RUHUM SEYYAH OLMUŞ
Bir solukta okuduğum cümlelerin ve gözümün
sınırlarının algılayabildiği ölçülerdeki paragrafların yerini “Görmek” adlı
romanda neredeyse paragraf boyutunda cümleler, tam anlamıyla yazım ve anlatım
hatası diyemesem de kimin ne dediği belli olmayan, biri biterken diğeri
başlayan diyaloglar beni sık sık dalmalara, derin hayallere yönlendiriyor ve
kitabın içindeyken bir anda kendimi farklı mekanlarda buluyorum. Bu kitabın
devamı olduğu iddia edildiği için söz ediyorum, bir önceki kitabında da ilgi
çekici konusuna rağmen sözünü ettiğim noktada aynı hissi yaşatmıştı yazar bana.
Kim bilir belki de bu üslubuyla koca bir toplumdaki baskıyı, kafa karışıklığını
okuyucuya da yaşatmak istemiştir. Kitapta iktidarın baskısının son bulmasını,
olayların bitmesini isteyen toplum fertleri gibi adeta bu sürecin son bulmasını
ben de istiyor ve adeta kaçarcasına farklı hayallere dalıyorum…
Romanda sözünü ettiğim baskın rejimi
kurmaya çalışan başbakan ve adamlarını izlerken nasıl olduğunu bilmiyor kendimi
Ordu’nun Taşbaşı adlı Rum mahallesinde buluyorum. Ne işim var burada,
bilmiyorum. Karadeniz gezim sırasında bu mahalleyi gezi listeme özellikle
eklemiş ve gezerken mahallenin her bir evinin özenle düzenlenişine, her bir ev
sahibinin bahçelerini birbiriyle yarışırcasına estetik bir mimariyle
donatışına, farklı çiçeklerle bezeyişine, kısaca mahallenin her anlamda
güzelliğine hayran kalmış, içimden “İşte gerçek kentleşme böyle olmalı!..”
demiştim. Mahalleden çıkışımda ise düşüncelerim yaptığım kıyasla beni
karamsarlık ve hüzne bulamıştı. Çünkü köylerden kentlere plansız göçün sonucu
ortaya çıkan yüksek binaları görmüştüm bu şehrin geri kalan kısımlarında… Aynı
zamanda dibindeki denize yokmuş muamelesi sergileyen, sanki önündeki denize
sırtını dönmüşçesine güzelliklerinden faydalanamayan garip bir şehirdi
burası!..
Şehrin göz alıcı noktalarının ve daha
sonrasında gördüklerimin oluşturduğu kafa karışıklığıyla oradan ayrılırken bir
anda yanı başımızdaki Alaca ilçesindeki halamların müstakil evlerden oluşan
mahallesinde buluyorum kendimi. Sanırım bir kıyasın, bir özeleştirinin
hazırlığını yapıyor, buna istek duyuyor ruhum… Güzelim müstakil evler -güzelim, dediğime bakmayın; evler maddi
imkanların kısıtlılığında şekil almış, bu belli de- önlerinde yoldan görünümü
kapatmak için yapılmış yüksek duvarlar yer etmiş. Evin boyunca yükselen dış
duvarlar!.. İşin sosyolojik boyutunda bu durum, bireylerin birbirine
güvensizliğinin bir göstergesi değil mi, diye düşünüyorum. Oysa Rum
mahallesinde gezerken ağaçtan yapılmış ve çok beğendi-ğim doğal masalarında
kahvaltı yapan insanları görmüş, hatta rahatsızlık verme endişesini duyarak
kısa süreli de olsa onları zevkle izlemiştim. Olması gerektiği gibi bir aile
meclisi ve hoş sohbet bir kahvaltı anı… O yaşayanlar bugün itibarıyla hala
Rumlar mı bilmiyorum ama bir geleneğin yöre halkı tarafından severek ve
isteyerek yaşatıldığı çok belliydi. Peki bu sözünü ettiğim duvarlar bizde neden
vardı? Bizde, bizim toplum kültürümüzde birbirine güvenin daha belirgin bir
halde olması gerekirken gördüğüm bu tezat nedendi?..
Düşünürken toparlanıyor; kafamdaki bunca
soruyla adeta kitaptan, anlatımdan uzaklaşmanın yazara karşı mahcubiyetini
duyarak tekrar okumaya koyuluyorum. Başbakan ve bakanları baskı rejimine uymak
istemeyen halka yaptıkları sıkıyönetim vb. uygulamalara esasında içi boş, sözde
vatanseverlik duygularıyla yüklü anlamlar kazandırmaya çalışıyorlar. Güya
atalarımızın kanları ile kurdukları bu topraklarda bugünün halkının siyasilere
güvenleri kalmadığı için oy vermemeleri tam bir ihanetti. Bu çaresiz halkın
gösterdiği yasal ve toplumsal tepkiler “hainlik” yaftasıyla kirletilerek onlara
geri döndürülüyor, halkın geleceğine dair ümitler her geçen gün biraz daha
tüketiliyordu…
Bu acziyet beni sıkıyor yine… Tüm dünya,
tüm zamanlarda mı bu haksızlıklara maruz kaldı, diye düşünürken aklım bugünkü
dersin de etkisiyle yirmi beş yıl önce kaybettiğim babama gidiyor. Sanırım
kitaptaki halkın çaresizlikleri beni de bu çaresizliğime taşıyor… Son yıllarda
sınıflarıma “baba”lardan söz etmekte zorlandığım hissini hatırlıyorum. Zira
önceki yıl mezun ettiklerimde çok sayıda öğrencim vardı bunlardan birini bir
şekilde kaybeden… Ya ölümle ya da başka tür bir ayrılıkla… Evet, bunu yaparken
zorlanıyordum ama bu durum bende zamanla yeni çıkış yolları, yeni sosyal
faydalar kazanmama ve kazandırmama katkı sağladı. Şimdilerde o üzülür diye
korktuğum öğrencilerim, benim de onlarla aynı kaderi paylaşıyor olmamın
rahatlığı içinde oturuyor, benimle birlikte adeta kıskançlık duygusuna savaş
ilan ederek arkadaşlarının anlatımından keyif alıp ebeveynleri ile ilgili
anılarını dinliyorlar. Bu durum normal şartlarda anlaşılması zor biliyorum ama
uygun zeminler hazırlanıp zamanla kazandığımız doğru davranışlar sayesinde
dostlarımızın anılarını içine az hüzün katılmış tebessüm ifadeleriyle dinliyor,
kim bilir belki de yaşamak istediklerimizi dinleyerek yarım kalan hayallerimizi
onların desteğiyle tamamlıyoruz. Ardından da iç dünyamızdaki bu coşkun
duygularla anlatıcının yüzünde beliren mutluluğa eşlik ediyoruz. Zor olanı
başarıyoruz. Hem anlatıcılar da bunun farkında. Onların da bizi anladığını
sunumları sırasındaki gözlerimize dostça kaçamak bakışlarından anlıyoruz. Ve o
an içimden şunlar geçiyor: Dışarıdaki korkunç dünyanın eşiğinde biz ne kadar
ulvi duygular yaşıyor, küçücük yüreklerimizle ne kadar büyük işler
başarıyoruz!..
O ara, dersin başında öğrencilerimle
dinlediğim Yeni Türkü grubunun “Bana Bir Masal Anlat Baba” şarkısı geliyor
aklıma… Sonra neden bilmiyorum Sait Faik’in “Son Kuşlar” adlı hikayesinin son
paragrafı… Ve babalar varken bilinmeyen kıymetler, değerlendirilemeyen
cevherler!.. Feda edilmiş hayatların ardından evladından güler yüzden başkasını
beklemeyen bir baba hüznüyle geliyor karşıma… Babasının yokluğunda adeta bir
filozofun düşünce inceliğine ermiş bir evlat da yanı başımda… Tezatlar,
tezatlar, tezatlar!.. Sonra iç sesimle kendime sesleniyor, bu hayatın olağan
akışında bir gariplik var, diyerek isyan ediyor; birbirini tanımayan fakat her
ikisi de özlemlerle dolu bu iki koca yüreği özlemini duydukları duygularla
birbirine kavuşturuyorum!..
İşte sanırım başından beri anlattıklarımın,
ruhumdaki sıkıntıların beni getireceği rahatlama noktası sanırım burasıydı…
Sonra içimdeki ses yine sesleniyor ama bu
hazzın keyfini biraz daha hissetmek istiyorum duracağım az daha…
Yılmaz OCAK
Yazarın