Hamiyetli Olmak Ya da Olamamak Asıl Mesele Budur

 

Davranışlarımızdaki hamiyet (Bir insanın yurdunu, ulusunu ve ailesini koruma çabası) değişkenlik göstermeden, yaşama alanımızdaki sürekli komşularının zenginliklerini ve düşüncelerini benimsedikten sonra, hoş görülü yaşamı devam edersek sorun yok… Lakin bunu taşımayarak beğenmeyerek, kıskanarak onları kendimizden aşağıda görerek, kendimizi sadece üstün görmenin neticesinde yaşamdan tat almadan sönük ve şiir gibi yaşantıdan yoksun olmak, insanlara uşakmış gibi davranma durumuna da düşüren hamiyetsizlik ( Bir insanın yurdunu, ulusunu korumama, yalnızca kendini çıkarını koruma çabası )bakış açısıyla, bu dünyada başka kimselerinkine benzemeyen bir yaşam tarzı gördüğümüz gibi savaşları yıkımları meydana getirmiştir…

Bu nedenle yaşamın hareketli coşkusunu, hareketliliğini, destansı atılımlarını deha ile aramak

boşunadır… Oysaki hem zaman, hem de göz nuru isteyen buluşlar muhabbet içinde tartışmalar açısından çok verimli olan insana değer vermek, hamiyetle sevmek gerekir ki bunlar gerçekleşsin.

Bu yaşam tarzında insan yalnızca kendini değil toplumu görür, bu özgün düşüncesiyle öylesine büyük bir titizlikle insanın mutluluğu için yaşar ki hayran kalırsınız, kendini toplumun refahına yaşamına gereksinimlerinin hizmetine adanmıştır ki, hiçbir işte gerçek dünyanın ötesine böylesine kendini adamış bir yaşantı bulamazsınız…

Bu düşüncenin verdiği zenginliğin verdiği haz duygusuyla bağımsızlık düşüncesi, vaz geçilmezimiz olur Avrupa'da sahte olan sömürgeci güçlerin özgürlükten iz taşımayan hareketi sonradan kendini gösteren bu hareketini yerle bir ederek, gerçek özgürlüğün insan yaşamına müdahale edilmeden olanının gerçek özgürlük olduğunu ispat ederek, sahte olanı yerlerde ayakaltında ezmiştir…

 

Geçen akşam eve geldim. Dediler:

                                                  - Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
                                     - Nesi varmış acaba?

- Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
- Keşki ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!

Bir fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin... Zira yol

Hem uzun, hem de bataktır...
                                         - Daha ala, kalınız
Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.

Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur ta belde.

Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;
"Gel!" diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.

Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,
Boğuyordum! Müteveffayı(ölmüş) bütün aferine.

Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!

Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!

Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrafını tek tük hisse.

Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun...
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:

Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ'âtı(ölü ışıklar) düşer bir mezara;

Kâh bir sakfı(Dam, çatı, tavan) çökük hanenin altında koşar;
Kâh bir ma'bed-i fersudenin(Eskimiş, yıpranmış, aşınmış.) üstünden aşar;

Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhâsa (Kişiler, şahıslar) çekinmez, sataşır;

Gecenin sütre-i Yelda’sını (perde örtü) çekmiş, üryan,
Sokulup bir saçağın altına güya uyuyan

Hanüman ( Ev bark, ocak) yoksulu binlerce sefilân-ı beşer;(sefiller)
Sesi dinmiş yuvalar, hâke( ölü balık gibi) serilmiş evler;

Kocasından boşanan bir sürü biçare karı;
O kopan râbıtanın(bağlantı), darmadağın yavruları;

Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:
Evi sırtında, sokaklarda gezen aileler!

Gece rehzen (Yol kesen, haydut, eşkıya.), sabah olmaz mı bakarsın, sâil (tayfa)!
Serseri, derbeder, avare, harâmî, katil...

Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre... Niçin? Belli değil!

Ya o biçare de rahmet suyu nûş (Zevk ve sefa, eğlence) eyleyerek,
Hatm-i enfâs (Nefesleri tükenmek.) edivermez mi hemen "cız!" diyerek?

O zaman sâmi'anın (İşitme Duyusu), lâmisenin(Duymanın) sevkiyle
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!

Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi...
Ne yalan söyleyeyim kalbime haşyet geldi.

Hele ya Rabbi şükür, karşıdan üç tane fener
Geçiyor... Sapmayarak doğru yürürlerse eğer,

Giderim arkalarından... Yolu buldum zaten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!

İşte karşımda bizim yâr-ı kadimin yurdu.
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.

Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip

Açıversem... İyi amma kapı zaten aralık...
Galiba bir çıkan olmuş... Neme lâzım, artık

Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.

Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!

Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakirin sesini:

- Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabahat ki haber yollamadım.

Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun...
Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.

Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın...
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.

Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.

Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nur indi mumun kör gözüne!

O zaman nim açılıp perde-i zulmet(karanlık ışıktan yoksun), nâgâh,(ansızın)
Gördü bir sahne-i üryan-ı sefalet ki nigâh,(bakış)

Şair olsam yine tasviri otur bence muhal: (olanaksız)
O perişanlığı derpiş(aklında geçirme) edemez çünkü hayâl!

Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.

- Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık, şunu, bir...
- Sen otur, ben ararım...
                                 - Olsa içerdik, iyidir...

Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme...
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,

Başladım kaynatarak vermeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.

- Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.

- Mehmet Ağa’nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.

Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.

Hadi aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, namerde el açmak iyi mi?

Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!

Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iç yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.

Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman

Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç
Görüyorsun daha gelmez... Yalnızlık pek güç.

Bazı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!

- Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.

İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına...
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,

Başladım uyku taharrisine, lâkin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.

Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakir âdemi memnun edeyim.

Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sade!

O zaman koptu içimden şu tahassür(herhangi bir kimse için üzülme) ebedî:
Ya hamiyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

Mehmet Akif Ersoy

 

Hamiyet: Arapça. Bir insanın yurdunu, ulusunu ve ailesini koruma çabası

 

Rabbim hamiyet sahibi insanların sayılarını arttırsın, selamlarımla.

Mehmet Aluç


( Hamiyetli Olmak Ya Da Olamamak Asıl Mesele Budur başlıklı yazı kul mehmet tarafından 27.10.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.