Bir ç/engele takılı olmanın raconu
aslında tüm olup biten ve başarmakla düşünmek arasındaki o ince çizgi adeta
aklımın tarayıcı iken sezilerim bazen içimin ezildiğine tanık olmak hoş
duygular yaşatmıyor.
Bir hatmi çiçeği iken evrenin tek
süsü ve benimse tek süsüm içimden gelen bir gülümsemenin taşıdığı ve taşıttığı
farkındalık.
Doğduğum günden beri içinde
bulunduğum o kuvöz ve hava almanın mucizevi varlığı…
İnsanlara pek benzemediğim aşikâr
gerçi hep de aynı kefeye koymuşken kendimi ve tüm insanlığı hele ki bu
pandemiden sonra biliyorum bazen ilerisine yürüdüğümü hayatın genelde de geride
kaldığımı itiraf etmek çok kolay olmadı hani.
Şehir efsaneleri kimi zaman kulağıma
çalınan ne de olsa şehrin sadık sakiniyim kendimi bildim bileli eşleştiğim
İstanbul gibi bazen tahayyül de edemiyorum: neyi mi?
Haritada sınırlı küçük bir lokasyona
denk düşen şehri İstanbul ve yirmi milyondan fazla bir nüfusu barındıran. Akla zarar
gerçekten de: bu kadar kısıtlı ve sınırlı bir coğrafyada bunca insanı ağırlamak
tıpkı yüreğimde ağırladığım insanlık ve yaşadığım hayal kırıklıkları ile
binlerce parçaya b/ölündüğümün de verdiği şaşkınla hani nerede ise bedenim dar
geliyor kimi zaman.
Yere göğe sığamadığım zamanlarda hâsıl
olan enerji patlaması ve dörtnala gezindiğim ruhumun koridorları ve ben de
tıpkı İstanbul gibi iki yakamı asla bir araya getiremiyorum.
Defolu bir fani olduğumu düşünüyorum
kimi zaman: ne kadın ne çocuk ne insan ne eşya hatta beynimin gri hücrelerine
olan düşkünlüğümle sık sık beynime verdiğim emirler sayesinde aştığım onca şey
ve ek olarak yüklendiğim sorumluluk ve üstüme vazife olmayan ne ise bir beşer
olarak nerede ise her suçtan bilfiil hüküm yediğim.
İçimdeki okyanusa denk düşen o sefil
ve de tek zerremle bazen dalgalanıyorum bazen ruhum kıyıya vuruyor ama sığda
oynaşan bir dalga da değilim en çok da boğulmakla iştigal ve dibi görüp ansızın
yüzeye çıkıp yıllarda yetecek nefesi ve enerjiyi depolayıp filmi başa sardığım.
Bazense alt yazı geçtiğim alt
belleğim ve yaza yaza geldiğim o nokta aslında çok geriye gidip kendimi ilk
hatırladığım.
Neresinden baksanız dört yaşındaki
halimi dün gibi hatırlıyorum ve yarım asırlık ömrümde şaşıyorum da; bunca
zamanı ve hayatımı nasıl heba ettiğimi.
Mahkûm hayatım elbet ilk gündeki
hızından bir şey kaybetmeyen ve ıssızlığımın da tek getirisi iken kendimle baş
başa kaldığım yetmezmiş gibi acımadan kendimi yargılayabilmenin verdiği kâh güç
kâh içgüdü kâh sıkıntı en çok da kendimle olan sürtüşmemden dolayı dikiş
tutturamadığım hayatın gerçekleri.
Kariyer de çocuk da yapan
hemcinslerime her nedense benzemediğimi iyiden iyiye kabullenmişken bir kere
bile öykünmediğimi artık iyice bellemişken aralıksız kendimi kâinat terazisinde
tartıyorum ama ruhumu ama zihnimi ama yüreğimi.
Bedensel olarak zaten kendimi
defalarca darağacında sallandırmışken dış sesin baskısı eskisi kadar yakmıyor
canımı.
Bir virüsün esir aldığı kâinat.
Bense gerek yetiştiriliş tarzım gerek
disiplinli mizacım gerek muhafazakâr addedilecek hayat görüşümle biliyorum da
çevremdekiler nazarında nasıl da uyumsuz olduğumu.
Dâhil edildiğim tek grup da yok iken
daha doğrusu insanları kategorize etmekten de hoşlanmazken ve şiarım iken kırıp
dökmeden yaşamak ve tek kalp incitmeden yol almaksa kalp kırıklarımdan binlerce
Gülüm inşa edebilirim.
Had safhadaki mahcubiyetim.
Sevgi odaklı olmamın ertesinde
kendimle olan yıldızımın da barışmadığını not düştüm mü…
Sözcüklerse bağlanan basiretime tek
iyi gelen en çok enerji katan ve enerji patlamalarımda illa ki kendimi yazarken
bulduğum ve işte kat çıktığım varlığımda kat izi olan ruhum ve duygularım ne de
olsa plansız programsız yaşayıp sevmenin haricinde doğaçlama yazmanın da
verdiği huzur ile kendimi tek iyi hissettiğim mekân elbet kalemin şahlandığı ve
miadı çoktan dolmuştur diye bildiğim mazinin küllerinden yeniden doğduğu ve
anda saklı iken mevcudiyetim mutluluğuma da vesile iken kalemin tutanaklara
geçtiği binlerce duygu binlerce cümle…