Baharın gelmesiyle köyün dağlarını, bağlarını, bahçelerini, tarlalarını beyaza boyayan, yerine göre boyu yarım metreyi geçen karlar erimişti. Günlerce hayvanlarını çeşme başlarına sulamak için avlusuna çığır açan, "yüküyle damı başımıza uçurmasın" diye kar kürümekten anası ağlayan insanlar karların erimesiyle gelecek kışa kadar rahatlamışlardı. Bunun akabinde doğa
yemyeşil bir örtüye bürünmüş, artık etrafı cıvıl cıvıl öten kuş sesleri
çınlatıyordu.
Güzden tarlalar ekilmiş, "atlar, öküzler seneye lazım olur" diye ahırlara çekilmiş, bunların çoğu da
bakımsızlık ve yemsizlikten ölmüştü. Bu fakirin kaderiydi, nasıl olsa öküz
aldıkları celepçiye borç tehiri ettirmeye alışmışlardı.
Tarlalarını eken köylü
bahar gelmesiyle kış uykusundan uyanmış, iyi bir mahsul almanın ümidi ve
duasıyla yazı bekler olmuştu. Mahsulünü kaldıracak, Yerköy Ofisi’ne gidecek,
günlerce kuyrukta sıra bekleyip satıp parasını alacak, eksiğini, gediğini
giderecek, oğlunu everip kızını çıkaracaktı. Bu hevesle baharı coşkuyla
karşılayan köylüler kışın yıkılan evinin duvarını, tandırını, bacasını tamir ediyor,
her yeri bembeyaz kireçle badana yapıyorlardı. Topraklık denilen mevkiden
getirilen kırmızı toprak, bolca sulandırılarak beyaz badanalı evlerin alt eteğine bir
metre yüksekliğinde sürülerek kırmızı nakış veriliyordu. Bu öyle güzel
kokardı ki, çocuklar bu tada dayanamayıp sıvayı tırnağıyla kavlatıp yerlerdi.
Hayvanlar sığıra
katılıyor, seneye ekilecek nadasa bırakılan tarlalar sürülüyordu. Sürümler
genelde traktör herkeste olmadığı için atların çektiği pulluklarla ya da
öküzlerin çektiği karabasanla yapılıyordu. İlaçlama falan yapılamayan
tohumlar kucaktaki çıkıdan alınıp elle tarlaya saçılırdı. Çiftçi bundan
aldığı çok az bir verimle kıtlık olmaz ise geçimini kısıtlama yaparak
sağlardı. Geçen yıl büyük bir kuraklık olmuş, daha Mayıs ayının başlarında yeşile
bürünmüş ekinler sıcaktan sapsarı kesilmişti. Çoğu kimse civar köylere kerpiç
kesmeye ameleliğe, ırgatlığa, çobanlığa gitmişti.
Mahsul sonrası ödemeye
alınan öküzlerin parası celepçiye bir sonraki yıla tehir ettirilip, faizi de
üstüne eklenilmişti. Bakkala, terziye, manifaturacıya olan borçlar köylüyü
kara kara düşüncelere sevk etmişti. Ne düğünlerin, ne yaşamın tadı kalmış,
sarılan sigaraların biri yanarken biri söner olmuştu. Etem Fal'ın şakaları,
Gogu’yla oynanan küllemeçler, İmirze'nin “alımını aldın” takılmaları kimseyi
mutlu etmeye yetmemiş, umurlarında dahi olmamıştı. Şimdi artık kıtlık geride
kalmıştı. Hayvanlarını sığıra katan, tarlasını süren köylü artan zamanlarında
evlek evlek dolanıp şu dağ senin, bu dağ benim kenger, mantar aramaya dolaşıp
vakit geçiriyordu.
Mantarlara dağların belirli bölgelerinde rastlamak mümkündür. Çizgi halinde koyu yeşil ot
olarak bulunan evleklerde Mayıs ayı gelmesiyle mantarlar oluşur, bunları
köyün yaşlısı, genci toplar, bazı kişilerde şehre getirip satar cep
harçlıklarını çıkarırlardı.
Kadir köyde Abile lakaplı asıl
adı Mustafa olan geçimini hayvancılık ve çiftçilikle sağlayan fakir bir ailenin küçük
kardeşi Ömer'le iki oğlundan biriydi. Kadir Ömer'den yaşça daha büyük olduğu
için çiftin ucundan daha erken tutmuş, ilkokulu bitirdiğinde “babası bana
yardımcı olsun” diye köylü gençlerin gittiği gerek Hasan oğlan,
gerekse Pazar ören Ziraat ve Öğretmen Okulu’na göndermemişti. Kadir babasının bir dediğini iki etmeyen, onun her buyruğuna koşan biriyken,
sonradan yetişip gelen Ömer bunun tam tersiydi. Buyrulan işlerden
kaytarmasını bilen, işleri Kadir ağabeyinin hoşgörüsünden istifade edip onun
üstüne yıkan bir gençti. Kadir'i, babası çok geç evlendirip, başını
bağlamıştı.
Kadir, derli, toplu,
edepli, saygılı, arkadaş ortamını seven, köy düğünlerinin tadı ve neşesiydi.
Aynı zamanda dağ, bayır gezmeyi mantar, kenger toplamayı, neredeki evlekler de
daha çok mantar bulunduğunu bilir, bunu herkese söylemezdi. Bu yüzden de çok
akranları onunla arkadaş olmak için can atarlardı. Günleri böyle geçer,
Ömer'i bulamayan babası iş gördürmek için köşe bucak onu arar, o da babasına
hiç gücenmezdi. Ömer'in kaypaklığından dolayı köylüleri Mustafa amcaya “Abile
fos Altın tas, Ömer gücük söz tutmaz, tahta çürük mıh tutmaz” diye
takılırlardı. Kadir'in boyu akranlarına göre sülaleden kime çektiyse biraz
kısaydı, onun öyle aheste bir yürüyüşü vardı ki sokakları kostak kostak
gezerdi. Herkes onun yürüyüşüne imrenirdi. Bu yüzden Kostak Kadir lakabını
uydurmada gecikmediler.
Boyu ufaktı, ama giydiği ona
çakı gibi yakışır, diri ve atik bir vücuda sahipti. Onunla yürüyüş yapan
arkadaşları arkada kalır, soluk soluğa ona yetişmeye çalışırlardı.
Kadir, o gün de arkadaşlarıyla
mantara gitmiş, ora senin, bura benim dağ bayır dolaşmışlardı. Güneyin
Burnu denilen mevkideki ekili olan tarlaları incelemişler, Boztepe yoluyla köye
giriyorlardı.
Vakit akşama yaklaşmış, Arif’'in
Haceli abdestini almış, yavaş yavaş caminin yolunu tutmak için evinden aşağı
iniyordu. Birden karşısından gelen gençleri görünce kendi gençliği aklına
geldi. Biraz hüzünlendi.
Gözleri artık eskisi gibi
görmese de yine de arkadaşlarının önünde kostak kostak yürüyen bacısının
oğulluğu Kadir'i seçmişti. Kadir de onu fark etmede gecikmedi. Atike'nin
Hasan’ın kuyusunda birbirlerine kavuştular. Kadir bohçasından çıkardığı
mantardan dayısına ikram ettikten sonra saygıyla eğilip elini öptü. Hal hatırdan sonra
Haceli, “Gençler, nereden gelip nereye gidiyorsunuz” diye sordu. Elindeki
mantar çıkısını bağlamakla meşgul olan Kadir, arkadaşlarından önce ileri
atılıp, “Dayı mantar, kenger toplamakla vakti akşam ettik, gelirken de
ekinleri yokladık” diye cevap verdi. Arif’in Haceli usulen sakalını
sıvazladı, az düşünür gibi bir vaziyet takındı.
“Peki çocuklar ekinler nasıl,
başak çıkmış mı, boy atmış mı, sarılık var mı?” diye merakla gençlere sordu.
Kadir, kendi boyuna göre
ekinleri beğenmiş, çok hoşuna gitmiş, “bu yıl iyi mahsul alırız inşallah”
diye babasına müjdeleyecekti. Dayısı sorusunun daha gerisini getirmeden Kadir
kendisinden umulmayacak bir çeviklikle arkadaşlarından önce 'sanki soru yalnız
kendisine sorulmuş gibi' ileri atılarak “Vallahi dayı, ekinin boyu taa şurama
geliyor” diye sağ elini göğsüne koyarken diğer eliyle de mantar çıkısını
tutuyordu.
Arif'in Haceli bir sağına bir soluna baktı, üzüntülü bir şekilde, “DİSANE OĞLUM BU YIL DA GITLIK VAR” derken bolca çıkacağını umduğu mahsulün hayal kırıklığı ile caminin yolunu tuttu.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN KIRŞEHİR. GERÇEK YAŞANMIŞLIKLARDAN 03 11 2011
NOT: Öyküleri
şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.