabe'nin bizzat yapısına yönelmesi mümkün olmazsa, bu durumda Kabe'nin bitişik hizasında bulunan havaya yönelmesi yeterli olur. Yine aynı şekilde Kabe'den aşağılardaki bir yerde bulunan bir kişinin Kabe'nin alt tarafına gelen bitişik hizasındaki havaya yönelmesi, tıpkı binasına yönelmiş gibi kabul edilir. Mâlikîler dışında üç mezhebin imâmı, bu hususta görüş birliği etmişlerdir. Mâlikîlerin bu konudaki görüşü aşağıda anlatılmıştır.
Malikiler dediler ki: Mekke'de veya Mekke'ye yakın yerde ikâmet eden kişinin, Kabe'nin yapısına yönelmesi vâcibtir. Yönelirken de vücudunun tümü ile Kabe'nin hizasında olması gerekir. Kabe'nin hizasındaki havaya yönelmesi yeterli olmaz. Yalnız bunlar derler ki: Ebû Kubeys Dağı'ndaki bir kişinin Kabe'nin hizasındaki havaya yönelmesi yeterli görüldüğünden orada kıldığı namaz sahîh olur. Bu, zayıf bir görüştür.
Peygamber (s.a.s.)'in bulunduğu Medine'deki bir kişinin, namaz kılarken Mescid-i Nebevî'nin mihrabına yönelmesi vâcibtir. Şu nedenle ki; Mescid-i Nebevî'nin mihrabı bizzat Kabe'ye yöneliktir. Çünkü bu mihrab yapılırken vahye göre yerleştirilmiştir. Bu nedenle de hiç sapma olmaksızın Kabe'nin bizzat yapısının hizasında bulunmaktadır. Mekke'den uzakta olan bir kişiye gelince bunun; Kabe vönüne yönelmesi şarttır. Kâbe'nin bizzat yapısına yönelmesi zorunlu değildir. Aksine bu kişinin, Kabe'nin yapısının sağına veya soluna intikâl etmesi de sahîh olur. Bunun yanısıra Kabe'nin yönünden azıcık bir sapmanın, namaza bir zararı olmaz. Çünkü önemli olan, kişinin yüzünün bir kısmının Kabe yönüne yönelik olmasıdır. Söz gelimi Mısır'da namaz kılan bir kişi, sağa sapmaksızın doğuya yöneldiğinde kıbleye yönelmiş olur. Her ne kadar kıble Mısır'da, sağ tarafa doğru az bir sapma gösterirse de, bu sapmanın namaza bir zararı dokunmaz. Çünkü tam olarak doğuya yönelindiğinde, kişinin yüzü bütünüyle Kabe'den sapmış olmaz. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir kimsenin yüzünün bir kısmının Kabe'ye doğru yönelmiş olması yeterlidir. Şafiîler dışındaki diğer üç mezheb İmamı bu hususta görüş birliği içindedirler. Şafiîlerin bu konudaki görüşleri ise aşağıya alınmıştır.
Şafiîler dediler ki: Kabe'nin yakınında olsun uzağında olsun, namaz kılacak kişinin bizzat Kabe'nin yapısına veya yukarıda da açıkladığımız gibi Kabe'nin bitişik hizasındaki havaya yönelmesi vâcibtir. Kabe'ye yakın olan kişinin Kabe'nin yapısına veya havasına görerek, ya da dokunarak yakın ifade eder bir şekilde yönelmesi vâcibtir. Kabe'den uzakta olan kişinin mûtemed görüşe göre Kabe yönüne değil de bizzat yapısına zanla yönelmesi gerekir. Ayrıca namaz kılan kişi ister ayakta, ister oturmakta olsun göğsü kıbleden azıcık saparsa nanazı bozulur. Buna göre bir kişinin namazdayken göğsü kıbleden saparsa namazı bozulur. Ama sadece yüzü saparsa bozulmaz. Zorunluluk nedeniyle uzanarak namaz kılmakta plan kişinin göğsü veya yüzü kıbleden saparsa namazı bozulur. Sırtüstü namaz kılmakta olan kişinin ayak tabanları kıbleden saparsa namazı yine bozulur.
Hatîm ile şadırvan Kabe'den sayılmazlar. Hatîm ile şadırvan, Mekke'lilerce bilinmektedir. Ki hac bölümünde bunları inşâallah açıklayacağız. Mekke'de bulunan bir kişi, hatîm'e veya şadırvana yönelirse bu durumda kıldığı namaz, Hanbelîler dışındaki üç mezheb İmamına göre sahîh olmaz. Hanbelîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanbeliler dediler ki: Şadırvan veya Hatimden altı zira' ile bir zira'ın az bir kısmından fazlası Kabe'den sayılır. Bu kısmın bir tarafına yönelerek namaz kılanın namazı sahîh olur. 171 (Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 262-264.) 

Kıbleye Yönelmenin Şart Oluşunun Delili

Kıbleye yönelmenin, namazın sıhhat şartlarından biri olduğu Kitab, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Kitaptaki delilimiz şudur: 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Biz senin yüzünü çok defa göğe doğru sağa sola çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.” 172  (Bakara: 2/144.) 

Sünnetteki delîle gelince; bu konuda birçok hadîs-i şerîf mevcut olup bunlardan bir-iki tanesini sunmakla yetineceğiz: Abdullah bin Ömer'den rivayet: “Günlerden bir gün müslümanlar, Küba'da sabah namazını kılmaktaydılar. Adamın biri cemâate gelerek dedi ki: 

“Dün gece Rasûlullah (s.a.s.) a vahiy gelerek Kabe'ye yönelmesi emredildi. Siz de Kabe'ye yönelin.” Şam'a yönelik olarak namaz kılmakta olan cemâat, hemen Kabe'ye yöneldi.” 173 (Nesâi, Salât, 24.)
 
Enes bin Mâlik (r.a.) den rivayet: “Rasûlullah (s.a.s.), Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kılardı. “Biz senin yüzünü çok defa göğe doğru sağa sola çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir” 174  (Bakara: 2/144.) 

âyet-i kerîmesi nazil oldu. Bunu duyan adamın biri, Seleme oğulları mahallesi'ne gitti. Onlar da sabah namazının henüz bir rekâtını kılmışlardı. Ki haber getiren adam, kendilerine şöyle seslendi:

 “Haberiniz olsun yön değiştirildi.” Bunu duyanlar, namazda oldukları gibi Kabe'ye yöneldiler.” 175 (Müslim, Mesâcid, 15.) 

Müslümanlar, kıbleye yönelmenin, namazın sıhhat şartlarından biri ' îduğu hususunda icmâ etmişlerdir. 176 (Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 264-265.)

Kıblenin Ne İle Bilineceği Bahsi

Kıble, mezheblere göre değişik hususlarla bilinir. Bunları çizginin alt tarafında derli toplu bir şekilde anlatmış bulunmaktayız.. Böylece dağılmaksızın hıfzedilmeleri mümkün olacaktır. Ayrıca bunları anlatırken de ittifaklı ve ihtilaflı olanlarını belirleyeceğiz.
Hanefiler dediler ki: Kıbleyi bilmeyip de bilip öğrenmek isteyen kişi, ya bir şehirde veya bir köyde bulunur. Veyahut da sahrada veya müslümanlarla meskûn olmayan yerlerde bulunur. Bu iki durumda da kişiyi ilgilendiren bazı hükümler mevcuttur. Eğer bu kişi, müslümanların yaşamakta oldukları bir şehirdeyse ve kıbleyi de bilmiyorsa kendisiyle ilgili üç durum sözkonusu olur: 
1. Bu şehirde sahabe veya tabiîlerin yapmış oldukları mihrabh eski mescidlerin bulunması. Şam'daki Emevî Camii, Mısır'daki Amr İbn el-Âs Camii gibi. Bu durumda kıbleyi bilmeyen kişinin sözünü ettiğimiz bu tarihî camilerin mihrablanna yönelmesi gerekir. Bu gibi mescitler olduktan sonra ayrıca kıbleyi araştırmak sahîh olmaz. Arasa da kendi kafasına göre kıbleden başka tarafa yönelerek namaz kılacak olursa, kıldığı namazı sahîh olmaz. Ancak Şâfîîler bu hükme muhalefet ederek bu gibi tarihî camilerin olmasına rağmen kıbleyi bilmeyen kişi, kutub yıldızı ve benzeri şeylerle kıbleyi arayabilir, demişlerdir. Bu görüşte Mâlikîlerle uyum sağlamışlardır. Sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları eski camilerdeki mihrablar gibi, bu mihrablara bakılarak aynı yönde yapılan mihrablarla da kişi, kıbleyi araştırmada kendine mesned bulabilir. 
2. Sahabe ve tabiîler devrinde yapılan mihrabların bulunmadığı bir yerde bulunulduğu takdirde kıbleyi öğrenmek için sormak gerekir. Sorina-nın da üç şartı vardır: 
a. Kıbleyi öğrenmek isteyen kişinin, seslendiğinde sesini duyabilecek kadar yakınında bir kimsenin bulunması hâlinde, bu kişiden sorması normaldir. Kıbleyi sormak için ayrıca adam aramaya gerek yoktur. 
b. Kıbleyi sorduğu kişinin, kıbleyi bilen birisi olması gerekir. Çünkü kıbleyi bilmeyenden bu konuda soru sormanın bir faydası olmaz. 
c. Sorduğu kimse, şahitliği kabul edilen kimselerden olmalıdır. Kâfirden, fâsıktan ve çocuktan, şahitlikleri kabul edilmediği için soru sormak doğru olmaz. Yine bu kimseler, sorulmaksızın kendiliklerinden haber verecek olurlarsa kıbleyi öğrenmek isteyen kişi, bunların doğru söylediklerine galip bir zanla kanaat getirecek olursa vermiş oldukları bilgi muteber sayılır. Kıble hususunda âdil bir tek kişiden sormak yeterli olur. Sormak için de adam bulunduğu takdirde sorulur. Bulunmadığı takdirde ayrıca adam aramak caiz değildir. 
3. Kıbleyi bilmeyen ve fakat öğrenmek isteyen kişinin araştırması gerekir. Şöyle ki: Hangi tarafın kıble olduğuna kesin zanla kanaat getirirse oraya yönelerek namaz kılar. Galip zanla kanaat getirdikten sonra hangi tarafa yönelerek namaz kılmış olursa olsun kıldığı namaz sahih olur. Buraya kadar anlattıklarımız, kişinin bir şehirde veya köyde olmasıyla ilgiliydi. Ama kişi sahrada veya gayr-ı müslimlerin meskûn olduğu bir yerde bulunursa bu durumda astronomi bilgisi varsa, bu bilgisine dayanarak, veyahut da güneşe veya aya bakarak kıbleyi tesbit etmelidir. Bunlarla da tesbit edemezse, kıbleyi bilen birine rastlarsa ondan sorması gerekir. Ancak sorup da cevab alamazsa kendi bilgi kapasitesiyle kıbleyi tesbit etmeye çalışır. Aklına göre kıble olduğuna karar verdiği yöne yönelerek namaz kılar. Önce kendisinden sorup da cevap alamadığı kişi, yanlış yöne doğru namaz kıldığını söylerse namazını iade etmesine gerek kalmaz. 
Malikiler dediler ki: Namaz kılacak olan kişi, kıbleyi bilmediği bir yerde bulunur ve bu yerde de eskiden yapılmış mihrablı bir mescid olursa bu mihraba yönelerek namaz kılması vâcib olur. Eskiden yapılma mihrablar şunlardır: 
1. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin Mescid-i Nebevî'sindeki mihrab. 
2. Şam'daki Emevî Câmii'nin mihrabı. 
3. Mısır'daki Amr İbn el-Âs Câmii'nin mihrabı. 
4. Kayrevân Mescidi'nin mihrabı. Bir kişi kendi kafasına göre kıbleyi tesbit eder de tesbit etmiş olduğu yön, bu mihrablardan başka taraflara yönelik olursa kıldığı namaz bâtıl olur. Ama bir kişi bu mihrabların bulunmadığı başka şehirlerde bulunur da buralarda bilgili kimselerin yerleştirmiş oldukları mihrablar bulunursa, araştırma yeteneği olan kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları caizdir, vâcib değildir. Araştırma yeteneği olmayan kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcibtir. Köy mescidlerindeki mihrablara gelince, araştırma yeteneği olan kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları caiz olmaz. Aksine namaz kılmadan önce durumu tesbit etmesi gerekir. Araştırma yeteneği olmayan kimselerin taklid edecekleri bir müctehid bulunmadığı takdirde şu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcib olur: 
1. Yukarıda saydığımız dört yerdeki mihrablı mescitler. Kişinin bu mihrablardan başka tarafa yönelerek namaz kılması caiz olmaz. 
2. Sağlam kurallara ve doğru yöne dayalı olarak yapılan şehir mescidlerindeki mihrablar. Araştırıp inceleme yeteneğine sahib olan kişilerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcib değildir. Aksine bunlara yönelmeyi bırakıp kendi bilgilerine göre araştırmaları gerekir. Bunun yanında sözkonusu mihraba da yönelerek namaz kılmak caizdir. 
3. Köy mescidlerinde bulunan mihrablar. Araştırma yeteneğine sâhıb kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları caiz olmaz. Bunların dışındaki kimselerin bu mihrablara yönelerek namaz kılmaları vâcibtir. Bu anlattıklarımız, mihrabh yerlerde bulunan kimseleri ilgilendirmektedir. Eğer bir kişi, mihrablı olmayan bir yerdeyse ve kıble yönünü araştırması da mümkün ise, araştırması vâcib olur. Kıble alâmetlerini bulmadığı takdirde başkasına sorabilir. Sorduğu kişinin, kadın veya köle de olsa kıblenin delillerini bilmesi, adalet sahibi ve mükellef biri olması gerekir. Ki bu da araştırma ve ictihad yeteneğine sahib olan kimselerle ilgilidir. Eğer kişi, araştırma ve ictihad yeteneğinden yoksunsa; mükellef, âdil ve kıbleyi bilen bir kişiye sorması vâcib olur. Soracak birini bulamadığı takdirde kendi tercih edeceği bir tarafa yönelerek namazım kılar ve kıldığı namaz da sahih olur. İşte böylece Mâlikîlerin, eskiden yapılma mihrablara yönelmenin zorunluluğu hususunda Hanefîlerle görüş birliği yaptıkları anlaşılmış olmaktadır. Ancak Mâlikîler, eskiden yapılma mihrabları dört tane olarak belirlemişlerdir. Hanefîlerse, sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları tüm mihrablar, kıbleyle ilgili delillerin hepsinden önce gelir demişlerdir. Mâlikîlerle Hanefîler, kıbleyi sorup araştırma hususunda görüş birliği edememişlerdir. Hanefîler, kişi, mihrabların bulunmadığı bir mıntıkada ise önce soru sorması gerekir; eğer kıbleyi soracak birini bulamazsa araştırması icâbeder, demektedirler. Mâlikîlerse araştırma yeteneğine sâhib olan kişinin kendi araştırmasını yapması ve kıble alâmetleri bulunmadığı takdirde başkalarına kıbleyi sorması gerekir demişlerdir. 
Şafiiler dediler ki: Kıblenin mertebeleri dörttür: 
1. Kişinin kendiliğinden kıbleyi bilmesidir. Bir kişi, kıbleyi kendiliğinden bilme imkânına sahib ise bu durumda kıbleyi kendi imkânlarıyla bilip öğrenmesi ve başkalarına da sormaması gerekir. Meselâ mescidin içindeki bir âmâ, mescidin duvarına dokunup el yordamıyla kıbleyi öğrenmek imkânına sahipse başkalarına sormadan kıbleyi tespit etmesi gerekir. 
2. Kıble yönünü bilmeyen kişi, kıbleyi bilen güvenilir bir kimseye sormalıdır. Soruyu cevablandıran kişinin, kıble yönünü iyice bilmesi gerekir. Tabiî kişi, kendiliğinden kıbleyi bilip öğrenme imkânına sahib değilse güvendiği kimselerden bunu sorması normaldir. Aksi takdirde soramaz. Pusula ve benzeri âletler, kıbleyi tesbit etme bakımından güvenilir kimseler hük-mündedirler. Kutub yıldızı, güneş, ay ve müslümanlarm yaşadığı büyük şehirlerdeki mihrablar da güvenilir kimseler hükmündedirler. Müslümanlarm yaşadıkları küçük şehirlerdeki mihrablar, eğer müslümanlarm yönelerek namaz kıldıkları mihrablarsa bunlar da güvjenilir kimseler hükmüne tâbi olurlar. Özetleyecek olursak kıbleyle ilgili ikinci mertebe; güvenilir kimselerden soru sorulmasını, pusulaya, kutup yıldızına veya mihraba baş vurulması hususunu kapsamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu mihrablar da ister sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları eskiden kalma mihrablar olsun veya çoktan beri kendisine güvenilerek namaz kılınan mihrablar olsun aynı hükme tabidirler.
Ama halkın bazı yol kenarlarında veya mezralarda kullanmakta oldukları küçük namazgahlar daki mihrablar da muteber sayılmazlar. 
3. İctihad etmek. Kişi, güvenilir birini bulup da soramadığı, veya kıbleyi tesbit edecek bir araç bulamadığı veyahut da büyük ya da küçük bir mescidde mihrab bulamadığı takdirde ictihad ederek kendi bilgisine göre kıbleyi tesbit etmesi gerekir. Meselâ öğle namazını kılarken kendi bilgisiyle ictihad edip kıble diye bir tarafa yönelecek olursa; sonra ikindi vakti olduğunda öğleyin yaptığı içtihadı unutursa yemden ictihad ederek kıbleyi tesbit etmesi gerekir. 
4. İctihad eden birini taklid etmek. Yani bir kişi, güvenilir bir kimseden sorarak veya bir mihrabı bularak veya başka bir şeyle kıbleyi tesbit edemezse, kıbleyi öğrenme hususunda, ictihad eden birini taklid edebilir. Onun yöneldiği tarafa yönelerek onun gibi namaz kılabilir. Bu anlattıklarımızla Şâfîîlerin, sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrablar hususunda Mâlikî ve Hanefîlere muhalefet ettiklerini öğrenmiş olmaktayız. Çünkü Mâlikîler, sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrabların bir kısmının mevcud olması hâlinde, kıbleyi tesbit etmek için başka vâsıtalara baş vurulmasını caiz görmemişlerdir. Hanefîlerse sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrabların tümünün mevcud olması hâlinde kıble tesbiti için başka vâsıtalara baş vurulmasını caiz görmemişlerdir. 
Şâfiîlere gelince bunlar demişlerdir ki: Sahabe ve tabiîlerin yapmış oldukları mescidlerdeki mihrablar, kıbleyi tesbit hususunda baş vurulan pusula ve kutub yıldızı gibi diğer vâsıtalardan farksızdırlar. Yalnız Şâfiîler, tertib hususunda Hanefîlere muvafakat etmişlerdir. Bunlar derler ki: Bir kişinin, kıbleyi bilmediği takdirde sorması, soracak birini bulamadığı takdirde kendi bilgisiyle ictihad etmesi gerekir. Ancak Şâfiîler, “îctihad yapanı taklid etmek” diye, Hanefîlere nisbetle bir yöntem daha eklemişlerdir.
Hanbeliler dediler ki: Kişi, kıbleyi bilmez fakat müslümanlarm yapmış oldukları, kıbleye delâlet eden bir mihrabın bulunduğu şehirdeyse, bunu da müslümanlarm yaptığını biliyorsa, sonra namaz kılarken buraya yönelmesi vâcib olur. Her ne halde olursa olsun bu mihrabtan başka tarafa yönelmesi caiz olmaz. Ancak azıcık olmak kaydıyla bu mihrabtan başka tarafa sapması caiz olur. Harap bir şehirde, meselâ tarihî eser kalıntısı durumuna gelmiş bir yerdeki bir mihraba rastlarsa bu mihraba yönelmesi caiz olmaz. Ancak bunun müslümanlarca yapılan bir mescidin içinde olduğu tahakkuk ederse buna doğru namaz kılması caiz olur. Bir kişi, yönelmek için bir mihrab bulamazsa kapıları çalarak da olsa, kendisine soracak birini araştırarak da olsa kıbleyi sorması gerekir. Sorarken de ancak erkek veya kadın, ya da köle olsun, âdil kimselere güvenmelidir. Ayrıca kıble konusunda kendisine bilgi veren kişinin kıbleye ilişkin yakîni bilgi sahibi olması hâlinde verdiği habere göre hareket etmesi vâcib olur. Bundan sonra kendi başına karar vermesi caiz olmaz. Kıble hakkında kendisine bilgi veren kişi, kıblenin delillerini zan ile de bilirse, kendisine soru soran kişinin yine ona uyması zorunlu olur. Ancak vakit, kendisinin araştırmasına yetecek kadar geniş değilse... Eğer geniş olursa bu hususta bilgi edinip kendi içtihadına göre hareket etmesi vâcib olur. Bir kişi sefer hâlinde olur da kıbleyi soracağı birini bulamazsa, kendisi de kıblenin delilerine ilişkin bilgi sahibi ise bu delillere dayanarak araştırması, sonuçta da kendi bilgisiyle ictihad etmesi gerekir. İctihad eder de, kendi gâlib zannıyla bir yöne kıble diye yönelip namaz kılacak olursa namazı sahîh olur. Kendi gâlib zannıyla kıble olduğuna karar verdiği bir yönü bırakıp da başka tarafa yönelecek olursa kıldığı namaz sahîh olmaz. Bilâhare bu yönün kıble olduğu anlaşılsa bile yine namazı sahîh olmaz. Bu yüce anlamların müslümanlar nazarında her ne hususta olursa olsun içtihadın değerini ifade ettiği görülmektedir. Bir kişinin gözünde perde bulunur da ictihad etme gücünden yoksun olursa, veya başka nedenlerden ötürü kıblenin yönünü tesbit etmekten âciz kalırsa kendi tercih ettiği bir tarafa yönelerek namazı kılar. Daha sonra namazını iade etmesine de gerek kalmaz. Bu anlattıklarımızla kıbleyi bilmeyen kişinin, şayet varsa mihrablara yönelmesi gerektiği anlaşılmış olmaktadır. Bu kişi eğer mihrab bulamazsa, kıbleyi bilen birine sorması vâcib olur. Böyle birini bulamazsa kendisi içtihada muktedirse ictihad etmesi, değilse müctehid birini taklid etmesi gerekir. Müctehid birini de bulamadığı takdirde kendi imkânlarına göre belli bir yön tesbit edib o yöne doğru namaz kılar. Kıbleyi bilmeyen kişi, araştırma işinde bu tertibe uymazsa namazı bâtıl olur. Bilâhare namazını iade etmesi gerekir. Namaz kıldığı tarafın kıble olduğu anlaşılsa bile kendisine farz olan tertibe uymadığı için namazını iade etmesi gerekir.
Buraya kadar kıble tesbitiyle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşlerini aktarmış olduk. Bu vesileyle kıble delillerinin mezheb İmamlarına göre şu noktalarda toparlandığını öğrenmiş olmaktayız: 
1. Daha önce tafsilâtlı olarak anlattığımız şekildeki mescidlerde bulunan mihrablar. 
2. Mihrabların bulunmaması durumunda kıbleyle ilgili olarak âdil kimselerin verdikleri haberler. 
3. Âdil kimselerin bulunmaması hâlinde araştırıp ictihad etmek. Bazı kimseleri araştırıp ictihad etme hususunun, âdil kimselerin haberinden önceye alınması gerektiğini söylemişlerdir. Kıbleyle ilgili bazı hususlar daha vardır ki onları da şöylece sıralayabiliriz: 
1. Kıble hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih edemeyen kişinin hükmü nedir? 
2. Kıble tesbiti araştırması yapıp da bu araştırma sonucu belli bir tarafa yönelerek namaz kılan kişi, namazdayken veya namazdan sonra yaptığı tesbitte yakînen veya zannen hata yaptığını anlarsa hüküm ne olacaktır? Bu kişi namazda olursa ne gibi bir hükme, namazını bitirmişse ne gibi bir hükme tâbi olacaktır? 
3. Yapabileceği halde kıble tesbiti için ictihad etmeyen ve böylece namaz kılan kişinin hükmü nedir? Şimdi bu soruları cevaplandırmaya çalışalım: 
1. Kıble tesbiti hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih edemeyen kişi, kendi gücünü sarfederek elinden geleni yapmıştır. Bu durumdaki kişi, hangi tarafa yönelirse yönelsin kıldığı namaz sahîh olur. Üç mezheb İmamının ittifâkına göre namazını iade etmesi de gerekmez. Ancak Şâfiîler bu hükme muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır. Onların bu hükümle ilgili görüşleri aşağıya alınmıştır.
Şafiiler dediler ki: Kıble tesbiti hususunda araştırma yapıp da bir yönü diğerine tercih edemeyen kişi, üç mezheb İmamının da dedikleri gibi, dilediği tarafa yönelerek namaz kılabilir. Ancak bu kişinin, namazını bilâhare iade etmesi gerekir.
2. Araştırma yapıp belli bir yöne doğru namaz kılan kimse, bilâhare namaz esnâsındayken tesbitte hata ettiği yakînen veya zannen anlaşılırsa namazdayken kesin olarak veya zannederek kanaat getirdiği tarafa kıble diye yönelir. Namazını bu tarafa yönelmiş olarak tamamlar. Meselâ bir kişi, öğle namazının bir rek'atini önceki içtihadına göre kılar da namazdayken birinci rek'atten sonra hata ettiğini anlarsa kıble olduğuna karar verdiği tarafa yönelir. Namazını da bu şekilde tamamlar. Hanefî ve Hanbelîler bu görüştedir. Şafiî ve Mâlikîlerse bunlara muhalefet etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Kıble tesbiti araştırması yapıp belli bir tarafa yönelerek namaz kılan kişinin namazdayken tesbitte hata ettiği açığa çıkarsa, iki şartla namazı kesmesi gerekir: 
a. Eğer gözleri görüyorsa keser. Âmâ kişi bu durumda namazı kesmeyip devam eder. Yalnız kıble olduğu anlaşılan tarafa dönerek namazım kılmaya devam eder. Bunu yapmadığı takdirde diğer mezheblere göre de namazı bozulur. Mezheblerin âmâ hakkında ittifakı, gözü gören kimse hakkında ise ihtilâfı vardır. 
b. Namaz kılan kişi âmâ olsun, gözleri gören olsun, kıbleden az miktarda sapacak olursa namazı bozulmaz. Yalnız namazdayken hemen kıbleye dönmesi gerekir. Bunu yapmadığı takdirde namazı sahîh olur. Ama günahkâr olur. 
Şafiiler dediler ki: Kıble tesbiti araştırması yapıp belli bir tarafa yönelerek namaz kılan kişinin namazdayken, tesbitte hata ettiği yakînen anlaşılırsa namazı bozulur. Bu kişi, ister âmâ, ister gözü gören biri olsun namaza yeniden başlamalıdır. Tesbitte hata ettiği zannedilirse namazı bozulmaz. Örneğin kıble tesbiti hususunda araştırma ve ictihad yaptıktan sonra namaza başlar; namazdayken güvenilir biri gelerek muayene sonucu kendisinin kıbleye yönelik olmadığını bildirirse, kendi ilk içtihadı fayda vermeyip namazı bozulur. Bu kişi âmâ da olsa gören biri de olsa aynı hükme tâbi olur. Şâfiîler bunu söylemekle âmâ ile gören kişiyi bu hükümde birbirinden ayıran Mâlikîlere muhalefet etmiş olmaktadırlar. Yine Şâfiîler bununla, namazdayken doğru olduğu belirlenen kıble tarafına dönmenin mümkün olduğunu söyleyen Hanefî ve Hanbelîlere de muhalefet etmiş olmaktadırlar.
Ama ictihad edip belli bir tarafa yöneldikten sonra namazını kılıp tamamlayan kişi, kendisinin yön tesbiti hususunda hata ettiğini yakînen veya zannen anlarsa namazı yine sahîh olur. Üç mezheb İmamının ittifakıyla da bu namazını iade etmesi gerekmez. Yalnız Şâfiîler bu hususta aykırı görüşe sahibtirler. Ayrıca Mâlikîlerin de bu konuda az bir tafsilâtı vardır ki bunu da aşağıda belirtmiş bulunmaktayız.   
Şafiiler dediler ki: Bir kişi kıbleyi tesbit hususunda ictihad eder ve bu içtihadının sonucunda kıble diye bir tarafa yönelerek namazını kılar da, namazı tamamladıktan sonra bu yönün kıble olmadığı kesinlikle anlaşılırsa kılmış olduğu namaz bâtıl olur. Sonra da iade edilmesi gerekir. Ancak namazım kıldıktan sonra namaz kıldığı yönün kıble olmadığını zannederse bu zannın namaza zararı olmaz. 
Malikiler dediler ki: Bir kimse kıble tesbiti hususunda ictihad ettikten sonra, belirlediği bir tarafa yönelerek namaz kılar, namazdan sonra da hata ettiğini anlarsa namazı sahîh olur. Hata ettiği kesinlikle anlaşılırsa veya hata ettiğini zannederse yine namazı sahîh olur. Yalnız, kıble tarafına doğru namaz kılmadığı açığa çıkan kişinin eğer gözleri görüyorsa ve namaz vakti de henüz çıkmamış ise namazı iade etmesi mendub olur. Mâlikîler, bu hükümde Hanefîlerle Hanbelîlere muhalefet etmişlerdir.
3. Muktedir olduğu halde ictihad yapmayan veya başka bir müctehidi taklîd etmeyen kişi, kendi başına ictihadsız olarak namaz kılarsa bu namazı sahih olmaz. Bilâhare namaz kıldığı yönün kıble olduğu anlaşılırsa bile bu namazı sahîh olmaz. Üç mezheb İmamı bu hususta müttefiktirler. Hanefîlerse bu hususta onlara muhalefet etmişlerdir ki; onların görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Bir kişi içtihada muktedir olur, fakat kıble olduğuna inandığı bir tarafa yönelerek 
ictihad etmeksizin namaz kılar, sonra bu tarafın gerçekten kıble olduğu anlaşılırsa kılmış olduğu namaz sahîh olur. Ama gerek namazdayken, gerekse namazı tamamladıktan sonra hata ettiği anlaşılır ise namazı bâtıl olur ve iade etmesi vâcib olur. Kıble hususunda şüpheye düşer, araştırma yapmaksızın namaz kılar da, bilâhare namaz kıldığı bu yönün kıble olduğu anlaşılırsa kılmış olduğu namaz sahîh olur. İadesi de gerekmez. Eğer bu durum namaz esnasında açığa çıkmışsa kıldığı namaz bâtıl olup yeniden başlaması vâcib olur.
4. Kıblenin delilleri bölümünde anlattığımız hükümlerle kıbleyi bulması mümkün olan kişi, ictihad etme iktidarı olması hâlinde başkasını taklîd edemez. Ama temelli olarak ietihaddan âciz olan kişinin, bulduğu takdirde kıbleyi bilen bir müetehidin içtihadına uyması caiz olur. Böyle birini bulamadığı takdirde dilediği tarafa yönelerek namazını kılar, daha sonra da bu namazını iade etmesine gerek kalmaz. Bu görüş, Hanbelîler ile Hanefîlere aittir. Mâlikîlerle Şâfiîlerin bu husustaki görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: İctihad edecek kişi, delillerin çatışması nedeniyle içtihattan âciz kalırsa kendi tercih ettiği bir tarafa yönelerek namazı kılar ve başka bir müctehidi taklid etmesine de gerek kalmaz. Başka müctehidin isabet ettiği açığa çıkarsa mutlak surette ona uyması gerekir. Nitekim vakit dar olduğunda başka müctehidin isabet edip etmediği bilinmezse de yine ona uymak gerekir. Müctehid kişi havanın bulutlu olması veya hapiste bulunması dolayısıyla delillerin gizlenmesi sebebiyle içtihaddan âciz kalırsa mukallid kimsenin hükmünde olup başka bir müctehîdi taklidle veya mevcut bir mihraba yönelerek namaz kılar. Taklid edeceği bir müctehidi veya yöneleceği bir mihrabı bulamayan kişi, dilediği tarafa yönelerek namazını kılar. Namazı da sahîh olur. 
Şafiiler dediler ki: Bu durumdaki bir kişi, kendisini ictihad etmekten âciz bırakacak nedenlerin ortadan kalkacağını sanarsa vaktin sonuna dek namazını ertelemelidir. Bu nedenlerin kalkacağını sanmadığı takdirde namazını vaktin evvelinde kılar. Her iki durumda da namazını daha sonra iade etmesi gerekir. 177 (Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 266-273.)

Güneş Veya Kutub Yıldızıyla Kıble Nasıl Bulunur?

Bu bahsin, fıkhî meseleler kapsamına girmeyeceği akla gelebilir. Kıblenin bulunmasında başvurulan birer yöntem olmaları nedeniyle hakîkatte bu, fıkhın kapsamına girer. Bazıları bu yöntemleri bilmenin sünnet olduğunu söylemektedirler. Çünkü bunlardan başka daha birçok kıble bulma yöntemi vardır ki, herkes onları bilebilir. Şu halde kıbleyi güneş veya kutub yıldıziyla bulmak zorunlu değildir. Bazıları da deniz yolculuğu yapmakta olanların başka vâsıtaları yoksa güneş veya kutub yıldızıyla kıbleyi tesbit etmeleri gerekir demişlerdir. İbâdetlerde olsun muamelelerde veya diğer işlerde olsun reel olarak İslâm Dîni, toplum yararına olan ilimlerle bağlantılıdır. Güneş veya yıldızların kıbleye delâlet eden alâmetlerden oldukları artık anlaşılmıştır. Kıbleyi güneşle her tarafta tesbit etmek mümkündür. Çünkü güneşin doğuş yeri doğuyu, batış yeri de batıyı belirler. Doğuyla batı böylece bilindikten sonra kuzeyle güney de tesbit edilebilir. Ki bu yolla her cihetteki insanların kıbleyi bulmaları mümkün olur. Mısır'daki insana göre kıble, azıcık sağa meylederek doğu tarafıdır. Zîrâ Mısır'a göre Kabe, doğuya biraz daha yakın ojmakla birlikte güneydoğu istikametindedir. Kutup yıldızına gelince bu, küçük ayı yıldız kümesinde bulunan küçük bir yıldızdır. Her tarafta buna bakarak kıble bulunabilir. Sözgelimi Mısır'daki bir kişi, namaz kılacağı zaman bu yıldızı sol kulağının azıcık arkasına alır. Asyut, Fevve, Reşid, Dimyat, İskenderiyye gibi şehirlerde de aynı usûlle kıble tesbiti yapılabilir. Tunus ve Endülüs gibi yerlerde de aynı şekilde tesbit edilir. Irak ve Mezopotamya'da namaz kılacak kişi, yıldızı sağ kulağının ardına alır. Medine-i Münevvere, Kudüs, Gazze, Baalbek, Tarsus ve bunların civarında bulunup da namaz kılacak kişi, bu yıldızı, sol omuzuna meyledecek şekilde istikâmet alması gerekir. Cezire, Ermeniyye, Musul ve bunların civarında namaz kılacak olan kişi, bu yıldızı sırtındaki omurga kemiklerinin hizasına alır. Bağdat, Küfe, Harezm ve Acem ülkesindeki Hülvan'da ve bunlara yakın mıntıkalarda namaz kılacak kişi, bu yıldızı sağ yanağının hizasına alır. Basra, Isfahan, Faris, Kirman ve bunların civarındaki mıntıkalarda namaz kılacak olan kişi, bu yıldızı sağ kulağının üzerine gelecek şekilde istikâmet alır. Taif, Arafat, Müzdelife ve Minâ'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı sağ omuzunun üzerine alır. Yemen'de namaz kılacak kişi, sol tarafına gelecek şekilde bu yıldızı önüne alır. Şam'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı sol tarafına gelecek şekilde arkasına alır. Necran'da namaz kılacak kişi, bu yıldızı arkasına gelecek şekilde istikâmet alıp namaz kılar. Sağlam olduğu takdirde pusula da kıbleyi bulma delillerinden sayılmaktadır. Özetleyecek olursak deriz ki: Kıble, mıntıkalara göre değişir. Kıblenin bulunması, Mekke'nin ekvator çizgisine ve batıya olan uzaklığının bilinmesi, ayrıca Mekke'den uzakta bulunan ve kıblesi tesbit edilmek istenen mıntıkanın Mekke'ye, dolayısıyla ekvator çizgisine ve batıya olan uzaklığı hesab ve geometrik kurallara göre tesbit edilebilir. Bundan sonra yapılan hesablarla kıblenin semti tâyin edilebilir. Bu anlatmış olduğumuz husus da konuyu tamamlayıcı bir unsur olarak ilâve edilmiş olmaktadır. Avam tabakasından bunu anlamakta güçlük çekenler, bu hususu okumayabilirler. Bunların sadece kendilerince bilinen mihrablara ve diğer önemli kıble alâmetlerine müracaat etmeleri yeterli olur. 178 (Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 273-275.)

NOT: Değerli okucucular; Ben araştırmalarım da, Abdeste başlarken veya  Namaza başlarken Niyet, kalple olur. Bu Niyet, Namaz Abdesti, Gûsül Abdesti, Teyemmüm Abdesti, Farz Namaz, Sünnet Namaz veya Nafile Namazlarda da aynıdır. Ben konu bölünmesin diye olduğu gibi yazdım. En doğru kaynak, hiç şüphesiz Kur'an ve Sünnet'tir. Bunun dışında alimler ve imamlar hata yapabilirler yani nadiren de olsa görüşlerinde yanlış bilgi verebilirler. Birde, bu temizlik ve namaz bölümlerinde yazmış olduğum Dört Mezhep İmamlarının görüşleri, yazmış olduğum tüm konularda tamamı, İmamlarımızın kendi görüşleri değildir bir kısmı yani kendilerinden sonra gelen, onları takip eden (öğrencilerinin) İmamların görüşleridir. Allâh Subhânehu ve Teâlâ onlara Rahmet etsin. Bu notu yazmamdaki amaç, yanlış bilgi verip, gerek değerli imamlarımızı gerekse kendimizi zan altında bırakmamak içindir. Sizlere buradan tavsiyem eğer, tüm bu yazmış olduğum konularla alakalı, yanlış olduğunu düşündüğünüz veya bildiğiniz bir şey varsa, onu Kur'an ve Sünnet'ten araştırmanızdır. Allâh Subhânehu ve Teâlâ bize ve Tüm Müslüman kardeşlerimize dinimiz İslâm'ı doğru öğrenmeyi ve hayatımızın her alanında doğru uygulamayı nasib etsin İnşeAllâh. Allâhümme Amin.

Hâtime: 

Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.

O, her şeyin en iyisini bilendir.

Muvahhid Kullara Selâm Olsun.

Polat Akyol

NOT: KONUNUN DEVAMI VAR

KAYNAKLAR:

167  (Namazda vücûdun örtülmesi gereken, görünmesi haram olan, utanılacak yerlerin örtünmesine “setr-i avret” denir. )
168 Tirmîzî, Rada’; Bâb: 18.
169 Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 255-259.
170 Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 259-262.
171 Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 262-264. 
172 Bakara: 2/144. 
173 Nesâi, Salât, 24. 
174 Bakara: 2/144. 
175 Müslim, Mesâcid, 15. 
176 Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 264-265.
177 Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 266-273.
178 Abdurrahman Cezırî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı- I, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 273-275. 

ÇEVİREN : 

Şaban Kurt


( Namaz Kitabü's-salât (Namaz Bölümü) Devamı 1 başlıklı yazı Polat Akyol tarafından 5.08.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.