Hani derler ya, “Su dışımızı müzik içimizi
temizler.” Her ne kadar bazı derin (!) hocalarımız müziğin dinimizce hoş karşılanmadığını
vaaz etseler de doğup büyüdüğüm topraklarda böylesi görüşlere ilgi yoktu. Ki,
başta anne-babam, amcalarım, yengelerim, dayılarım… Bütün köy halkının
atalarından öğrendikleri gibi inançlı insanlardı. Dini görevlerini eksiksiz
yerine getirenler çoğunluktaydı.
Köyümüz
müderris yetiştirmiş. Bir büyüğümüz anlatmıştı. Düğünlerin birinde, gençler
büyük bir halka oluşturup halaya çekerlerken gençlerin yanından geçen müderris
halaya tutulup kısa bir süre oynayanları onurlandırmış.
Demem
o ki, Karadeniz Bölgemizin içlerinde ırak bir köyde başladı öğretmenlik
yaşantım. Sahil kent ve köylerinde kemençesiz yaşam düşünülmezken çalıştığım
köyde çoban kavalına üflemek, horona düzülmek künâh (!) diye yasaklanmıştı. Buna
karşın düğünlerde tabanca sıkmak teşvik ediliyordu.
Evet
Karadeniz Bölgesinde, uzak bir köyde geçti çocukluk ve ilk gençlik yıllarım… Büyük
coşku yaşanırdı düğünlerimizde. Hani masallardaki gibi kırk gün kırk gece
yaşanmasa bile üç gün üç gece sürerdi. Ana çalgı davul-zurna başta olmak üzere
neydi. Ulusal ve dini bayramlar, yayla
festivali benzeri yayla düzlüklerinde üç gün süreli dal-zurna eşliğinde
şenlikler yapılırdı.
Kulağıma
ilk gelen çalgı sesi kaval sesi olmalı. Koyunculuk babamın biricik geçim
kaynağıydı. Koyunlarımızın çayırlarda çan sesleri tıngırdatarak yayılmasını
seyretmek babam için doyumsuz zevkti. Çok izlemişim koyunları izlerken
gözlerindeki parlak ışığı.
Babamın,
köyün en acar kaval ustalarından biri olduğunu ileri yıllarda çok duydum. Daha
ilkokula başlamamıştık. Babamın kavalının eşliğinde kardeşlerim, komşu
çocuklarıyla halay çekerdik fazla bir figür bilmezsek bile. Uzun kış
gecelerinde evde radyo yok maalesef. Babam coşardı bazı uzun kış gecelerinde kavalına
sarılıp Kara Koyum söylencesini anlatır ve ezgisini üflerdi. Ve de daha nice
ezgiler… Üflediği ezgilerin türkülerini de söylerdi.
İlk
kez köy düğünlerine ne zaman gittiğimi davul-zurna sesine ne zaman hayran
olduğumu anımsamıyorum. Mutimizde tanınmış ünlü zurna ustaları yetişmiştir.
Köylerimizde doğup büyüyen insanımızdan zurna ve ney sesini duyunca kalp
atışları hızlanmayan, gözleri ışıldamayan yoktur dersem abartı değil.
Düğünlerimizde
ve Pancarcı diye adlandırılan yayla eğlencelerinin bir gününde güreşler
yapılırdı. Güreşin kendine has bir ezgisi vardır. Güreş kaydesi diye
adlandırılan ezgi çalındığı zaman özellikle güreş seven gençleri bir titreme
alır. Bir an önce güreşe tutuşmak için sıralarının bir an önce gelmesini iple
çekerler. Köyümüzden Zülal Amcamızın zurna sesini duyduğumda, “Kalbim at… gibi
kabarır.” sözü zurna sesinin insanımızın gönlünde nasıl yeri olduğunu betimler…
Kaval
sesi duyduğumda ve de memleket işi zurna sesi duyduğumda çocukluk ve ilk
gençlik coşkulu kaygısız yıllarımı anımsar Orhan Veli usulü efkârlanırım. Hele
yanık kaval sesini duymak ağlatır beni.
Çocuktum,
mektep medrese, kara tahta nedir bilmiyordum. Yeşilliklerle bezeli kışla diye
adlandırdığımız yayladayım. Çamlar arasından ışıldıyordu güneş. Kollarıyla
sarılıp, parmaklarını hareket ettirerek üflediği adını ilk kez duyduğum tulum
adlı çalgı aleti ile büyük dayımın oğlu yaylamıza geliyordu. Tulum sesini de
çok sevdim.
Tulum,
bölgemizin bakir ormanlarının, çiçeklerle bezeli yayla düzlüklerinin, derin
vadilerde çağlayarak akan çaylarının sesinin ezgilerinin tınısını seslendirir.
Ve tulum ustasının sevdiği kıza olan yakıcı aşkının söze dökülmeyen duygularını…
Ortaokul
birinci sınıf sene ortası karne tatilinde İhsan Kozan’ın Affet Beni adlı
romanını okudum. Bir aşk romanıydı. Çocuk kalbimle çok etkilenmiştim. Roman kahramanı
duygularını aşkına kemanla anlatıyordu. Keman, iki sevgiyi birbirine bağlayan
büyülü sevgi meleği gibi betimleniyordu. İlginçtir keman nasıl bir çalgıdır,
sesi nasıldır? Bilmiyordum, lakin büyünce bir keman sahibi olup tanımadığım bu
müzik aletini tınılatatmalıyım diye hayaller kurmuştum. Orta üçte Müzik
öğretmenimiz Dursun Özdede getirmişti sınıfımıza bu büyülü aleti.
Trabzon’da
Öğretmen Okulu yıllarımda tanıdım kemençeyi ve Karadeniz’ine hızlı insanlarının
horonunu. Kemençeyi, günde çoğu kez dört mevsimin yaşandığı bölgenin mavi ile
yeşilin dans ettiği ve hırçın dalgalı Karadeniz’in nemli az tuzlu havasını
solumayanlar sevemez. Kemençe Karadeniz insanının zor doğayla yaşam savaşını
terennüm eden müzik aletidir. Okulda mandolinle yakinen tanıştım. Bir müzik
aleti çalmak zorunluydu okulda. Orta düzeyde mandolin çalmayı öğrendim.
Okulumuzda
piyano vardı bir adet. Müzik öğretmenimiz bazı derslerde piyano eşliğinde bize
okul şarkıları öğretirlerdi. Okulda özellikle müzik derslerinde birçok üflemeli
ve vurmalı müzik aletlerinin en azından adlarını öğrendik.
Öğretmen
Okulu’nda bağlama çalmasını öğrenen arkadaşlarımız vardı. Müzik gecelerinde
mandolin, flüt, bağlama, darbuka geceleri şenlendirirlerdi. Öğretmen Okulu
resim-yazı dersi öğretmenimiz klasik müzik plakları dinletirdi bizlere. İlk kez
Vivaldi’nin Dört Mevsim konçertosu o yıllarda dinledim.
Radyo
ile tanışmam ekonomik bağımsızlık edindiğim yıllara rastlar. Ülkemizde
televizyon yayınlarıyla birlikte yaşamın olmazlarından biri olan müzikle, müzik
aletlerinin doyumsuz tınısını yetesiye, sık sık dinlemem olanaklı oldu ancak…
Yurdumuz
güneşin yedi renk renklerinin güzelliği gibi yedi bölgesi de güzeldir. Ege ve
Akdeniz’in otantik çalgı aleti sipsi, kabak kemanesi, Orta Anadolu’nun sazı,
doğu ve güneydoğunun davul-zurnası kadar Karadeniz’in kemençe ve tulumu… da yurdumun yeşil yayla düzlükleri, mavi
deniz ve gölleri kadar bizimdir ve güzeldir.
Yerelden
başlayarak ulusal müziğimizi ve müzik aletlerini tanıyıp özümseyerek yaşamımızı
renklendiren bu alanda evrensele ulaşmak uçsuz bir mutluluk kaynağı…