İlk gençlik yıllarımda daha henüz çocukluktan sıyrılamamışken pazardan sarı parlak tüyleri olan küçük civcivler almıştım. Ben çocukluğumdan kolayca sıyrılıp ergenliğe ve ardından da yetişkinliğe kolayca geçen insanlardan değildim. Yaşıtlarım ergenliğe çoktan girmiş ve rüyalarında cenabet olmaya başlamışlarken benim alnımda bir tek sivilce dahi çıkmamıştı. Bunun nedeni genetik faktörlerden kaynaklanabileceği gibi yetersiz beslenme koşullarından da kaynaklanıyor olabilirdi elbette. Ancak bence asıl nedeni annesiz ve babasız büyümeye çalışmamdan kaynaklanıyordu. Sanırım biraz da akranlarımın aksine Anadolu’da saf olarak tabir edilen aptallığımdan kaynaklanıyordu. Bu durumu insanlar kolay kolay kendilerine itiraf etmek istemezler ama ben o yaşta da aptaldım ve hala da aptal olduğumu düşünüyorum. İnsan ne olduğunu bilmeli. Elbette bahsettiğim bu aptallığı gidermek için kitaplar okudum, yazılar yazdım, belgeseller izledim ve hatta bazılarının bahsettiği gibi klasik müzik bile dinledim hoşlanmasam da klasik müzikten. Yani Beethoven, Mozart ya da Vivaldi aptallığımı gidermem hususunda hiçbir işe yaramamıştı. Sonunda bu aptallığı kabullendim ve özümsedim. Keskin bir zekaya sahip değildim, söylenenleri ya anlamıyor ya da yanlış anlıyordum, hazır cevap birisi değildim. Ama bunun dışında sadık ve sorumluluk sahibi birisi olduğumu açıkça söyleyebilirim. Hafızam kuvvetlidir ve sahiplenme güdüm de oldukça güçlüdür. Elbette tüm bunlar aptallığın özellikleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü keskin zekaya sahip kimselerin hafızası pek iyi değildir, sabitliği fazla sevmezler, sadık oldukları söylenemez ve sorumluluklarından hazırcevaplılıklarıyla kolaylıkla sıyrılabilirler. Birisi bana bir şey söylediğinde ne söylediğini açıkça söylemeden ne anlatmak istediğini anlamam pek mümkün değildir mesela. Bu konu da fazla hayıflanmıyorum artık. Bir zamanlar çok fazla hayıflandığım ve bu konuda epey alınganlıklar gösterdiğimse kesinlikle bir yalan değildir.


 
Annem ve babam ben altı yaşındayken boşanmışlardı. Babam şiddet yanlısı bir sadist bir sosyopat olduğu için annem dayanamamış ve evden kaçmıştı. Babam kadınları dövmeyi kendinde bir hak zanneden bir cahildi. Annem defalarca hastanelik oluncaya kadar dayak yedikten sonra evden kaçmış ve bir daha karşılaşmamak üzere ayrılmışlardı. Yalnız pek de küçük olmayan bir detay vardı ki annem yalnızca babamdan değil ben ve küçük kardeşimden de boşanmıştı sanki. O zamandan sonra annemi bir daha görmedim. Annemin görüşmek yönünde bir talebi ya da isteği olmasına da şahit olmadım. Annem sanırım babamdan gördüğü kötü davranışlar ve şiddetle çocuklarını da özdeşleştirmiş ve bu sebepten bizden de soğumuştu. Babam ve annem yoksul kimselerdi. Babam çok işsiz kalmıştı. İşsiz kalmasında 1980 darbesinde fişlenmesinin de elbette büyük payı vardı. Yoksul ve dul kadınların bekar kalmasının toplum tarafından pek hoş karşılanmadığını biliyorum. Sanırım bu sebepten olacak annem boşanmadan bir ya da iki sene sonra evlenmiş. Babam da anneme inat olsun diye evlenmiş. Babamın ikinci evliliğine şahit oldum. Oldukça sıkıntılı ve sıkıcı yıllardı benim ve kardeşim için. Babam sanırım bize baktıkça eski evliliğini ve eski eşini hatırlıyor ve bize da olukça kötü davranıyordu. İkinci eşini köyden almıştı. Aceleye getirilen bir evlilik olduğu elbette her halinden belliydi. Şiddet bu evlilikte de oldukça olağan bir durumdu. Ancak çok genç yaşta olan ve sanırım okuma yazma bile bilmeyen babamın ikinci eşinin geceleri altını ıslatmak gibi bir huyunun olduğunu babam daha sonraları acıyla öğrendi. Babamın ikinci eşinden bir kardeşimiz daha oldu ancak fazla yaşamadı. Söylenenlere göre uykuya çok düşkün olan babamın ikinci eşi uyurken bebeği ezmiş olabilirdi. Bir akşam vakti ölmüştü küçük bebekçik çok iyi hatırlıyorum. Akşamleyin küçük bebeğin küçük tahta bir masanın üzerinde yıkamasını çok net hatırlıyorum ve o keskin sabun kokusunu. Şimdiler de o kokuyu ne zaman duysam ölümü hatırlatıyor bana. Küçük kardeşimiz öldükten sonra babam bu eşinden de ayrıldı. Birkaç görücü denemesi daha yaşadı. Bu soralar annem ne yapıyordu hiçbir fikrim yoktu. Çünkü annem gittikten sonra sanki herkes sözleşmiş gibi annem hakkında konuşmak bile yasak gibiydi. Anne kelimesinin ne kadar ıstrap verici bir kelime olduğunu (ki hala öyledir) o zamanlardan hatırlıyorum.


            Bir sabah kahvaltısında bir yabancı vardı. Yaşlı bir adam kim olduğunu sonradan öğreneceğim bu adam babamın istediği kadının babasıymış. Beni ve kardeşimi görmek istemiş. Elbette bizim tüm bunlardan haberimiz yoktu. Adam bizi beğenmemiş ve kadını babama vermemiş. Babam bu olaya çok içerlemişti sanırım. Bize çok kötü davranıyordu. Sonra başka bir şehre taşındı ve orada evlendi. Ben ve kardeşimse babaannem ve dedemin yanında kaldık. Babam evlendikten sonra bir haftalığına evinde kalmıştık. Ancak üvey anne ne yaptı etti bizimle geçinemeyeceği algısı oluşturdu evde. Babamda bizden tümüyle vazgeçti. Durum böyle olunca ben ve küçük kardeşim de babannemlerde kalmış olduk.  Babamı sene de bir ya da iki kez kısa aralıklarla sömestr tatillerinde görüyorduk. Bazen de telefon ediyordu o kadar. İşte şimdi kısaca bahsettiğim bu yıllar yaşıtlarımdan daha genç ergen olmama ve daha geç yetişkin olmama sebep olabilmiş olabilir diye düşünüyorum. Elbette bahsettiğim aptallık meselesinin de dayanağı bu olabilir.
 
            Pazardan aldığım sarı parlak tüylü küçük civcivleri karton bir kutuya koydum. Sanırım baş taneydi. Babaannem evde pek evcil hayvan istemez ama kendisinin de bahçede kümesi ve tavukları vardı. Bu yüzden sanırım pek bir şey demedi bu civcivlere. Kutunun içinde küçük çay tabağında ince bulgur, ekmek ve su da koydum. Gelip gidip civcivlere bakıyordum. Çok şirin ve çok hoş yaratıklardı. Civcivleri elime alıp incitmekten bile korkuyordum. Ama onlara sahip olmak beni o kadar çok mutlu etmişti ki anlatamam. Kardeşimden bile kıskanıyordum civcivleri. Kardeşimin civcivlere zarar vermesinden korkuyordum. Karton kutunun üzerine babannemin eski bir tülbentini örtmüştük. İki de bir tülbeti açıp ne yaptıklarını izliyordum. Karton kutunun en altına da gazete kağıdı sermiştik. Öyle ki civcivlerin küçük şirin dışkılarını bile sevimli buluyordum. Birbirlerine sokularak uyumaları ise izlemeye değer başka bir şeydi. Televizyonu, dışarı da oyun oynamayı bile unutmuştum. Bu civcivler hayatta o ana kadar sahip olduğum en güzel şeylerdi.


            Kardeşim kutunun üzerindeki tülbenti açtığında üzülüyor ve civcivleri kardeşimden kıskanıyordum. Kardeşim;


-          Abi elime alabilir miyim? Diye sorduğunda nasıl da endişelenmiştim şimdi bile çok net hatırlıyorum.
 
Civcivlere bir zarar vereceğinden korkmuştum. Derken akşam oldu elbette. Hangi aydı, hangi yıldı pek hatırlamıyorum. Babaannem civcivleri artık rahat bırakmamı söylüyordu. Civcivler akşam olur almaz uyuma sesleri çıkarıp birbirlerine sokulmuşlardı. Ben yatağımın kenarında olmalarını istiyordum. Ama babaannem bunun mümkün olmadığını söyledi. O zamanlar mutfak olarak kullandığımız evin batısındaki odanın pencere kenarına koydum civcivleri. Sonra televizyon izlemeye koyuldum. O odanın batıda olduğunu şöyle hatırlıyorum ki akşam olurken pencereden güneş ışıkları süzülüyordu.


            Akşam yemeği, televizyon derken civcivleri çoktan unutmuştum. Sonra uykum geldi ve her zaman ki gibi salona benim ve kardeşim için yer yatağı yapıldı. Yatağa yatar yatmaz uyumuştum. Normal de deliksiz bir uyku çeken ben o gece defalarca uyandım. Civciv sesleri duyarak uyanıyordum. Bir çığlık gibi yankılanan civciv sesleri ve buna bir anlam veremiyordum. Yatağımdan kalmaya korkuyordum. Böyle en az dört ya da beş kez uyanmıştım. Ama sonunda uyku mutlaka galip geliyordu. 


            Sabah olduğunda güneşli bir güne uyandım. Gece uykum devamlı bölündüğü için normalden daha geç uyanmıştım. Babaannemin seslerini duyuyordum. Çok üzücü bir şekilde sitem ediyor gibiydi. Yataktan kalkıp evin önündeki çardağa gittiğimde babaannemi civcivleri koyduğum kutuyla birlikte görmüştüm. Civcivler boylu boyunca güneşin altında yatıyorlardı. Birisi hariç hepsi ölmüşlerdi. Buna çok ama çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Birisini de babaannem kalın bir bezin içinde ısıtmaya çalışıyordu. Bu kötü durum şöyle cereyan etmişti; civcivleri koyduğum pencere tek camlı ve eski tip ahşap doğramalı bir pencereydi. Bulunduğumuz yer ise tamamen İç Anadolu’nun orta yeri yani karasal iklimin göbeğiydi. Gündüz ne kadar sıcak olursa olsun geceleri ve özellikle sabahları kırağı düşecek kadar soğuk ve hatta ayaz olabiliyordu. Zavallı civcivlerin birbirlerine sokulmaları bile ısınmalarını sağlayamamıştı. Sabaha kadar soğuktan donarak ölmüşlerdi. Bu ölümün bir anda olmadığını ise çok iyi biliyordum. Geceleyin anlam veremediğim o sesler civcivlerin yardım sesleriymiş. Oysa ben bunları anlamamışım. Bahsettiğim aptallığımdan ve kalın kafamdan dolayı da bunu anlayamamış olabilirim diye düşündüm çokça.


            O son kalan civciv de bir kaç saat sonra ölmüştü. O zamana kadar sahip olduğu en sevimli ve en hoş varlıkları bir gece de kaybetmiştim. Üstelik gece beni kaç kez çığlıklarıyla uyandırmışlar ve yardım istemişlerdi. Çok ama çok üzülmüştüm. Bu üzüntüye geceleyin yardım çığlıklarına karşılık verememenin pişmanlığı da katılmıştı. Üzüntüden ağlayamıyordum bile. Son bir kez civciv cesetlerine baktım ve ardından onları bahçeye gömdüm. Önümüzdeki hafta pazarda yine civcivler satılıyordu ama kendimi suçlu hissediyordum. Bu sebepten asla civcivlerin satıldığı yere yanaşamadım. Zaten param da yoktu.


            İşte bu travma ömrüm boyunca beni adım adım izledi. Hala geceleri bazen o civcivlerin çığlıklarını duyabiliyorum. Bu travma yüzünden asla kararlarımdan emin olamıyorum. Ya verdiğim kadarlar birilerinin yardım çığlıklarını duymamak anlamına geliyorsa diye düşünüyorum. Attığım hiçbir adımdan emin olamıyorum. İnsanlara ne anlatmak istediklerini defalarca soruyorum emin olabilmek için. Ama istesem de hiçbir şeyden emin olamıyorum.


 Sonraları kişisel deneyimlerim ve fakültede öğrendiğim kadarıyla civcivlerin üşümemesi için annelerinin kanatlarının altına girmeleri lazımmış ya da 100 mumluk bir eski tip amplün ısısı geceleri soğuktan kurtulmalarına yardımcı olabiliyormuş. Ancak ben bunu o zaman bilmiyordum. Cahilliğim en sevdiğim şeyleri kaybetmeme neden olmuştu. Hep kaybetmekten korktum, öyle ki kaybetmemek için hiç kazanmadım çoğu zaman.


            Hayat enteresan bir öğretmen ve çok çeşitli öğretme yolları var. Nasıl bu civcivler geceleri ve soğuklarda annesinin sıcak kanatlarına ihtiyaç duyuyorlarsa insan da çocukken ruhunu ısıtmak için annesinin manevi kanatlarına ihtiyaç duyuyor. Benim de ruhum aynı bu civcivler gibi zemherilerde buz tuttular ve yardım çığlıklarını kimse önemsemedi. Şimdiki bönlüğüm, nerede ve kiminle olursa olsun kendimi yabancı hissetmem işte biraz da bu yüzden. Ben kimseyi sevemem ve kimsenin de beni sevdiğine inanamam. Çünkü bir ruhum her zaman soğukta kalmıştır.


Mesut ÇİFTCİ
           

( Travmamın Rengi Civciv Sarısı başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 11.10.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.