Haziran ayı bitiyordu. Yarın ya da hemen birkaç gün sonra yukarı yaylaya çıkacaktık. Doğu Karadeniz Bölgemizde iki adet yaylacılık yapılır. Kışla diye adlandırılan köye yakın birinci yayla. Mayıs sonlarında başlar Kışla ’ya göçümüz. Daha sonra haziranın sonlarında ikinci yaylamıza gidilir.

 

          Benim görevim Kışla ’da geçen süre içinde manda çobanlığıydı. Mandalar hantal hayvanlardır. Sığır sürüsüyle çoban önünde vadilerin dik yamaçlarında otlayamazlar. Ayakları bir taşa, çalıya takıldığı gibi dengelerini kaybedip yuvarlanıverirler. O bakımdan yaşıtım çocuklarla kışla evlerinin yakınlarında mandalarımızı güderdik. Beş yaşında ya vardım ya yoktum. Uzun bir çobanlık günün akşamında iki adet manda ile Kışla evimize döndüm. Bir uzun günü daha bitirmenin mutluluğu içindeydim.

 

         Evde bazı eşyalar toplanmıştı. Beni mutlu eden haberi verdi annem. Yarın Yukarı Yaylaya çıkılıyor. Nihayet çobanlıktan azat olacaktım. Sevincim tanımsızdı. Yukarı Yaylanın otlaklarını alabildiğine geniş düzlükler oluşturur. Mandaların sorumluluğu sığır sürüsünün çobanlarına kalacaktı. Arkadaşlarımda bol bol oynamaya zamanım olacaktı.

 

         Yukarı Yaylanın göç başlamasının sevinciyle erkenden uyudum. Annemin beni uyandırdığında henüz etraf aydınlanmamıştı. Yayla evlerinin önünde ateşler yakılmıştı. Yayladaki yatak-yorgan, kap-kacak, annemin besleyip terbiye ettiği yağ-peynir ve var ne yoksa hepsi kağnı arabasına yükleniyordu. Yakılan ateşin yarı aydınlığında babam ve annem eşyaları yüklerken ablam da onlara yardım ediyordu.

 

         Hoş, ılık bir haziran günü başlıyordu. Yavaş yavaş çevre aydınlandı. Ateşler sündü. Kağnı arabaları yola düzündü. Sığır, manda buzağı ve malakları yaylaya götürme görevi annemle bana kalmıştı. Ara  banın hareketinden biraz sonra bizde yürüyüşümüzü başlattık. Güneş henüz doğmamıştı. Komşular da bizim gibi yollardaydı. En erken zamanda yaylada olmalıydık. Buzağılar ve malakların yürüyüşümüzü yavaşlatmasına karşın yine de yol alıyorduk yetesiye.

 

         Yukarı Yayla ’ya kuşluk vakti varabildik. Babam bizden daha erken varmış, eşyaların yarısı boşaltmıştı. Sığır ve mandaları ablamla birlikte yayla düzlüklerine çıkardık hemencecik. Düzlükler cennet bahçeleriydi adeta. Özellikle beyaz papatyalar, pembe, mor çiçekler alabildiğine boy atmış çevreye güzellik katıyordu. Hayli yükselen güneşin altın ışınlarının yeşil çimenlerde dansı görülmeye değer güzellikteydi. Sırt üstü yatıp mavi gökyüzünün engin güzelliğini seyredip hayaller kuruyordum. Köy çok uzakta kalmıştı.

 

         Yayla düzlerinde köyün hayvanları bayram ediyordu. Gönüllerince uzamış yeşillikler, ılık bir hava. Başka ne isterlerdi. Hayvanlar yayıla dursun ablamla yayla evine döndük. Annemin pişireceği gevreğin kokusu burnumuzda tütmeye başlamıştı. Yukarı Yaylaya çıkış ve iniş zamanlarında kaymakla yoğrulan buğday unundan pide biçiminde ekmekler yapılır. Yayla yolculuklarının özel yiyeceğidir yayla gevreği.

 

         Eve döndüğümüzde gevrekleri pişirilmesi bitmek üzereydi. Ablam yoğurt ayranı çalkaladı. Sofranın etrafında yerimizi aldık. Eşyaların yerleştirilmesi tamamlanmıştı. Annem ne dese beğenirsiniz:

 

         “A… a… petrol lambasını almayı unutmuşuz!” Tan yeri aydınlanmadan eşyaları arabaya yüklenince böylesi aksiliklerin yaşanması olasıdır. Gevrek ve ayranla iyice karnımı doyurdum. Büyükler hayvanlara ağıl yapacak. İş bana kaldı. Gün yarı olmuştu. Kışla ’ya gidip lambayı alıp geri dönmem emredildi. Mızıkçılık yapan bir çocuk değildim. Hemen yola çıktım. Bir buçuk saat gidiş, bir o kadar süre de dönüş üç saatlik yol yürümem gerekecekti. Gerçi o yaşta bu süreyi hesap edecek bilgi donanımım yoktu. Üstelik evimize çalar saat da yoktu. Ancak ikinci sınıfa giderken babam bir çalar saat aldı.

 

         Kışla evimize vardığımda hayal kırıklığı yaşadım. Lamba yoktu. Sağı solu iyice gözden geçirdim. Lambayı belli ki, birisi almıştı. gerisin geri yürümekten başka yapacağım bir şey yoktu. Kışla büyük bir sessizlik içindeydi. Ne bir çocuk sesi, ne bir buzağı bağırması duyuluyordu. Kışla ile Yukarı Yayla Yolunun yarısı olan Kürünler diye adlandırılan yere vardım.

 

         Kürünlerin karşı yamacında karayolu dönemeçler yaparak Sahara Dağı’nı aşar. Yayan yürüyenler dönemeçleri takip etmeyip alabildiğine dik patika yolunu takip ederek dönemeçlerin sonundaki ana yola erişiriz. Patika yolunun başlangıcında oturup dinlenmek istedim. Bu arada midem karışmaya, hafiften başım dönmeye başladı. Biraz sonra kalkıp yürümeye devam ettim.

 

         Adım atmakta zorlanıyordum. Adeta bacaklarımdan canım kaçıp girmişti. Önümdeki yokuşun sonunu hayal meyal görüyordum. Gözlerimin ışığı da gazı biten lamba gibi gittikçe azalıyordu adeta. Düşe kalka yürümeye çalışıyordum.

 

         Yokuşun daha yarısına bile varmamıştım. Bir elin başımı okşadığını hissettim. Hafif başımı çevirince yanı başımda bir asker yüzüme gülüyordu.  Şavşat-Ardahan Karayolu üzerinde, bizim yayladan ileride bir jandarma karakolu vardır. Bu karakolda her zaman askerler görürdüm. Bazı günler askerler bizim yaylaya uğrar yayla bakkalından alış veriş yaparlardı. Asker amca ilçeden karakola gidiyormuş. Kurtarıcım oldu bu güzel insan. Bir amca, dayı sıcaklığıyla yaklaştı bana. Durumumu anlattım. Aniden rahatsızlandığımı, midemin karıştığını söyledim. Bu arada birkaç kez kustum…

 

         Asker amcam elimden tuttu. Sık sık dinlenerek yolun kalan kısmını birlikte yürüdük. Yaylalara vardığımız zaman güneş batmak üzereydi. Çok ısrar edip yayla evimize davet etmeme karşın sevgili asker amca, “Geç kaldım” diyerek benden ayrıldı. Yürümeye devam etti.

 

         Eve vardığımda lambanın yayla duvarında asılı olduğumu gördüm. Kirvemin ineklerini de annem sağıyordu. Kirven bize katılmak için Kışlaya geldiğinde biz yayladan ayrılmıştık. Eve bir bakayım demiş. O arada lambayı görmüş duvarda. Unutulduğunu anlayıp indirivermiş ve yaylaya götürmüş. Dere Yolu dediğimiz kestirme yoldan Yukarı Yaylaya doğru yürüdüğü için ana yoldan yürüyen bana rast gelmemiş.

 

         Beni rahatsız eden baş dönmesi, karın ağrısı büyüklerimi de etkilemiş. Fakat onlar benim kadar rahatsız olmadılar. Bize acı çektiren olayı nedeni daha sonra anlaşıldı. O yıllarda özellikle yaralanan hayvanların iyileşmeyen yaralarına DDT kullanılırdı. Annem gevreklik un alırken o arada yolculuk hazırlığı içinde duvarda asılı DDT’yi düşürüvermiş. Birazcık DDT yere serpilmiş. O tozun birazı da gevreklik yoğrulacak una karışmış. Gerçi annem ayıklamış karışımı. Lakin yine de biraz kalmış karışım unun içinde. Neyse ki karışım bizleri zehirleyecek oranda değilmiş. Ailece bir kaza atlatmış olduk.

 

         İleriki yıllarda her yıl Kürünler Yokuşunu yürüdüm aşağı yukarı. Her yürüyüşümde bana yoldaş olan o güzel asker amcayı ansır kalbimde hoş bir sıcaklık oluşur. Bana yaşattığı o tatlı anımı bir kez daha yaşarım…

 

          

 

 

( Askerime Selam Olsun başlıklı yazı sahara tarafından 7.03.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.