751) Mahlukat, Allah (c.c)’nun Rahmân isminin tecellisiyle başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm isminin tecellisiyle de nihayette hâsıl olacak rahmetinden zuhur eden rızıklardan ve nimetlerden istifade eder.

752) Allah (c.c), dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Yani Rahmân ve Rahîm isimleri hem dünyada hem de ahirette tecelli eder.

753) Çalışkan olsun tembel olsun, salih olsun fasık olsun, mümin olsun kâfir olsun hülasa Rahmân'ın rahmeti bir koşula bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti ise koşula bağlıdır ve koşullu olarak tecelli eder.

754) Şayet Rahîm'in rahmeti şarta bağlı olarak tecelli etmeseydi, çalışkanla tembelin, salihle fasığın, âlimle cahilin, âdille zalimin, mümin ile kâfirin, ehl-i sünnet ile ehl-i bid’anın, muvahhidle müşriğin, ehl-i ihlasla ehl-i riyanın birbirinden farkı kalmazdı. Binaenaleyh Hz. İbrahim (a.s) ile Nemrud, Hz. Mûsa (a.s) ile Firavun, Hz. Ebûbekir (r.a) ile Ebû Cehil bir seviyede olurdu. İlim ve irade ile ibadet ve taat ile terakki ve tekemmül imkânı ortadan kalkardı.

755) Allah’ın Rahmâniyetinden tecelli eden rahmeti bizim cüz-i irademize bağlı değilken, Rahim isminin muktezası olarak külli iradesiyle cüz-i ihtiyarımızın devreye girmesini dilemiştir.

756) İsm-i Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, ism-i Rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile alakadardır.

757) Umum salih ve kâmil insanlar da ism-i Rahim’in tecellisiyle hayırda, tebliğde ve irşadda şefkatle çalışırlar ve yarışırlar.

758) Allah'ın Rahîm isminin tecellisinden zuhur eden rahmeti olmasaydı yaratılıştan ihsan edilen istidatlarımızı inkişaf ettiremez ve bir adım dahi olsun ileri gidemez, terakki ve teâli edemezdik.

759) Allah'ın Rahmâniyeti karşısında salih ve fasık, mümin ve kâfir, muvahhid ve müşrik eşit ve bir iken, Rahîmiyeti nokta-i nazarında bu insanlar “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn Sûresi, 36/59) hitabı ve emriyle birbirlerinden ayrılıyorlar.

760) Bizi hiçten yoktan rahmetiyle var eden Allah olduğu gibi yine bizi küfrün ve şirkin hadsiz karanlıklarından imanın nuruna, tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere o sonsuz rahmetini gönderen yine O’dur.

761) İnsanları zulümattan sadece ve sadece Allah'ın nuru kurtarır. Bu nur kalbe ilka edilir, ruha intişar eder ve insanı fıtratı olan İslâm’a iletir. Ancak bunun için insanın cüz-i iradesini sarf etmesi ve kalbinin nura açık olması gerekir. Nitekim “Allah müminlere karşı çok merhametlidir.”

762) İnsanın nefsi ism-i Rahman’ın tecellisiyle rızıklandırılıp nimetlendirildiği gibi kalbi dahi ism-i Rahim’in tecellisiyle rızıklandırılır ve iman ile hadsiz âlemlerden ve nimetlerden istifade eder.

763) Cenab-ı Hakk’ın vahiy yoluyla peygamberlere indirdiği suhuflar ve kitaplar aracılığıyla insanlarla konuşması ism-i Rahim’in cilvesidir.

764) Bir ehl-i iman Kur’an’da kıssaları anlatılan umum peygamberler ve onlara tâbi olanlar hakkındaki rahimiyet-i İlahi’den manen istifade eder. Hem cennetin hadsiz güzelliklerinden ve nimetlerinden bu dünyadayken dahi iman vesikasıyla istifade eder ve Rabbine hamdeder.

765) Melik zat ismidir; kâinatın ve bütün mevcudatın gerçek ve tek sahibi ve mutlak hükümdarı, mülk ve saltanatı devamlı olan anlamına gelmektedir.

766) İsm-i Melik kelime kökü cihetiyle sultanlık anlamındadır. Bu bakımdan Allah’ın tüm kâinatın sultanı olduğunu ilân ve i’lam eder.

767) Allah (c.c.) kâinatın ve tüm mahlukatın tek sahibidir. Bütün mevcudata emretme ve nehyetme ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf etme O’na mahsustur.

768) Evet, şüphesiz ki mahlukatına emrederek onları sakındırma, itaat edenleri lütuflandırma, isyan edenleri cezâlandırma, dilediğini zelil ve dilediğini de azîz etme kudretine sâhip olan yalnız Allah’tır.

769) O mülkünde (ki O’ndan başka mülk sahibi yoktur.) ve mülkündeki mahlukatının umumunda yegâne hükümdardır, yegâne sultandır, yegâne padişahtır. Ve sonsuz ve eşsiz kudretiyle onları idâresi altında tutan bir tek Allah’tır.

770) Mülk elinde bulunan Allah (c.c.), pek yücedir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Bütün mahlukatın hükümdarlığı O'nundur. Bütün yarattıkları üzerinde idare ve tasarruf, emir ve nehiy, aziz kılma ve zelil etme, mükâfat ve ceza ile hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegâne saltanat sahibi ancak O'dur.

771) O öyle Meliktir ki göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, gördüklerimizin ve görmediklerimizin, bildiklerimizin ve bilmediklerimizin mülkü ve onlarda dilediği gibi tasarruf etme yetkisi yalnızca O'nundur.

772) Yaratmak, yok etmek; hayat verip yaşatmak, öldürmek; dilediği gibi emir ve yasaklarıyla hâkimiyet kurmak, saltanat, hükümdarlık her zaman O'nun ve yalnız O'nundur. Hiçbir yerde ve hiçbir şekilde ortağı yoktur.

773) O Allah ki Melik’tir. Mülk O'nundur ve O’nun yed-i kudretindedir. Göklerde ve yerde, bütün kâinatta ve tüm mahlukatta, dünyada ve ukbada, halk etmesi ve yok etmesi, sınırsız ve sonsuz kudret ve kuvvetiyle tasarruf ve tedbiri ve yönetmesi, emrini yerine getirtip hükmünü icra etmesi, iyilikle ve zorla yaptırması, mükâfat, ikram ve ihsanda bulunması ve cezalandırması, şüphesiz ki O Melik’in saltanatının haşmetini ve kudretinin nihayetsizliğini ilân eder.

774) Her zaman, her yerde, her şey şüphesiz ki O’nun ilmiyle, emir ve iradesiyle, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Dilediğini mülkünde dilediği şekilde istihdam eden, dilediğini muvakkaten mülküyle buluşturan yahut mülke kavuşturan O'dur. Mülk O’nundur ve O’nun yed-i kudretindedir, hiç kimseyi, hiçbir şeyi, hiçbir şekilde kendine ortak kılmaz. İlim ve hikmetiyle, emir ve iradesiyle muvakkaten verir, dilediği zaman da alır.

775) Mülk O’nundur, O’nun tasarruf ve idaresindedir ve O’nun yed-i kudretindedir. Hem O Melik dilediğini dilediği şekilde eksiksiz, noksansız ve kusursuz yapmaya kâdirdir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir işte, hiçbir şekilde yardımcıya, vezire ve vekile muhtaç değildir. Her dilediğini kendi ilim, irade ve kudretiyle yapar. Dilediğinde sadece, ol der ve dilediği oluverir.

776) Âlemlerdeki hiçbir tasarruf ve tedbir hiçbir şekilde O’nun kudretine ağır gelmez. Hem dilerse daha nice yeni âlemler yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde asla O'nun ortağı yoktur, olmaz ve olamaz. O’nun zatı ve şanı pek yücedir ve şüphesiz ki O her türlü noksanlıktan münezzehtir.

777) O Zât-ı Melik elbette ve elbette kıyamet gününün, ölülerin diriltileceği günün, haşir gününün, durup bekleme yapılacak günün, sorguya çekileceğimiz günün, amellerimizin tartılacağı günün, sırattan geçeceğimiz günün ve nihayetinde tüm amellerimizin karşılığının verileceği günün sahibidir.

778) Evet, kâinatın ve bütün mevcudatın gerçek ve tek sahibi ve mutlak hükümdarı, mülk ve saltanatı devamlı olan zat elbette hâkimiyetin ve saltanatın zirvesi olan din gününün dahi sahibidir.

779) "Din günü” ahiretteki hesap günüdür, ceza günüdür, karşılık günüdür.

780) Allah’ın din gününün sahibi olduğuna, öldükten sonra diriltilmeye inanmak şüphesiz ki İslâm'ın inanç esaslarındandır ve imanın altı rüknünden biridir.

781) Ahirete olan imanla insanoğlu yaptığı ubudiyetin ve ettiği hizmetlerin karşılığının şu sınırları belirli arza, kısacık dünya hayatına, sınırlı ömrünün sayılı günlerine sığmayacağını bilir ve anlar ve kalbiyle ve ruhuyla ahiret âlemlerine bakar.

782) Haşir akidesiyle insan, Allah'a tam teslimiyet ve tevekkül kazanır; hakka ve sabra davette mükemmel bir ihlasla çalışır. Allah'ın dünyada yahut ukbada ihsan edeceği karşılığı tam bir rıza ve teslimiyetle ve sabr-ı cemille bekler.

783) Şu kâinatın ve mahlukatın sahibinin aynı zamanda din gününün de sahibi olduğunu bilenler ve ahirete iman edenler ile öldükten sonra diriltilmeyi, ahireti inkâr edenler ne itikad, ne amel, ne de düşünce bakımından asla bir olmazlar ve olamazlar.

784) Kuddûs zat ismidir; bütün yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyen, her türlü gafletten ve eksiklikten münezzeh ve her türlü kusurdan, hatadan ve noksanlıktan uzak olan anlamına gelmektedir.

785) Bu kâinat ve dünya hadsiz odaları ihtiva eden bir oda, hadsiz okulları ihtiva eden bir okul, hadsiz fabrikaları ihtiva eden bir fabrika, hem hadsiz sokakları ihtiva eden bir sokaktır. Hâlbuki bu kâinat ve dünya odası, okulu, fabrikası ve sokağı o derece nezih ve temizdir ki lüzumsuz ve faydasız hiçbir şey ve zahiri ve kalıcı hiçbir kir bulunmaz. Muvakkaten görünen ve bulunanlar da çabuk bir şekilde temizlenir.

786) Hem bu âlemin öyle bir maliki var ki, hadsiz odaları, okulları, fabrikaları ve sokakları ihtiva eden koca kâinatı ve dünyayı tabiri caizse küçük bir oda gibi temizletir. Hem lüzumsuz hiçbir madde bıraktırmaz.

787) Evet ne bulutlar ve yağmurlar ne de rüzgârlar bizi tanır ve bilir. Hem bize acıyıp şefkat edip hikmetle iş görüp bu dünya hanemizi ve odamızı temizleyemez. Onların ne aklı var ne ilmi, ne iradesi var ne de kudreti.

788) Küçücük bir odayı ve sokağı temizlemek dahi tesadüfen olmuyor ve olamıyorsa, kendi kendine vuku bulmuyorsa akılsız, iradesiz ve kudretsiz süpürgeye yahut faraşa isnat edilmezse ve edilemezse, muhakkak o süpürgeyi ve faraşı aklıyla ve hikmetiyle, hem irade ve kudretiyle tasarruf edecek bir memura muhtaç ise bu koca kâinat sokağını ve dünya odasını temizlemek, nasıl olur da süpürge ve faraş hükmündeki esbaba havale edilebilir? Nasıl olur da o hikmetli netice olan temizlik o sebeplere verilir? Hem nasıl olur da fiil görülür de fail inkâr edilir?

789) Bak şimdi ormanlara ve içindeki hayvanata! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşayan o ormanlarda her gün binler hayvan doğar ve binlercesi ölür, ama pislik ve kirlilik eseri görülmez.

790) Gel şimdi bahçelere ve hadsiz ağaçlara bak! O Zât-ı Kuddûs kara topraktan ve o kemik gibi kupkuru dallardan bize tertemiz sebzeler, çiçekler ve yapraklarla meyveler sunar.

791) Ve işte yağmurlar ve rüzgarlar! Nasıl da “Yâ Kuddûs! Yâ Kuddûs!” okuyorlar. Biri süpürge olur, biri su tutar ve yeryüzü sokağını yıkarlar.

792) Bir de gözlerine ve göz kapaklarına bak! Evet, göz kapakları dahi gözleri temizlemekle “Yâ Kuddûs!” okur ve bu isme aynadarlık eder.

793) İsm-i Kuddûs’ün tecellisiyle akciğerler her nefes alıp vermemizde kanımızı temizler. Hem kandaki akyuvar denen hücreler mikropları temizler ve ism-i Kuddûs’ü zikreder.

794) Evet, bak şimdi şu kuşa! Kanatlarını temizlemesiyle nasıl lisan-ı hâliyle ism-i Kuddûs okur.

795) Bu kâinatta ve mahlukatta müşahede ettiğimiz ve şahit olduğumuz tüm hikmetler, gayeler, maslahatlar, çeşit çeşit güzellikler, hem hikmetli ve tam adaletli kanunlar gösterir, ilân ve ispat eder ki bu kâinatın ve mahlukatın sahibi her işini mükemmel yapar.

796) Güzellik güzele aynadır O’na işaret eder, O’nu gösterir. Mahlukatta görünen güzelliğin fani olması o güzelliğin kendilerinden olmadığını gösterir. Hem o güzelliğin fani olmasıyla birlikte arkasından gelen fanilerde de aynı güzelliğin görünmesi o güzelliğin gerçek sahibinin devam ve bekasına ve ebedi olduğuna şehadet eder.

797) İnsan gözünü açıp etrafına dikkatle ve ibretle baktığında müşahede ettiği her yerde bulunan mizan, intizam, hikmetli kanunlar ve istikrarlı gidişata şahitlik edecektir.

798) İnsanın gerek gördüğü gerek görmediği âlemlerdeki bu eşsiz ve kusursuz nizamın kurucusu ve istikrarlı gidişatın yegâne sahibi şüphesiz ki her türlü hatadan, kusurdan ve noksanlıktan münezzeh olan Âlemlerin Rabbi Allah’tır.

799) O Zât-ı Kuddûs ki O Allah’tır, Allah. O’ndan gayrı yoktur hiçbir ilah. Ezeli ve ebedî hayat ile diridir, ölümlü olmaktan münezzehtir. Tüm varlık âlemini ayakta tutan ve düzenini kudret elinde bulunduran ancak O’dur. O’nu asla ne gaflet basar, ne yorgunluk ve ne de bir uyku. Göklerde ve yerde, bilinen ve bilinmeyen tüm âlemlerde ne varsa tamamı O’nundur, O’nun mülkündedir, O’nun kabza-i tasarrufundadır. O kullarının yaptıklarını, yapmadıklarını, yapacaklarını, yapmayacaklarını, yapabileceklerini, yapamayacaklarını, bildiklerini, bilmediklerini, bilemediklerini, bilemeyeceklerini, bilgi ve idrakları dışında olanı, dünyalarını, âhiretlerini ve şüphesiz ki her şeyi bilir. Onlar ise, O’nun dilediği ve nizam kanunları içinde, iradesinin tecellisine uygun olan kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi layıkıyla kavrayamazlar. O’nun hâkimiyeti, saltanatı, kudreti, otoritesi ve tasarrufu ve düzeni bütün gökleri ve yeri ve her yeri kuşatmıştır. Tüm âlemleri bir bütünlük içinde tek başına idare etmek, gözetmek, korumak, vaad ettiklerini yerine getirmek Allah’ı yormaz, O asla yorulmaz. Bütün bu işler Allah’a ağır da gelmez. O’nun şanı pek yücedir ve O Zât-ı Kuddûs her türlü noksanlıktan münezzehtir.

800) Bu kâinat ve umum mahlukat bütün güzellik çeşitleriyle O Zât-ı Kuddûs’ün güzelliğine işaret ve şehadet eder.

801) Kâinat ve mahlukat tüm güzellik çeşitleriyle O Zât-ı Kuddûs’ün mükemmelliğine ve her türlü noksanlıktan ve kusurdan uzak olduğuna aşikâr bir aynadır.

802) İnsan zahiri kirlerinden yıkanarak temizlendiği gibi batıni kirlerden ve pisliklerden de ilim öğrenerek, Allah’ı tanıyıp Marifetullah’ta terakki ederek ve O’na layıkıyla kul olarak temizlenebilir. Böylece ism-i Kuddûs’e mükemmel bir ayna olur.

803) Nasıl ki kâinatın ve mahlukatın nezafet ve nezaheti ism-i Kuddûs’ü gösterir ve O’na aynadır. Aynen öyle de tüm mahlukatın hâlen ve kálen yaptıkları tüm tesbihatı dahi ism-i Kuddûs’e bakar ve o tesbihatın bütün güzellikleri O’nu gösterir ve yalnız O’na hastır ve O’na aynadır.

804) Selâm zat ismidir; mahlukatını selâmete ve her türlü güvenliğe çıkaran, cennetteki bahtiyar kullarını selâmlayan, asla değişikliğe uğramayan, ezelden ebede kadar aynı olan anlamına gelmektedir.

805) Allah Selam’dır. Yarattıklarını her türlü korku, kaygı, tasa ve tehlikeden uzak ve güven içinde tutar, selamete çıkartır.

806) O Zât-ı Selâm tüm mahlukatına ihtiyaç duydukları cihazları vererek yarattıklarını selâmete çıkartır.

807) Şimdi anne karnındaki bir yavruyu yahut yumurtadan yeni çıkmış bir yavru kuşu nazarına al ve ibretle tefekkür et! Gayet âciz, zayıf ve fakir hem son derece savunmasız o yavrular ve yavru kuşlar… Onları o karanlık ve dar mekânda boğulmaktan, açlıktan ve çeşit çeşit tehlikelerden koruyup emniyet ve selametle dünyaya getirtmek, anne karnından çıkartmak hem o yavru kuşları dahi validelerini emirber nefer yaparak açlıktan ve her türlü tehlikeden muhafaza etmek her akıl sahibine ism-i Selam’ı hayretle okutturur.

808) Gözle görülemeyecek derecede küçük olan ancak muzır ve düşman hükmünde olan mikroplara ve mikropların vücutta oluşturduğu zararlı kimyasal maddelere karşı vücutta antikor üretilmesi, savunma sistemi kurulması ve insanın çeşitli hastalıklardan korunması elbette ve elbette ism-i Selâm’ın tecellisidir.

809) Şimdi başını kaldır ve dünya hanemizin tavanı hükmünde olan semavata bak! İşte atmosfer diye tesmiye ettiğimiz hikmet katmanları…! İnsanlar ve tüm canlılar için muzır ve düşman hükmünde olan gök taşlarına, zararlı ışınlara ve hakeza birçok tehlikeye kalkan ve siper olarak nasıl da hâl dilleriyle “Yâ Selâm! Yâ Selâm!” okur ve okuttururlar.

810) Mahlukatta görünen güzelliğin fani olması o güzelliğin kendilerinden olmadığını gösterir. Hem o güzelliğin fani olmasıyla birlikte arkasında gelen fanilerde de aynı güzelliğin görünmesi o güzelliğin gerçek sahibinin değişmekten münezzeh olduğuna, devam ve bekasına ve ebedi olduğuna şehadet eder.

811) Portakalın belli bir şekli, belli bir rengi, belli bir sanatı, belli bir tadı, belli bir kokusu vardır. Hem o portakal C vitamini ve vücut için maslahat deposudur. Hem o portakal sadece yaratılmakla kalınmamış, hikmetle dilimlere ayrılmış.

812) Portakalın mucidi cehaletten münezzehtir ve sonsuz ve muhit bir ilme sahiptir. Zira portakaldaki mizan ve intizam, mükemmel sanat ve türlü türlü hikmet ancak sonsuz bir ilmin eseri olabilir, başka türlü olmaz. Ne güneşte, ne toprakta, ne suda, ne havada, ne de ağaçta böyle bir ilim vardır, bulunur. O portakalın güneşten ağaca ve ağacın köklerine dallarına ve o meyvenin bulunduğu sapına kadar herbiriyle irtibatını sağlayan O sonsuz ilim sahibi Zât-ı Selâm’dır.

813) Portakal ademdeydi, yoktu, hiçti. Ademden vücuda getirildi. Yokken var edildi. Demek o portakalın ustası irade sahibidir. Zira iradesi ve ihtiyarı olmayan tercih edemez. Ve tercih edemeyen portakal yapamaz. O hâlde portakal, vücudunun ademine tercihi ile O Zât-ı Selâm’ın irade-i külliyesine işaret, delalet ve şehadet eder.

814) Mü’min zat ismidir; gönüllere iman bahşeden ve inananlara güven verip her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran, vaadine güvenilen, anlamına gelmektedir.

815) Şüphesiz ki Allah Mü’min’dir, güven verendir. Hem imanı hem de güveni, veren ancak O'dur. Bu esma ve ifade ettiği mana insanın kalbine imanın ehemmiyetini ve değerini idrak ve ihsas ettirmektedir. Bu isim insanı Allah’a nispet eder, O Zât-ı Mü’min’e intisap ettirir ve O’nunla irtibata geçirir. O'nun sıfatlarından biriyle nitelendirir ve terakki ve teali ettirir.

816) İnsan evvel cüz-i iradesini sarf eder ve irade-i külliye sahibi O Zât-ı Mü’min de dilemesiyle iman nurunu kulunun kalbine ilka eder. Bu isim insanda tecelli ettiğinde Allah o kulun kalbine iman nuru lütfeder. Gönlünde iman ışığı yakar.

817) Allah’a iman eden her kul ism-i Mü’min’e imanının kuvveti ve derecesi nispetinde aynadır. İman bir nurdur. Her insanda bu nurun keyfiyeti farklıdır.

818) İnsan ancak iman ile insan olur ve huzur bulur; yoksa iman yamyam, yırtıcı bir hayvan, belki bir canavar olur.

819) Mümin bir kul imanıyla, teslim ve tevekkülüyle huzura erer. Her şeyden ve her hadiseden korkmak yerine teslim ve tevekkülüyle güven içine bir yaşam sürer.

820)Mümin bir insan bilir ki zerreden Şems’e kadar her şey Allah’ındır ve O’nun idaresi ve hâkimiyetindedir, O dilemedikçe bir yaprak dahi düşmez. Böylece huzur ve güven içinde teslim ve tevekkülle huzurlu ve sürurlu bir hayat sürer.

821) Muasırlarımızın sıkça söz ettiği depresyon, panik atak ve hakeza sair hâller kâmil bir müminde görülmüyor ve görülmez. Zira hakiki mümin Allah’ın Mü’min ismine aynadarlık cihetiyle tam bir emniyet ve güven içindedir. Her şeyi O’ndan ister ve her yardımı O’ndan bilir.

822) İsm-i Mü'min bir abdde tecelli ederse, kalp her türlü korku ve endişeden muhafaza edilir, kalbe tam bir güven ve emniyet duygusu lütfedilir. Şayet, Allah (c.c.) bu ismiyle imdadımıza yetişmese ve bu ismini bizde tecelli ettirmeseydi yahut bu tecelli bizden muvakkaten çekilseydi, korku ve kaygıdan ve dünya hayatı şahsi âlemimizde yaşanmaz hâle gelecek, belki aklımızı yitirecek bu dünyada dahi manevi bir cehenneme girecektik.

823) Güven ve emniyet duygusu ism-i Mü'min’in tecellisidir. Hem büyük bir ihsandır, ikramdır, lütuftur ve nimettir. Bu esmanın tecellisiyle ve feyziyle, inanan insanlar bu isme mahzar olarak güven ve emniyet içinde yaşarlar.

824) Mümin, yaratılış gayesini bilip idrak etmekle kendini her daim güvende hissettiği gibi, aynı zamanda etrafındaki insanlara ve tüm mahlukata da güven telkin eder.

825) Mümin Allah’ın Peygamber (a.s.m) aracılığıyla insanlara bildirdiği her şeyi diliyle ile ikrar, kalbiyle tasdik ve ameliyle ilân eden kimsedir.

826) Allah (c.c.) Mü'min’dir, emindir, sözünde güvenilirdir. Vaadine sadıktır. Asla vaadinden dönmez, dönmesi düşünülemez.

827) Verilen sözde durmamak yahut vaadini yerine getirmemek ya âcizlikten kaynaklanır ya da cehaletten. Hâlbuki semavat âlemindeki milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, kentilyonlarca yıldız-ları o müthiş büyüklükleri ile birlikte, müthiş bir sür’atle düşürmeden boşlukta durduran, birbirine çarptırmadan hep birlikte gezdiren ve döndüren, onları lamba misillü yandıran, bu müthiş hareket ve tasarruf esnasında hiçbir gürültü çıkartmayarak sınırsız ve sonsuz kudretini gösteren hem tüm mahlukatın mizan, intizam, sanat ve hikmet diliyle nihayetsiz ve muhit ilmine şehadet ettiği O Zât-ı Mü’min’in hâşâ sözünde durmaması, vaadinden dönmesi muhaldir, mümkün değildir ve asla izzetine yakışmaz.

828) Allah vaadine güvenilen ve sözünden asla şüphe edilmeyendir. Madem Allah Mü'min’dir, sözünde emin ve güvenilirdir. Hem madem kâinat ve tüm mahlukat, müşahede edilen icat ve icraat O’nun doğruluğuna nihayetsiz dillerle şehadet eder. O hâlde madem O Zât-ı Mü’min haşri ve ahireti, itaatkâr kulları için cenneti, isyankârlar için cehennemi vaad etmiştir. Elbette vaadini yerine getirecek insanı diriltecek, haşri gerçekleştirecek, mahkeme-i kübrayı kuracak, mümin ve itaatkârları cennet ve cemaliyle mükâfatlandıracak; kâfir ve isyankârları layık ve müstehak oldukları cehenneme idhal edecektir.

829) İnsan ism-i Mü’min’in tecellisiyle emin ve güvenilir olur, sözünde sadık bir hâl alır.

830)Müheymin zat ismidir; gözeten, muhafaza eden, mahlukatını her an gözetleyen ve onların her hâline şahit olan anlamına gelmektedir.

831) İsm-i Müheymin Allah’ın yarattıklarının rızıklarını, sözlerini, fiilerini, hâllerini, tüm amellerini, her bir anlarını, ömürlerini, ecellerini bilmesi ve hıfzetmesi manalarını tazammun eder. Zira O sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibidir. Her şey O’nun hükümranlığı altındadır.

832) Allah (c.c.) Müheymin’dir. Mahlukatı halk ettikten sonra başıboş bırakmamıştır. Mahlukatının her hâlini gören ve gözetendir. Kullarının her amelini, her hâlini görür. Aşikâr olana da gizliye de tam hâkimdir, her şeye şahittir.

833) O Zât-ı Müheymin kullarının hamdlerini, sözlerini, şükürlerini, tövbelerini, af dilemelerini, dualarını, niyazlarını işitir ve her anlarına şahitlik eder.

834) O Zât-ı Müheymin her şeyin üzerinde şahit olandır ve her nefis üzerinde mutlak gözetici olandır, hiçbir şey O’nun şehadeti ve müşahedesi dışında değildir.

835) O öyle Müheymin’dir ki mevcudatın bütün haklarını muhafaza eder, zayi etmez. Mahlukatını kendi hâllerine bırakıp terk etmez. Onların ömürlerini ve rızıklarını zayi etmez, amellerinin neticesini iptal etmez.

836) O öyle Müheymin’dir ki ne bir nefis, ne bir nefes, ne bir ins, ne bir cin, ne bir hayvan, ne bir nebat, ne bir toprak, ne bir yaprak, ne bir hayat, ne bir memat, ne bir niyet, ne bir duygu, ne bir düşünce, ne bir söz, ne bir ses, ne bir göz, ne bir bakış, ne bir eser, ne bir fiil, ne bir iş, ne bir sistem, ne bir organ, ne bir doku, ne bir hücre, ne bir molekül, ne bir atom, ne bir zerre ve hakeza hiçbir şey hiçbir şekilde O’nun müşahedesinin ve hâkimiyetinin haricinde değildir, hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve gizlenemez; O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

837) O nihayetsiz ilmiyle her şeyden haberdar olan, her şeyi gören ve her şeye şahit olan Zât-ı Müheymin bütün kalplerin hakikatini, kusursuz ve noksansız ve mükemmel bir şekilde bilir. Bütün nefisler ve nefesler ve kalpler ve maddi ve manevi ameller O’nun ilmiyle ve O’nun dilemesiyledir. O yaratmayınca ve dilemeyince hiçbir nefes alınamaz, hiçbir nefis yaşayamaz, hiçbir göz göremez, hiçbir dil konuşamaz, hiçbir zerre yerinden oynamaz, oynayamaz ve hakeza… Tüm mahlukatın yaratıcısı Allah (c.c.) her an yeni bir yaratma ile mahlukatının yardımına ve imdadına yetişmezse hiçbir mahlûk kendi ihtiyacını halk edemez ve onu kendine getiremez ve o hayatı idame ettiremez.

838) O öyle Müheymin’dir ki mevcudatı varacağı noktaya ulaştırırken zararlarını bertaraf eder, taleblerini karşılar, ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını giderir. Kullarının iyiliklerinden, ibadetlerinden ve sevaplarından hiçbir şey eksiltmez. Hiçbir hizmetlerini ve hiçbir amellerini zayi etmez.

839) O öyle Müheymin’dir ki müminlerin ve salihlerin ibadet ve hasenatlarını muhafaza edip eksiltmediği gibi kâfir ve fasıkların dahi isyan ve seyyiatlarını muhafaza eder ve müstehak oldukları azaba ekleme yapmaz o cezayı artırmaz.

840) Kelamullah Kur’an Zât- Müheymin tarafından muhafaza edilip her türlü tahriften uzak tutulduğu gibi öte yandan sair semavi kitaplar üzerinde güvenilir bir gözetçi olarak onların vermiş olduğu doğru bilgilere ve içerdiği doğru hükümlere de şahitlik edip, onları tahriften koruyan, yanlışları düzelten, doğruyu gösteren ve öğreten ve hikmet ve maslahat gereği zamanı geçmiş hükümleri ilân, i’lam ve iptal eden bir kitaptır.

841) Şu mükemmel ve muhteşem kâinat kitabı ve o kitabın müellifinin sonsuz kudretiyle koyduğu ve okuttuğu ve külli iradesiyle icra ettiği yer çekimi kanunu, sıvıların kaldırma kuvveti kanunu, kütle çekim kanunu ve hakeza diğer kanunlar elbette O Zât-ı Müheymin’in mahlukatı üzerindeki ilahi muhafazasının aşikâr delilleridir. Hadsiz hikmet-leri olan bu kanunları tefekkür ettiğimizde O’nun mahlukatı üzerindeki eşsiz gözeticiliği kendini güneş misillü göstermektedir.

842) İsm-i Müheymin mahlukatın tüm amellerini, programlarını muhafaza etmek suretiyle tecelli ettiği gibi, yaratılanları her türlü tehlikeden korumak suretiyle dahi tecelli eder.

843) Gözlerimizi göz kapakları, kaşlar ve kirpiklerle muhafaza etmekten tutun da batınımızdaki organları göğüs kafesimizde muhafaza etmeye kadar. Hem en ehemmiyetli organımız olan beynimizi gayet sert ve muhkem kafatası ile muhafaza etmekten tutun da rızkı iç yağ suretinde vücudumuzda depo ederek aç kaldığımızda ölüme karşı muhafaza etmeye kadar tüm bunlar ism-i Müheymin’in tecellisidir.

844) İnsana verilen şefkat ve havf dahi ism-i Müheymin’in tecellisidir. Şefkat duygusu ile insanı diğer mahlukata zarar vermekten alıkoyduğu gibi korku duygusu da insanı muhtemel tehlikelerden sakındırır ve zarar görmekten korur. Aracı dikkatli kullanmamız, elektriğe, ateşe ve sıcak cisimlere ve hakeza tehlike arz eden her şeye ihtiyatla yaklaşmamız bu sırdandır.

845) O Zât-ı Müheymin mahlukatını her an gören, gözetleyen ve onların her hâline mükemmel ve kusursuz bir şekilde şahit olandır.

846) O Zât-ı Müheymin mukabilindeki her şeyi görüp nüfuz eder, hiçbir yer, hiçbir şey, hiçbir yerde, hiçbir şekilde O’nun müşahedesinden ve gözetlemesinden gizlenmez ve gizlenemez.

847) Bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duymaz ki bize şefkat ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden muhit ilim, külli irade, nihayetsiz rahmet ve hikmet ve mutlak kudret sahibi her şeyi görüp gözeten Allah Azze ve Celle’dir.

848) Elbette kudreti mutlak, hikmeti nihayetsiz Zât-ı Müheymin tarafından gök ile yer arasında boşlukta durdurulan bulutun ne aklı var ne ilmi, ne şefkati var ne iradesi, ne hikmeti var ne de kudreti. O hâlde bize yağmuru getiren bu şuursuz bulutlar değil; bizi yaratan ve yaşatan, her türlü ihtiyacımızı görüp gözeten Âlemlerin Rabbi Allah’tır ki o bulutlar O’nun mülkünde ancak bir perdedir, onları su ile dolduran muhtaçlara koşturan nihayetsiz kudret ve şefkatiyle kâinatı idare eden Zât-ı Akdes’tir.

849) Ey insan! Bil ki senin her hâlini görüp gözeten, her ameline tanıklık eden, sevaplarını, günahlarını bütün haklarını ve müstehak olduklarını muhafaza eden bir koruyucu sahibin ve şahidin var. Bil ki bu bilmek ve idrak etmek senin her hâline ve ameline yansısın. Kusurlarını, eksiklerini, hatalarını ve yanlışlarını görmeye, anlamaya ve düzeltmeye çalışasın. Ta ki ihlas ve istikameti elde edip muhafaza edebilesin.

850) Azîz zat ismidir; izzet sahibi ve yüceler yücesi, mağlup olmayan mutlak galip anlamına gelmektedir.

851) Allah Azîz'dir. İzzet, azamet, kuvvet ve kudret sahibidir. Çok büyüktür, en büyüktür ve şanı pek yücedir. Kâinat ve mahlukat kendilerine lütfedilen büyüklükleri ile kabiliyetleri nispetinde Allah’ın Azîz ismine aynadır.

852) Bak şimdi şu yüksek dağlara, ucu bucağı olmayan sahralara, Güneş’e, Ay’a ve Dünya’ya, kentilyonlarca yıldızlara, milyarlarca galaksilere, milyarlarca gezegenlere! Kulak ver her birine! Nasıl da hep birlikte, tek bir dille “Yâ Azîz! Yâ Azîz! Yâ Azîz!” diyerek Allah (c.c.)’ı tesbih ederler.

853) İzzet Allah’a, Resûlullah (s.a.v)’a ve müminlere aittir. Hiç şüphesiz aziz olan yalnızca Allah, O’nun resulü (a.s.m) ve müminlerdir.

854) Şüphesiz ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır, O’na aittir. Kim de izzet ve şeref istiyorsa O’ndan istemeli, O’na yalvarmalıdır. O’na layıkıyla kul olmalıdır.

855) İnsan ancak iman ve İslâm ile hakiki bir insan olabilir, eşref-i mahlukat sıfatına layık bir hâl alır.

856) İnsanlar başlangıçta en güzel bir surette halk edilseler de hilkatlerinin gayesi ve fıtratlarının neticesi olan imanı elde edemeyenler, bu eşsiz mertebe ve rütbeden, insaniyetin zirvesi olan İslamiyet’ten mahrum kalmışlardır.

857) İnsan İslâm’ın sırat-ı müstakim diye tesmiye ettiğimiz inanç sistemini tam manasıyla idrak ettiği zaman, artık hakikat kalden hâle, sözden fiile inkılap eder. Ve o insan artık iman ve İslâm’ı söz dili ile değil, beden dili ile anlatır. O insanın çarşıda, pazarda dolaşması, alışverişe çıkması dahi İslâm’ı tebliğ olur. Zira o hilkatin gayesini anlamış, fıtratın neticesine ulaşmış ve zirveyi yakalamıştır. O insan görüldüğü vakit her hâliyle halka Hakk’ı anlatır. Çünkü halk içinde Hakk iledir.

858) Kur’an’ı rehber, Resûlullah (s.a.v)’ı önder edinen her devlet gibi şanlı Osmanlı Devleti de ism-i Azîz’e güzel bir ayna olmuştur.

859) Allah mağlup olmayan mutlak galiptir. O yaratandır, yarattıklarına elbette galiptir. Sath-ı arz O Zât-ı Azîz’e isyan edip de mağlup olmuş ve helak edilmiş nice insanların, kavimlerin kalıntıları ile doludur.

860) Ey insanlar! Biliniz ki muvakkaten size emanet verilen ne malınız, mülkünüz, ne makam, mevkiniz sizi kurtaramayacağı gibi, peygamber çocuğu, akrabası ve yakını olmak dahi sizi kurtaramaz! Sizin kurtuluşunuz ancak iman ve salih amelde, Allah’a layıkıyla kulluk etmektedir. İzzet ve şeref de yükselmek ve yücelmek de ancak takva iledir.

861) Allah elbette zalimler zümresine hidayet etmez, onları doğru yola iletmez. Öyle ya kendilerini ilah ve rab ilân eden, hak ve hakikate karşı gelen, Zât-ı Azîz’e isyan eden zalimler Allah’ın nurundan nasıl feyz alabilir, nasıl faydalanabilir?

862) Allah’a isyan eden kavimlerin hüsrana uğramalarında, mağlup edilip helak olmalarında Allah’ın yenilmeyen mutlak galip olduğu görülmekte ve ism-i Azîz kendini güneş gibi tüm haşmetiyle göstermektedir.

863) Allah Azze ve Celle hiçbir zaman mağlup edilemez, her zaman ve her yerde galip olan ancak O’dur. O Zât-ı Azîz mutlak kuvvet ve kudret sahibidir, hiçbir şey asla O’ndan güçlü ve üstün değildir, olamaz. O hiçbir şekilde asla yenilgiye uğramaz. O en üstündür, en güçlüdür, izzet ve şeref sahibidir, şanı pek yücedir.

864) Mutlak kudret sahibi O’dur, ancak O’nun yardımıyla yaşar ve ancak O’nun yardımıyla muvaffak oluruz. Şeref ve izzet O’nundur, biz ancak O’na iman ve itaat etmekle onur buluruz.

865) Yaratan O’dur diğer tüm mevcudat yaratılmıştır. O’nun nihayetsiz kudreti, mahlukatın nihayetsiz âcizliği ve O’nun kudretine muhtaçlığı aşikârdır. Kâinatı ve mahlukatı yaratan ve bu eşsiz düzeni kuran O’dur. Her mahlûk ancak O’nun emri ve iradesiyle hareket etmekte ve O’nun rahmeti ve kudretiyle yaşamını sürdürebilmektedir. O dilemedikçe bir yaprak dahi düşmez.

866) Cebbâr zat ismidir; eksikleri tamamlayan, dilediğini yapan ve yaptıran, hükmüne karşı gelinemeyen, istediğini zorla yaptıran anlamına gelmektedir.

867) Cebr, kırığı yerine getirip güzelce sarmak, eksiği düzeltip tamamlamaktır. Bu mânâdan hareketle ism-i Cebbâr mahlukatın ihtiyaçlarını gideren, eksiklerini telafi ve tedarik eden, tamamlayan, kırılanları onaran, işlerini yoluna koyan ve düzelten, dertlere derman veren ve bu hususta gereken her şeyi gereği gibi yapan mutlak kudret ve hâkimiyet sahibi Zât-ı Akdes’i ifade eder.

868) Cebr, icbâr etmek, yani dilediğini zorla yaptırmak anlamına da gelmektedir. Bu mânâdan hareketle ism-i Cebbâr, zorlu demektir, mahlukatı iradesine mecbur eden, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan, hükmüne karşı çıkılamayan, çıkılma ihtimali bulunmayan mutlak kuvvet ve kudret sahibi demektir.

869) O Zât-ı Cebbâr birçok fiilde insana cüz-i irade vermiş olmakla birlikte o insanın bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur da değildir. Külli iradesiyle dilerse ve hikmeti iktiza ederse insanın dilediğini halk eder, yerine getirir, yahut daha evlasını verir ya da hiç vermez. O dilediğini dilediği gibi yapar. Ne bütünüyle insanın iradesini elinden alır, ne de o insanın her dilediğini yapmaya mecburdur.

870) İnsanı övmek, dövmek demek.

871) Bir ile bir olalım.

872) Hakk’ı seven Hakk’a itaat etmeli.

873) Altını sarraf anlar.

874) Yürek dili zikir ve aşk ile açılır.

875) İnsan unuttuğunu düşünür.

876) Yağmur yağmaz, yağdırılır.

877) Herkes hak ettiği yere varacak!

878) Halk veliyi deli sanır.

879) Ey nefis! Hakikate perde olma!

880) Dil gizler, göz söyler.

881) Dinin temeli tevhiddir.

882) Aşk beden kafesinden ayrılmaktır.

883) Dost Dost’a kavuşmak ister.

884) Büyüklük ne yaş ile olur ne de lafla.

885) Müessir eseriyle tanınır.

886) Lider olunmaz, doğulur.

887) Kaderin inkârı imandan eder insanı.

888) Dost dostun dini üzeredir.

889) Hakkı tebliğ boynumuzun borcudur.

890) İmtihan mertebe içindir.

891) Hakk iyileri seçer.

892) Kur’an İslâm’ın kalbidir.

893) Zulümden ve zalimden Hakk’a sığın her dem.

894) Herkes kendine yakışanı yapar.

895) Şemsi suçlama, perdeyi arala!

896) Tahtta ölen de bir toprak da ölen de.

897) Kardeşlerim! Gafletle dolmayınız, günahla solmayınız. Sureten Müslüman olup da sireten Yahudi olmayınız.

898) Tevazu iddiası kibirdir.

899) Dava adamı olmak bedel ister.

900) Bir kimsenin hatası başkasına mal edilemez.

901) İlim amel ister.

902) Asıl kölelik korkaklıktır.

903) Her niçin Allah için…

904) İlim haddimizi bilmektir.

905) Önce edep, her dem edep.

906) Edip olmak bedel ister.

907) Her şey O’nu anlatır.

908) Kusur aramak en büyük yara. Allah dostlarında kusur değil, huzur ara!

909) Biz yalnızca Hakk’ın rızasına ve muhabbetine talibiz.

910) Hakk’tan gayrı gerçek varlık yoktur, bilmek gerek. Ve dahi yalnızca Allah’tan korkmak gerek.

911) İlahi aşk için seferdeyiz. Sefer bizden, zafer Rabbimizden.

912) İstişare kimi zaman farzdır.

913) İnsan fikirle büyür.

914) Şol imtihan kaç aşamalı? Müslüman inandığı gibi yaşamalı.

915) Gönül güldür, dil bülbül olmadan tamir olunmaz. Âmil olmadan âmir olunmaz.

916) Kusuru nefsinde ara!

917) Muhabbet bizim işimizdir, umum ehl-i iman kardeşimizdir.

918) Tarikat sünnet düşmanları için barikattır.

919) Çalışarak dinleniniz.

920) Aşk ile ağlayanlar evliyadır, samimiyet ne güzel bir aynadır.

921) İstişare ehil olanla yapılır.

922) Hakkı haktan sapmadan söyleyiniz.

923) Herkes hak ettiği yere varacak!

924) Kardeşlerim! Biliniz ki Allah rızka kefildir, bildiğiyle amel etmeyen talebe-i Ebû Cehil’dir.

925) Kendinle barış, kendinle yarış! Hakikati keşfeyle, karış karış!

926) Seven sevdiğini elbette uyarır.

927) Gönül derya, kıyı dil. Rabbini hakkıyla bil!

928) Kaybetme kullukta istikrarı, yoktur bu hayatın bir tekrarı.

929) İnsanı insan yapan akıldır, akılı akıl yapan felsefedir, felsefeyi felsefe yapan hikmettir, hikmeti hikmet yapan ve kemale ulaştıran vahiydir.

930) Yazar seherlerde âşığın muvahhid kalemi, hikmetle okur, ibretle okutur her bir âlemi.

931) Gel de şu kuşlardaki renk sanatını seyret! Mümkün mü etmemek hayret? Kim bu görünmez sanatkâr fikret!

932) Ya Rab! Aşkınla ağlayıp duruyorum anbean yerde, göster bana Refîk-i A’lâ’ya çıkan merdiven nerde!

933) Kiminin maksadı Ali, kimininki takdir-i Rıza. Bizimkisi ise, yalnız ilahi rıza.

934) Gündemimdeki değişmez konu, her şey anlatıyor her dem O’nu.

935) Yalvarıyordun dün, isyan edersin bugün. Unutma ey Ogün! Gelecek o gün, kulluktur özgürlüğün.

936) Mümin başını ancak Hakk önünde eğer, ilahi aşk uğruna her ne çeksen değer.

937) Aldanmayalım asla ve kat’a hilekâr hisse ve nefse, alalım Kur’an’dan payımıza düşen hisse ne ise.

938) Hazineye uçuran ulvi bir kanat, en büyük zenginliktir kanaat.

939) Dediler: “O zât sürekli senin gıybetin yapar, sense sürekli ona iyilik yapar.” Dedim: “Bu kul Hakk’a tapar, her iyiliği yalnız O’nun için yapar.”

940) Görsem ki bir insan beni övüyor, sanki beni dövüyor. Öyle ya… Allah’tan gayrısını ne diye övüyor?

941) Aklaşmak için, yaklaşmak için, yalnız Sen’in için, kesiyoruz kurban. Ne olur kabul buyur, şu âciz kullarından!

942) Zalim sanma, kâr kalır yaptığın yanına! Mazlumun duası çıkar Hakk’ın katına.

943) Sağlam değilse bilgilerin alındığı kaynak, bilgeyim sananlar olur cehalete sığınak.

944) Kibiri vakar, tevazuyu zillet sananlar, işte onlardır insanlıktan nasibi pek az olanlar, ettiği zulmün farkında olmayanlar.

945) Seherleri parselle, aşkımızı keşfeyle! Sonra ne dersen de, başım gözüm üstüne.

946) Dilden dökülür nice hikmetli heceler, lütuftur Hakîm-i Rahim’den geceler.

947) Aşk ile dönerler, aşka dönenler. Tüm benliğiyle, Hakk’a dönenler. Kabirde, mahşerde ve ahirette güler bu kutlu yüzler, Rablerini perdesiz görürler.

948) Ey nefis! Gaflet ve sefahatle zannettiğin yükseliş, aslında tam bir dibe iniş.

949) Evlilik mükemmeliyet değil, sorumluluktur. Evlilik sünnettir, insani bir düsturdur. Evlilik istikamettir, şuurdur. Evlilik emniyettir, doğruluktur. Evlilik muhabbettir, sürurdur. Evlilik hürmettir, mutluluktur. Âciz insan kusur bulur, aziz olan huzur bulur.

950) Bir öğün yemeğe verilen para, bir kitaba verilmiyor. Midenin rızka, muhtaç olduğu biliniyor da aklın ki nasıl bilinmiyor?

951) Gel Bir ile bir olalım, yüreklerde taht kuralım. Hakk’a gerçek kul olalım, hakka giden yol olalım.

952) Kanlıdır gözlerim, Mevla’yı özlerim. Bilmem ne vakit biter bu hasretim.

953) Mümine şevk veren ihlâs, bu şevke eren ne de az.

954) Kalk da şu zikir meclisine bak! Kuşların her biri diyor Hakk! Hakk!

955) Şol ömür nerde eridi? Hayatım filim şeridi, visal meleği geldi, o Arş’tan uzanan eldi.

956) Yok idim, var edildim. Akıl ve iradeye verildim, kendime emanet edildim. Hiçliğimle emaneti yüklendim, benliğimle emaneti kaybettim.

957) Kâmil adam eder daim takdir, artırır insanın gayretini. Ham adam eder daim tekdir, eritir insanın gayretini.

958) Ey nefis! Bilir misin ömür gününün saati kaç? Gafletten, dalaletten Rabbi’ne kaç!

959) Abdal konuşunca tüm şairler susar, Güneş varken lambaya kim ihtiyaç duyar?

960) Hakk nurunu söndürmeye çalışan olur rezil, Kahhar-ı Müntakim eyler er geç o zalimi zelil.

961) Lâ ilâhe illallah sözü, namaz ile olur bir eylem. İbadet eylemleri, lâ ilâhe illallah ile olur söylem.

962) Küfür insanı boğar, üfür dalalet uçar. Şükür hidayet doğar, sen bu aşk ile ağar.

963) Bahtiyardır kâmil âmil, ne bedbahtır zalim amir.

964) Kim veli kim deli halkça bilinmez, şol aşkımız gönüllerden silinmez.

965) Ey nefsim! Hayat gününün güneşi batmadan, kalbin son kez atmadan, ölüm uykusuna yatmadan, gençlik ağacın yapraklarını dökmeden, ömür baharının kışı gelmeden, sayılı gün bitmeden, Rabbi’ne dön, Ruh bedenden gitmeden!

966) Kesretten vahdete döndük yüzleri, tefekkür ve hikmete verdik özleri.

967) Bu Muhammedî bir mizan, bundan doğar eşsiz nizam. Hakk için sevmelidir insan, Hakk için buğzetmeli vicdan.

968) Yâ Rab! Mayınlar döşeseler de yollarına, bu da zor gelmez asla samimi kullarına.

969) Ana karnından günahsız geldik dünyaya, gayemiz ahsız dönebilmek Mevla’ya.

970) Ey Sevgili! Tek Sevgili! Âşığın emeli, ne cennet ne de huri. Bir damlacık muhabbet, bir zerrecik aşktır elbet, ey Mahbûb-u Ezelî!

971) Abdal âşık her dem anlatır Mevla’yı, abdala adavet eden bulur belayı. Dilimiz okur her dem ulvi duayı, neyleyelim bedduayı?

972) Sen onlara aldırma, hak yoldan ayrılma! Tenekecidir onlar, altını sarraf anlar.

973) Çok konuşmak çok bilmek değildir her daim. Bilmemekten değil, hikmetten susar âlim.

974) Nasıl güzel bakarsın zulme, perde mi indi gözüne, mühür mü vuruldu gönlüne? Cerbeze yapan sürüne!

975) Hakkın önündeki en büyük set, vallahi kibirdir, vallahi haset.

976) Zikir ve aşk ile açılır insanın yürek dili, doksan dokuz esma aydınlatır bu başkenti.

977) Dondurucu kışta elbet üşünür, insan unuttuğunu zaman zaman düşünür. Müttaki ölümü ne diye düşünür?

978) İzdivaç imtizaçtır, muhabbettir, şefkat ve hürmettir.

979) Biz yaşadık, kalem yazdı. Kalem sustu, âlem yazdı. Ne kadar sevsem de azdı, Allah’ım bu nasıl bir aşktı?

980) Fani bir sevgiliden, ani gelen ölümden, Sana sığınırım ben, sığınırım Sana ben.

981) Bizim dergâhımızda yoktur öfke, kin, nefret. Var olan ilim, hikmet ve bir de muhabbettir ki beklenen bu elbet.

982) Lütfunla döndüm özüme, seherde uyku girmez gözüme. Zikrin ilaçtır gönlüme, aşk olur dökülür sözüme.

983) Binek yaptım nefsi, ben bilirim haddi. Açılsa gayb perdesi, imanım ne artar ne eksilir Yâ Rabbi!

984) Sular aşk ile dağları yaracak, herkes hak ettiği yere varacak.

985) Hakk katında olursan bir veli, halk yanında sanılırsın deli.

986) Aşk şarabı içti bu kul, mutlu yâ Resûl! Ne zaman vuku bulur şu kutlu vusûl?

987) Maatteessüf biz aşkı yazmadık, yazamadık… Ama Biiznillah aşk bizi yazacak.

988) Aşk dediğim Hakk’tan bir anahtar, gönül kapısını hakkıyla o aralar.

989) Yâ Vafi! Sensin Bâkî! Yâ Vafi! Sevgin kâfi.

990) Maymundan insan olan yoktur, insan iken maymun olan çoktur.

991) Şükretmek için sebep çok, şükürsüzlük için neden yok.

992) Yâ Nûr! Sensin Huzur! Yâ Nûr! Sevgin sürur.

993) Olma hakikate perde üstüne perde! Ara, bul gönül pistine inen uçak nerde!

994) Dil gizler, göz söyler. Kalbi örtemez gözler, hiç gizlenir mi özler?

995) Bir yudum muhabbete, bir zerrecik aşka geldik.

996) İlahım, Rabbim, Malikim Sen’sin, Sen’sin ey Yaradan! Hayalim, emelim, hedefim sevgindir Yâ Rahman!

997) Mevt visal, ölüm düğün. Ne diye olsun hüzün?

998) İlmin özü hakikatte iki kelime eder. İhlâs kömürü elmas eder, riya elması kömür eder.

999) Elbette tadacak ölümü her can, o vakit ki Azrail’in kapına dayandığı an. Artık bitmiştir batıl olan her zan, o an konuşur sadece iman.

1000) Ey dünya, bakma bana öyle mağrur! Nedir bu kibir gurur? Sen de fânisin Yûnus gibi. Bilmem kaç yıllıktır ömrün, ama sen de öleceksin bir gün.

Şair'ül İslam Yunus Kokan


( Şairül İslam Yunus Kokan Sözleri 4 başlıklı yazı Şairülİslam tarafından 15.08.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.