Kapıyı
açmaya çalıştı fakat kar kapının önüne yığıldığı için açılmadı. Bir zaman
yüklendi kızarak. 'La havle Ve la Kuvvete' dedi araladığı kapıdan dışarıya
bakarak. Sanki dışarıdan da birileri omuzluyormuş gibi oluyordu kapıdan. Zar zor
bir kendi sığacak kadar yer açınca yan tarafa dayadığı küreği alıp dışarı
çıktı. Yaklaşık 120 cm kar birikmişti kapının önüne, normalde 40 cm
kadardı ama gece tipi savurup kapının bulunduğu tarafı adeta yükseltmişti.
Çıktıktan sonra bir kişinin sığacağı kadar bir yol açmaya başladı. Önce Tuvalet tarafını iyice kürüdü, sonra ahırın önünü açtı ki hayvanları az sonra suya götürecekti.
Gece yağan kar dinmiş, güneş ışıklarını göstermeye başlamıştı. Güneşin soğuğa
bir etkisi olmamakla birlikte sadece aydınlık anlamında bu dağ köyüne fayda
sağlıyordu. Hızlı bir şekilde yol açan Abdurrahman, kapıdan çıkan oğlana
gülümseyerek baktı. 'Uyandın mı kara oğlum benim, hadi hayırlı sabahlar, hemen
hayvanları suya götürelim' sonra serbestsin. Çocuk 15 yaşlarında, ağır başlı,
köyde efendiliği ile bahsedilen birisi idi. Bu efendiliğini tasdik eder şekilde
de yaparak tamam şeklinde kafasını sallayıp önce kuraklıktan aldığı ibrik
ile tuvaletin yolunu tuttu.
Çok
geçmedi ki hayvanları çözüp dışarı çıkardı, yavaş ve soğuk adımlarla çok da
uzak olmayan çeşmeye doğru yollanmışlardı. Hayvanları çok sıkılamadan, yerlerin
don olacağını da hesaplayan Hüseyin aheste aheste yürüyordu. Bir ara imrenip
yerden biraz kar aldı ağzına koydu. Dişleri adeta donmuştu, titrediğini
hissetti. Hüseyin elini montunun içine iyice sokarak ısınmaya çalıştıysa da çok
da etkili olmamıştı. Çeşmeye yüksek ihtimal kendilerinden önce bir kişi daha
hayvanlarını getirmiş olacak ki hayvan izleri vardı.
Köyün çeşmesinin üç adet oluğu iki tane de kurması vardı. Hayvanlar su içerken öğrenile
geldiği üzere ıslık çalınır onların suyu sakin bir şekilde içmesi sağlanırdı,
öyle de oldu. Çeşmenin yanından ayrılırken köyden birisi daha hayvanlarını
getirmek üzere çeşmeye yönelmişti. Karşılaştıklarında şakalaşma mahiyetinde bir
birlerine kartopu attılar, kendisinden bir kaç yaş büyük olan Murat idi bu. İyi
geçinirlerdi, halasının da oğlu oluyordu aynı zamanda, böyle kış akşamlarında
onlara gider dokuz taş oynarlar, oyunu sonuna doğru az da olsa mızıkçılık
çıkar, halası ona güzel bir umaç yapıp, gönlünü alırdı.
Murat hayvanlarla gülerek geçtikten sonra neden bilinmez bir hamle yapıp geri
dönerek büyükçe bir kartopu alıp tepesinden aşağı çevirmişti. Bir yandan da
'Dayımın oğlu, kar topu böyle olur diye iştahlı iştahlı gülüyordu. Yaşça da
büyük olan Murat' a karşı hiç bir şansının olmadığını anlayan Hüseyin uzaklaşıp
kartopu atmayı yeğlemişti, bunda da çok başarılı olduğu söylenemezdi ya.
Kapıya
geldiğinde hayvanları içeri sokmadan beklemesini söyledi annesi, elinde ki
değneğe dayanıp beklemeye başladı. Bir yandan da annesi ile muhabbete
takılmıştı. Sabah kahvaltı da ne yaptığını öğrendi, aldığı cevaba o kadar mutlu
olmuştu ki için için seviniyordu. Sündürme, çökeleğin yağda eritilmesi ile
yapılan bir köy yiyeceği idi. Yufka ekmek ile yemeyi çok seviyordu. Bir de
kaynamış köy yumurtasına hayır demezdi.
Normalde şehirde yatılı bir okulun pansiyonunda kalıyordu, sömestr tatili için
gelmiş olan Hüseyin, özlemini bazen Tımbırlı adını taktığı köpeği ile konuşarak
gideriyordu. Aslında o hemen hemen bütün hayvanlarla da konuşurdu. Bazen ev
kedisi Zalim ile bazen Küçük buzağı Alabula ile bazen de Sarı inek ile uzun
uzun dertleşirdi. Platonik de olsa bu dertleşmeler kendisini iyi hissetmesini
sağlardı.
Babası
ahırda hayvanların altını temizlenmiş, kuru dedikleri kurumuş hayvan gübresini
yere sermişti. Bu işlem hemen her sabah tekrarlanırdı. Yine öyle olmuş fakat
babası bugün biraz geç kaldığı için kapıda beklemek zorunda kalmışlardı.
Babasının işareti ile içeri aldılar hayvanları, hepsi zaten yerini biliyordu. Tek
tek yerlerine bağladılar, saman ve yemlerini de verdikten sonra en mutlu olduğu
şey olan tımar işine başladı Hüseyin. Adeta hayvanlara masaj yapıyor gibiydi.
Onların o tüylerini düzeltirken kendisinin hissettiği mutluluğu anlatamazdı.
Hepsini tek tek tımar etti. Ama en çok da Alabula'nın yanında bekledi. O
bunları yaparken annesi de sağma işlerini yapıyordu. Tüm bu mutlu tabloyu
annesinin 'Hadi yavrum çöz buzağıyı da emsin annesini o da acıkmıştır. Baksana
bakışlarına' sözleri bölmüştü. Çözdü ve de annesinin yanına koşarak
gitmesini izledi uzun uzun.
Ahırda ki işleri bitmiş eve dönmüşlerdi. Sobayı sabah babası yakmıştı, çayı ve
sündürmeyi annesi hazırlamış, sofraya da bizzat Hüseyin yardım etmişti. 'Kaymak
var mı' diye sordu annesine zira Bal kaymağa bayılıyordu. Babasının arıları
vardı kendi yiyeceklerini karşılayacak kadar, fazla olursa da zaten eşe dosta
dağıtıyorlardı. Köyde bunlardan hediye çıta Bal almayan kalmamıştır
diyebiliriz.
Annesi
bildiği için zaten hazırlamıştı bile bal kaymağı. Sofraya oturdukları sırada
Murat daldı içeri, 'Dayı, Hüseyin' e bir sorsana o son yediği kartopunun tadı
nasılmış' kart gülüşlerle süslediği sözlerine kimse alınmıyordu. Hüseyin
aslında biraz sinir olsa da seviyordu onu. Bunun muhabbet olsun diye
söylediğini biliyordu.
Hep
birlikte oturdular sofraya, Murat sobaya yakın oturup çayları dökme işini de üstlenmişti.
Murat' ın gelmesi üzerine Hüseyin’in annesi çok sevdiklerini bildiği için ‘size
bir de ekmek kızartayım demiş ayağa kalkmış ve o sırada büyük uğultu duyulmaya
başlamıştı. Öncesindeki köpek havlamalarını, kedinin kendisini adeta duvarlara
vurmasını hiç belki de hiç hatırlamayacaktı.
Uğultu
adeta toprağın altından gelen bir canavar gibiydi. Öyle korkunç bir sesti ki
herkes şoka girmiş, hareket edemiyordu. Duvarlar titriyor tavanın örtüsü
ağaçlar adeta kâbus gibi çöküyordu. Daha önce yaşadıkları depremler gibi
değildi bu sefer ki de ayrıca. Dehşet bir sıkışmadan olsa gerek patlamaya
başlamıştı duvarlar, işte her şey bundan sonra olacaktı. Keskin kokulu bir toz
bulutu kalktı havaya, adeta boğazlara sıvanıyordu. Kıyamet bu olsa gerek,
herkes herkesten kaçıyordu ve fakat hareketsiz bir şekilde idi de.
İniltiler
aldı uğultunun yerini, ahır tarafından gelen acı çeken hayvan sesleri durmak
bilmiyordu. Seslenmek istedi sonra yardım istedi boşlukta sesinin çıkmadığını
fark etti neden sonra. Daracık bir yerde sıkışmış kalmıştı. Sağ baldırında da
bir yanma, bir batma vardı lakin hareket edemediği için acıyı önemsemiyordu.
Işık yoktu, hava yoktu, yakınlarından gelen iniltiler vardı. Sürünmesi
gerektiğini biliyordu fakat acaba vücudu ardı sıra gelebilir miydi? Ayrıca bu
mezardan çıkabilir miydi?
Seslenmek
istedi, düğümlendi boğazı şiddetli bir şekilde hapşırdı. Her ne kadar
ışık olmasa da boğazından ve burnundan siyah bir toz bulutu çıktığını
hissedebiliyordu. Bundan sonra sesi de çıkmıştı artık. 'Anneeeeee' diye bir
çığlık attı. Etrafta duyulup duyulmadığını bilmeden defalarca seslendi. Ümitsiz
bir şekilde sustu, duman da vardı demek ki bir yerler yanıyordu. Hareket etmem
gerekiyor dese de hava alamadığı için hareket de edemiyordu.
Bu
neydi, ne kadar sürmüştü, annesi nerede idi, her zaman kendisine kol kanat
geren babası şimdi neden ses vermiyordu? Sorular peş peşe gelirken bir ışık
belirdiğini hissetti dağılan toz bulutunun arasından. Süründü, çıkmak için var
gücü ile yüklendi. O kadar dar bir alandı ki nasıl geçtiğini anlamamıştı bile.
Baldırındaki batma şiddetlenmiş olmasına rağmen acısını içine çekip 'Allah'ım
bana yardım et' diyebildi. İlk defa ağladığını hissetti bu felaket anlarında. Hem
de hıçkıra hıçkıra, bir de ensesine yakın bir yerde sıcacık bir ıslaklık
hissetti. Son bir hamle ile bir daha hareket etmek istedi. Öyle küçük
hareketler ediyordu ki, başka zaman olsa kendisine kızardı da. Zira bu aileye
çemrekler sülalesi derlerdi, her zaman, her işlerinde, o kadar çalışkan ve
hızlı idiler ki anlatılmazdı.
Haydi
Bismillah deyip altında kalan kolunu çıkarmak için bir hamle daha
gerçekleştirdi. Sırtına bir şeyin çöktüğünü artık daha net hissediyordu.
Tavanda bulunan beş on diye adlandırılan ağaçlardan birisi olabilirdi belki,
belki de yıkılan kerpiç duvarın bir kısmı diye düşündü. Kolu halen altında idi
ki biraz daha kalsa kan oturacaktı. Tüm bu duygu düşünceler içinde dışarının
temiz havasını da hissetmeye başlamıştı. Yakınlarında bir yangın olduğu da aşikârdı
lakin kaybedecek zamanı yoktu. Sonra hareketsiz bir şekilde kalmanın daha iyi
olacağı fikri belirdi zihninde, illa ki birileri yardıma gelir diye düşündü.
Şimdi sesini ve gücünü boşa harcamadan beklemelisin dedi bir iç ses, diğer
taraftan başka bir iç ses çıkmaya çalış diye ikna etmeyi deniyordu. Yorgunluktan
gözlerine bir ağırlıkta çökmeye başlamıştı. Bu sırada ' uyumak yok' dedi yine
başka bir iç ses duydu. Hayal meyal annesini hissetti eli ile çekmeye
çalışıyordu dışarıdan, 'sen nasıl çıktın anne dedi, son parçasını da yıkıntılar
içinden çıkarırken. Karın üzerinde idi artık, ayağa kalkarken annesinin hayali
de uzaklaşıp gitmişti.
Panik
bir şekilde aşağı mahalleye doğru koştu, kim bilir yardım mı getirecekti? Sonra
neden bilinmez geri döndü, yerle yeksan olmuş evin çatısında yaşam belirtisi
aradı dumanlar, tozlar çıkıyordu. Kırılmamış kiremitleri kenara koyup içeri
girmeyi denedi, ahırdan gelen ve yalvarışı andıran hayvan seslerine doğru gitti
bu sefer de. Ahırın kapısı yoktu, duvarlar yoktu, göğü deler gibi uzanan bir
kaç tane ağaç parçası vardı. Burada neler konuştu kendisi de hatırlamayacaktı
ama hayvanlara bir şeyler anlatmaya çalıştı. Babası geldi aklına tekrar ev
yıkıntılarının oraya geldi, baldırındaki yaranın acısını iyice hissediyordu
artık. Ortalığı temizlemeye çalıştı, bir ses arıyordu. 'Anneeeee, babaaaaaa,
Murat abiiii' diye seslendi defalarca. Ses soluk hatta inilti bile yoktu.
Zinciri kıracak şekilde hareket eden Tımbırlı dikkatini çekti, oysa o hayvan
deprem boyunca aynı şekilde davranmış, yanından defalarca geçmişine rağmen
algılayamamıştı. Çözdü zor da olsa köpeği bağlı olduğu zincirden. Çözülmesi ile
kaçması bir oldu hayvanın. Keskin köpek sidiği kokusu genzini yaktı gencin.
Yine ev yıkıntılarının üzerinde buldu kendini, yine seslendi. Bir el bulmuştu,
toprağın içinde. Annesinin eli idi, eşelemeye başladı ama ağaçlar vardı
üzerinde. Annesi ölmüştü. Burası dedi kendi kendine mutfak olmalı.
Bu
sırada komşunun evinin avlu duvar arasından kurşun gibi bir bebek fırlamıştı.
Yalın ayak harmanlara hatta ormana doğru koşuyordu, ağlıyordu bir de. Bunu algılaması
yaklaşık üç dakika sonra oldu, tepki vermesi ise yine bir kaç dakika sonrasında
olacaktı. Peşinden koşmak istedi, baldırındaki şiddetli ağrıya rağmen sendeleyerek
yetişti, çocuğu karın içine düşürerek durdurabildi, eline yüzüne kar sürdü
çocuğun kendisine gelmesi için. Çocuk şokta idi belli, ayakları çıplaktı,
üzerinde de düzgün bir şey yoktu. Yaklaşık dört yaşlarında ki çocuğun kendisine
geldiğini görünce sımsıkı sarıldı, sırtındaki montu çıkarıp iyice sardı
sarmaladı. O anda bu çocuğun kim olduğu ile ilgili en ufak bir tahmini
bile yoktu gencin. Tüm bu olanlara anlam veremiyordu. Çocuğun titremesini ve
ağlamasını kesebilmek adına iyice sarıldı, çocuk da gencin boynuna boğazına
sarılıyordu. Çocuğun elinde ki kan izlerini görünce kontrol etti bir yeri mi
kanıyor diye. Çok şükür çocukta bir şey yok kelimeleri döküldü dilinden nice
sonra kanın ensesindeki yaradan gelen kendi kanı olduğunu anladı.
Kendisini
toparlamaya çalıştı, bir şeyler yapmalı idi, köpek seslerinden başka da bir ses
gelmiyordu. Koskoca köyün hepsi mi toprak altında idi. Deprem olarak bile
adlandırılmamıştı zihninde gencin. Çocuğu barınağa benzeyen bir yere bırakıp
tekrar yıkıntılar arasına döndü, diğer evlerden iniltiler, yardım çığlıkları
geliyordu. Üst başta bulunan bir evde kalınca bir ses tonu ile yalvaran adam
sesi, adeta zamanı ve mekânı yararcasına yayılıyordu köyün İçine. Ağlayan bebek
sesleri, hayvanların bağırtıları sonra haddinden fazla köpek havlamaları atmosferde
yankılanıyordu.
Hayatından
bu sahneyi kaldırmak istiyordu, ömür boyu suçluluk hissedeceği durumlar
yaşıyordu, neden yardım edemedim diye.
Tekrar
barınağa gelip çocuğa sarıldı ve öylece uyuklamaya başladı, kan kaybının doğal
sonucu idi bu durum. Yavaş yavaş soğuğu da hissediyordu ayaklarında. Uyumamak
için direnemiyordu gözleri, dalıp gitti sonra. Uyandığında ne kadar süre
geçtiğinden habersiz tepesinde koşturan jandarmalar vardı, yaşıyor bu çocuk
yaşıyor sesleri ile battaniye içinde kesik kesik minibüse yüklenme görüntüleri
kalacaktı. Bebek nerede diye sayıklıyor, onu da kurtarın diye yalvarıyordu.
Benim annem öldü diye bir söz de çıktı minibüsün içinde. Kanamayı durdurun,
baldırına tampon koyun seslerini duydu. Hareket edemiyordu, cansız öylece arka
koltuğa yatırmışlardı. Bebek iyi bebek iyi aslanım dedi komutan sen kendine
bak.
Tekrar
kapandı gözleri, bir daha açılana kadar hiç bir ses duymadı ve de görüntü
kalmadı zihninde. Hastane odasında uyandığında bebek de yanında idi. Hüseyin
abi, uyandın mı sesi odada çınladı. O kadar yorgundu ki cevap veremedi sadece
başını salladı. Bebeğin komşunun oğlu Mustafa Melih olduğunu anladı gözlerinden
yaş damlarken.
***
Ve
aradan on iki yıl geçmişti, Malatya Çocuk esirgeme kurumunda kalmışlar ikisi de
büyümüşlerdi. Genç adam artık 27 yaşlarında yetişkin birisi olmuştu. On sekiz
yaşını doldurunca devlet kendisine Malatya’da bir okulda memuriyet görevi
vermiş, Askerlik görevinin ardından da Mustafa Melih'i de yanına almıştı.
Şimdi
ise Malatya'dan Van'a iki kişi yolculuk yapıyorlardı. Bu yolculuğun tek sebebi
Subaşı köyünü ziyaretti. Şayet hala varsa yerinde görmek istiyorlardı. Sonradan
duyduklarına göre köyden kurtulan sadece üç kişi idi. Üçüncü kişi de yaşlı bir
amca idi duyduklarına göre. Onunla hiç tanışamamışlardı. Yol boyunca kimi zaman
uyuklayarak, kimi zaman dinlenme tesislerinde vakit geçirerek yaşayacakları
ilginç olaylardan habersiz aheste aheste gidiyorlardı.
İçlerinde
anlatılmaz bir heyecan vardı Subaşı köyüne girmek üzere iken. Hüseyin
yaşadıklarını en ince ayrıntısına kadar hatırladı. Mustafa Melih kimi anıları
duyduğu kadar kafasında canlandırıyor, kimisini de az da olsa hatırlıyordu.
İşte girmişlerdi köye, bomboş gözüküyordu, saat 11 civarı idi. Çeşmenin oluğu
döven sesi arabadan indiklerinde sessizliği bölen tek şeydi. ‘Kimse kalmamış
mı’ diyebildi Mustafa Melih, viran olmuş evlerin arasından yürüdüler.
Yıkıntılarda bir ses bir siluet aradılar. Metruk evlerin önlerini yabani otlar
sarmıştı. Dehşet dakikaları canlandı tekrar Hüseyin’in kafasında evlerinin
yıkıntısının önüne gelince. Kimse kaldırmamış mı diye hayıflandı ise de herkes
kendi derdine düştü öyle ya diye düşündü.
Birazdan
yaşayacakları olaydan habersiz iki genç dolanıyorlardı etrafta. Ahır yerle
yeksan olmuştu, kuraklık hala o eski duruşu İle duruyordu, yarısı iyice yere
düşmüş bir kısmı da taş duvarın üzerinde kalmıştı. Demir ya da malzeme
anlamında birileri bayağı bir şeyler götürmüştü. Neden sonra bilinmez bir
traktör sesi gelmeye başladı uzaktan. Geldiği yöne doğru ilerlediler,
kendilerini göstermek istercesine iyice yaklaşmışlardı. Traktörü süren adam
gençlerin yanına gelip durdu. ‘Buyurun gençler hayır mı birini mi arıyorsunuz,
eğer öyleyse burası eski köy artık, Yeni köy karşıya taşındı' dedi. Bir zaman
suskunluk yaşansa da işaret dili ve tavırlar doldurmuştu bu boşluğu. Sonra
traktörün sesinden rahatsız olacak ki stop etti ve anlamsız bir kaç hareket yaparak
traktöre hâkim olduğunu göstermek istemişti belki de şoför. Söze hiç beklemeden
girdi traktörü süren adam 'Hayır mı, birini mi arıyorsunuz? Siz kimsiniz, nerelisiniz?'
Sorular peş peşe gelmişti hiç şüphesiz bu doğallığın güzelliği idi. Tek tek
cevap verdiler sorunlara, ama her cevap bir şaşkınlığa bırakıyordu yerini. Bu
adam Mustafa Melih'in İran'a çalışmaya giden babası çıkmıştı. Köy yer ile
yeksan olunca o dönemde İran'da hapiste olduğu için geç dönmüş, tüm aileyi
kaybettiğini demişler. O da yıkılmış doğal olarak ama evladını on beş sene
sonra bağrına basmıştı, anlatılmaz duygular yaşadılar. Adamın anlatacağı çok
şey vardı hali ile durmaksızın ve birçok bölümünü unutarak, konu bütünlüğü
olmadan anlatıyordu. İki genç büyük depremden bu yanı böyle bir şok yaşamamışlardı.
Güzel zamanların kesiti gibiydi, kim derdi ki sen kalkacaksın, bu koca
mezarlığı andıran köye geleceksin on iki yıllık bir hasretin küllerinde umut
ışığı bulacaksın.
Anlatılacak
çok şey vardı öyle de oldu yeni köydeki yeni evlerine gittiler, yeni
kardeşlerini gördü Mustafa Melih, yeni ailesine o kadar adapte olmuştu ki
yıllardır bulamadığı sıcak yuvayı burada yaşıyordu. Acılarını anlattı sabaha
kadar kardeşlerine, hayatının kahramanı Hüseyin abisinin onu nasıl
sahiplendiğini, nasıl kurtardığını büyük felaket sırasında. Hüseyin ertesi gün
yalnız döndü Malatya'ya fakat orada kocaman bir ailesi olduğunu bilerek.
Levent Sarı