ATTAN FARKIMIZ MI KALDI EVLADIM

                                              Koronalı günler

            Her gün olduğu gibi o günde “sağlıklı ol sağlıkta kal” diye kendi kendine adlandırdığı yürüyüşe çıkmıştı yaşına, başına aldırmadan.

           Ahmet Çavuş yetmişine merdiven dayasa da yaşını göstermeyecek kadar genç ve zinde duruyor, bu yüzden de ara sıra arkadaşlarının “ ne olacak dümüksüz, gaylesiz, hiç yıpranır mı bu adam” gibi yarı kıskançlık şakalarına maruz kalıyordu.

            Yıllarca esnaflık yapmış, zamanla göz ve kulaklarında aksamalar olmuş, bu yüzden müşterileriyle iletişim kurmada zorlanıyordu. Ailesini bir araya toplayarak ticareti bırakma kararını onlara açıkladı makul karşılanacağını biliyordu.

            İş yerini kapatırken arkadaş sorunu olmayacağını zannediyordu. Dükkanına kendisini günde en az yirmi arkadaşı ziyarete gelirdi, işi bıraktığında bunlardan her gün bir tanesiyle buluşsa yalnızlık sorunu olmayacağının zannederdi. Ama durum hiçte öyle olmadı, ‘evdeki hesap çarşıya uymaz’ misali meğer yanına gelenler vakit geçirmeye gelen eli boş tahifesi olduğunu anlamakta gecikmedi.

            Kahve ve park yaşantısı olmadığından dolayı bir müddet bir arkadaşının teklifiyle öğretmen evine takıldı. Orada hayata tekrar yeniden başlarcasına huyunu suyunu öğrenmeye çalıştığı birçok yeni arkadaş edinmeye başlasa da bu bir sabır işiydi. Yeni takılan kişiler burada giyim kuşamdan tut ki konuşmalarını,  eski huylarını ortama uyup ister istemez değiştirmek zorunluluğu hissediyordu.

            Günler, haftalar, aylar birbirini kovalarken Ahmet Çavuş önceden sadece selam alıp vererek tanıdığı hemşehrisi köylüsü ve belediyeden emekli Halil, Yüksel, Mehmet yine belediyeden emekli yakın köyden Özdemir’le atmış yaş üstü olarak yeniden tanışmak suretiyle selam arkadaşlığını gerçeğe dönüştürerek başkalarını kıskandıracak boyutta pek samimi oldular.

            Ahmet Çavuş soğuk betonlar üstünde yıllarca dükkanında nasip beklerken kendi kendine ”eğer şu işten emekli olursam her gün bir toplu iğne getirmeye üşenmeden beş km. yol yürürüm” diye hayıflanırdı. Dediği de oldu yıllar sonra.

             İlk önceleri yalnız başladığı yürüyüşleri kısadan uzuna olmak üzere zamanla günlük beş altı km. ye çıkardı. Aradan bir müddet geçtikten sonra arkadaşlarına yürüyüş önerdiğinde Yüksel ve Mehmet bel ve dizlerindeki rahatsızlığı öne sürseler de Halil ile Özdemir beyler kendisine ayak uydurmakta gecikmediler. Yüksel’inde kendisi gibi bağ evi olmasından dolayı arada sırada  beraberce köye gidip orada üç dört gün kalarak bağ işleriyle uğraşıyorlardı.

            İki bin on dokuz yılının bitimine üç dört ay kala Çin de henüz adı, sanı konmamış bir hastalığın yayıldığı, yakalananların fazla zaman geçmeden teni toprağa teslim ettikleri haber kanallarında dünyaya yayılmaya başladı. Hatta öyle zaman oldu ki içimizde buna sevinenlerin kahkahaları ayyuka çıkar duruma geldi. Güya Çin devleti bünyesinde yaşayan Uygur Türk’lerine yıllarca acımasızca çok zulüm yaptıklarından dolayı Allahın onlara verdiği bir ceza olarak yalan,  doğru bir takım yorumlamalar sosyal medyalarda dolaşmaya başladı.

            Aslında durum pek farklıydı, dünya bir salgın hastalıkla baş başaydı. Adı sonradan “korona ya da Covit on dokuz” diye adlandırılan bu illete aşı bulma gibi çalışmalar boşa çıkarken hastalığın yayılmasında ekonomik rekabette bulunan Amerika ve Çin birbirini suçluyorlardı.

            Hızla dünyaya yayılan hastalık iki bin yirmi yılı Mart ayı başlarında da Türkiye’de görülmeye başladı. İlk önceleri durum fazla ciddiye alınmasa da gün geçtikçe artan vakalar ve ölümlerden dolayı iş başındaki hükümet sıkı tedbirler almaya başladı. İş yerlerinin çalışma saatleri kısaltılırken sokağa çıkma yasaklarına gerek görüldü. Zamanla bazı iş kollarında kepenk kapatılma zorunluluğu getirdi. Bundan dolayı da ekonomide zorluklar baş göstermeye başladı eline imkan geçen fırsatçılar bundan yararlanmada vakit geçirmekte gecikmediler. Üstelik başka devletlerce bu hastalığı sanki biz yaymışız gibi haksız yere üzerimize kur baskısı ve turizm kısıtlamaları uygulamaya başladılar.

            Yaz sezonuna gelindiğinde hükümet bazı iş kollarında işi gevşetme yollarına gitti, malum işin ucu ekonomiye dayanıyordu, sıkıntı çeken iş kollarına fırsat tanınmalıydı ki adamların cebine üç beş kuruş girsin ki geçimleri kolaylaşsın, evlerine ekmek götürebilsinlerdi.

            Sosyal mesafe, temizlik ve maske gibi kurallara uymak gerekliliği vardı, ne de olsa bu tedbirler hastalığa karşı insanları koruyordu.

            Ahmet Çavuş ve iki arkadaşı bu kuralları ön planda tutarak günlük rutin yürüyüşlerine aralıksız devam ediyorlardı. Hastalığın ilk çıktığında herkes gibi onlarda kuralları hiçe sayarak yürüyüşe şehrin kalabalık Terme ya da Ankara caddesinden başlayarak maske kolda, ‘polisleri görünce takmak suretiyle’ Kent parktan Ankara yolu üzerindeki şehirlerarası otobüs terminaline kadar devam ediyorlar, bir yandan da  yol kenarındaki terk edilmiş bahçelerden elma, dut, ceviz gibi yiyeceklerden yemeyi ihmal etmeyip akşama yakın bir nakitte  evlerine dönüyorlardı.

            Güz mevsimi girip vakalar tekrar artıp ikinci dalga sesleri kulaktan kulağa yayıldıkça bizimkiler işin vahametini anlayarak yürüyüşlerine tenha sokaklardan devam etmeyi akıl ettiler, ne de olsa can tatlıydı.

            Ahmet Çavuş öğleye yakın arkadaşlarıyla her zamanki gibi buluşmak üzere öğretmen evinin yolunu tutmuştu ki birden telefonu çaldı, arayan arkadaşı Halil’di, “Gardaşlık ben bağ evindeyim, sobayı yaktım, fırınına kümbülü (patates) sürdüm, Özdemir’e haber et sizi eve bekliyorum, aman ehmal gelmeyin ha, bir saat de buraya kadar benim için yürümüş olursunuz, ölecek değalsiniz ya” .

            Özdemir önde Ahmet arkada kurallara uyarcasına birbirlerine laf yetirerek ağır ağır yürüyorlardı. Halil’in evi Ankara Kayseri yolu üzerinde bulunan Galericiler sitesinin üstünde çarşıya takriben yaya bir saate yakın mesafedeydi. İki arkadaş yarım saati geçkin yürüyüşten sonra önceki adı Uğur Mumcu, şimdiki adı basın anıtına geldiler.

            Anıta geldiklerinde imam öğle ezanı okuyordu. Anıt çevresinde günler öncesinden belediye ekiplerince yol ve kaldırım çalışması başlatılmıştı. Yol ve kaldırımlar makinalarca kazınmış yerine göre bazı kısımlar toz toprak, bazı kısımlar her nedense çamur deryasını andırır bir vaziyetteydi. Öğle yemek tatili olduğundan etrafta bekçiden başka belediye personeli gözükmüyordu. Oradan ara sıra geçen kimi vatandaşlar nefes almada zorlandığı için kimseye çaktırmadan maskesini burun altına indirirken kimileride düşen maskesini burun üstüne çekerek olumsuz yollarda zar zor yürümeye çalışıyorlardı.

            Özdemir kendisine yola devam etmek için yürümeye uygun

zemin ararken “adam boş ver çayırı, çimeni; çiğneyerek kese (kısa) yoldan gidelim” diyen Ahmet'in çağrısına kulak dahi asmıyordu.

            Uyanıklık yapan Ahmet’i görevli bekçi görerek  “hop hoop, abi hoop, çimi çiğniyorsun yasah yasaah”  diye ikaz etse de kim anlar. Ahmet duymamışlığa gelerek hiçbir şey olmamış gibi çimi çiğneyerek karşıya geçmeye çalışıyordu.

            Görevli bekçinin ikazları Ahmet Çavuş’a fayda etmiyor işine geldiğince hareket etmeye çalışıyordu, bu durum gittikçe bekçiyi sinirlendirmeye başladı, hatta bir ara öyle kızdı ki “gidip şu uyanığa bir iki sumsuk (yumruk) savurup canını yakayım ”diye düşünse de sonra birden vazgeçti. En iyisi başını derde sokmadansa bu adamı kelime oyununa getirerek yaptığı harekettin yanlışlığını ona bildirmeliydi.

           Bu düşünceyle sesini yükselterek “Amcaa, amcaa; dışarısı öğleyi geçti, sen ellaam acıktın, şimdi sorsam yeminde kalmamıştır, torban boş durduğuna göre.” Karşıdakinde en ufak bir tepki görmeyince daha da öfkelendi. “Emmi, dayııı, at mısın, her ne mahluksan torbanı çıkarda çimleri rahatça yayıl, (otlan) gayri ben görmem.”

            Ömrü ticaretin sabrıyla geçen Ahmet Çavuş’ta yıllar sinir denen hiçbir şey bırakmamıştı, yoksa mesleğinden ekmek yiyemezdi, öyle kolay kolay her şeye kızmazdı.

            Olduğu yerde durdu, yönünü oğlu yaşındaki bekçiye çevirdi, serde ‘hazır cevaplılık’ vardı “yaptığım hatanın bende farkındayım, bu melanet hastalık kimi ata çevirip torba taktırmadı ki” Az nefes aldı, ister istemez o da genç bekçinin yaptığı terbiyesizliğe kızmıştı, “Attan farkımız mı kaldı guzum, evladım” diyerek karşıya geçmeye çalışırken bekçinin ummadığı bu laf karşısında nutku durmuş, at yerine koyduğu adamın ardından baka kalmıştı.

 

 ERDOĞAN ÇALIŞKAN KIRŞEHİR 29 11 2029 KORONA GÜNLÜĞÜ

Öyküde anlatılanlar hayal ürünüdür, kişiler gerçek, Ahmet benim

 

           

   

            

 

 

 

 

 

           

           

 

 

( Attan Farkımız Mı Kaldı Evladım başlıklı yazı İpciERDOĞAN tarafından 30.11.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.