hakan.
Bugün
yirmi sekiz haziran. Eşimden ayrılalı tam altı yıl oldu. Oysa ne kadar güzel
başlamıştı. Daha öğrenci olduğum zamanlar, şu an çalıştığım bankada görmüştüm
onu. Sıcak bir mayıs günü öğleden sonra sıra numaramı almış öylece dalgın dalgın
sırayla yanıp sönen numaraları izliyordum. O kadar boş koltuk varken gelip
yanımdaki koltuğa oturmuştu tüm güzelliğiyle. Gözlerinin rengini, saçlarının
sarılığını, sağ yanağındaki gamzesini günler sonra fark edebildim. Zira o gün
bir kez olup kafamı çevirip de bakamamıştım yüzüne. O gün ne yüzündeki
masumiyete ne de gülümsemesinde ki sıcaklığa vuruldum. O gün hepi topu sadece
ve sadece içime işleyen sesine âşık oldum. Konuştuk uzun uzun, havadan sudan
boş boş ondan bundan. Benim okulum yeni bitmiş onunki o sene başlamıştı. Ben
bankacı olmak için okumuştum bu zamana kadar. O da eczacılık fakültesini tercih
etmişti. O gün sohbetimiz nasıl başladı nasıl sürdü de konu, boş ver eczacılığı
falan git de bir bankacıyla evlenene geldi inanın bende bilmiyorum.
Çok
sürmedi gerçekten okulu yarıda bıraktı. Ben bankada işe başladım ve o da bir
bankacı ile evlendi. Evliliğimizin ilk günlerinin masal gibi olduğunu söylememe
gerek yok sanırım. Bir oğlumuz oldu adını Çınar koyduk. Bizim için dünya
Çınar’dı. Çınarımız büyüdükçe anladık ki bizim tek ortak noktamız sadece
çoğumuzdu. Ne zevklerimiz birdi ne beklentilerimiz. Küçük laf atışmalarımız her
geçen gün büyüdükçe büyüyor kavgalarımızın şiddeti her geçen gün artıyordu.
Allah şahit bir kez olsun vurmadım. Vurduysam eğer taş olsun bu ellerim bu
bedenim. O kadar da insanlık dışı değilim. Hatta Çınar etkilenmesin diye her
kavgamızı diğer oda da yaptık. Bir kez olsun onun yanında tartışmadık. Her
yirmi sekiz haziranda oturup düşünürüm kavgalarımızın nedenini. Sonuç mu?
Geçtim ceviz kabuğunu doldurmasını o kabuğun içine atacak bir tane bile elle
tutulur neden bulamıyorum. O kadar nedensizliğe rağmen daha yavrumuz beş
yaşında iken şiddetli geçimsizlikten ilk celseden ayrıldık. Çınar’ı mahkeme
bana verdi, ikimizin de ortak kararı o yönde olmuştu. Annem bakacaktı çocuğa,
ben erkek başıma ne anlarım el kadar yavrudan. Çok çok hafta sonları gezdiririm
bazen maça falan gideriz, kendine bir de bilgisayar alırım beni aramaz bile diye
düşünüyordum. Zira öyle de oldu.
Evliliğim
bittikten birkaç yıl sonra bir gönül titremem daha oldu. Çalıştığım bankanın
başka bir şubesinde çalışıyordu. Arkadaşlar tanıştırmıştı. Korktum evlenmekten.
Aynı duyguları yaşamaktan, aynı acılara tuz ekmekten bir de Çınar’ın
tepkisinden çekindim. Zaten bu aralar yaramazlığı üstünde. Ergenlik dönemleri
diye çıkarmıyoruz sesimizi. Radyolara takmış kafayı beyefendi. Nerede bir radyo
görse alıp parçalıyor. Kimin olursa olsun. İlk bizim evdeki radyoyu kırmıştı.
Çocuktur dedik geçtik. Daha sonra annemlerin, halasının, dayısının ve
anneannesinin radyosunu kırınca kızdık biraz derdin ne diye. Hiç, diyor “sadece
gıcık oluyorum radyo görmeye” diyor başka bir şey demiyordu. En son okulda
müdür yardımcısının radyosunu parçalayınca çileden çıktım. Epey bir bağırdım
azarladım. Ne dediysem boş… Karşıma geçip de “ne yaparsan yap ömrüm boyu
radyoları sevmeyeceğim işte banane” demesin mi? Ne halin varsa gör dedim
kapattım konuyu.
Evlilikten birazda kendim için kaçtım; tekrar
bir sorumluluk almaktan, bağlı olmaktan korktum. Böyle çok rahatım. Çınara
babaannesi bakıyor el bebek gül bebek. Ben istediğim zaman istediğim yerde
olabiliyorum. Ne hesap soranım var ne karışanım. Ne ister ki insan Allahtan
daha. Ah bir de şu yirmi sekiz haziranlar olmasa…
filiz.
Bu gün yirmi sekiz
haziran. Hatıralar çaldı yine kapımı. Mayıs sıcağında bir gün koşar adımlarla
girmiştim bankaya. Babamdan para isteyeli dört gün olmuştu. Tekrar arayıp
soramamıştım para attın mı diye. Biliyordum durumunu. Olsa göndermez miydi? Tek
kuruşuna dokunmaz yollardı tüm parasını. Ama yoktu işte. Kıt kanaat
geçiniyorduk. Annemin rahatsızlığı da tuzumuz biberimizdi. Zaten eczacı olmayı
da en çok annem için istiyordum. Onun tüm ilaçlarını sorunsuz temin edebilmek
en büyük hayalimdi.
Hesabınızda para
gözükmüyor diyen banka memuruna emin misiniz bir kez daha bakın lütfen diyecek
en son kişiydim. Eğer para olsa daha çok şaşıracaktım işte o zaman bir daha
bakmasını isteyecektim. Tahminimde yanılmamıştım, hesabınızda para yok sözünü
duyar duymaz kendimi biran önce dışarı atmak istedim, yapamadım. En yakın
koltuğa attım kendimi. Birkaç dakika sonra fark ettim onca boş koltuk varken genç
bir erkeğin yanına oturduğumu. Adı Hakan’dı. Okulu yeni bitirmiş, en büyük
hayali bankacı olmaktı. Allah var yakışıklı, kaşı gözü yerinde, konuşması
insana güven veren biriydi. Konuştukça konuştuk. Bir ara öyle bir kaptırdık ki
kendimizi sohbete, konuyu evlenmeye bile getirdik. Boş ver eczacılığı falan git
de bir bankacıyla evlenen dediği zaman tek sorum o bankacı annemin ilaçlarını
alır mı oldu. Tabi ki alır cevabına hiç düşünmeden tamam evlenelim dedim.
Şaka gibiydi. İlk defa
gördüğüm bir adamla evlenmeye karar vermiştim. Kalbime kandım. Çaresizliğime
aldandım. Parasız okuyamayacağımı sandım. Bıraktım okulu o gün eve döndüm. Çok
sürmedi ve bir bankacı ile evlendim. Evliliğimizin ilk yılları çok güzeldi.
Annemin hiçbir ilacı eksik değildi artık. Annem eskisinden iyiydi. Bir de
çocuğumuz olmuştu. Adını Çınar koymuştuk. Dünyamız olmuştu Çınar. Hakan müthiş
bir baba müthiş bir eşti. Ta ki annesinin “yeter oğlum nereye kadar bakacaksın
kayınbabanlara” diyene kadar. İki ayağını kaybetmiş babam çalışamıyordu.
Annemin hastane masraflarına yetişemiyordu. Hakan ilk önce babama yaptığı
yardımları kesti. Sesim çıkmadı. Annemlerin ayda üç beş kuruş elektrik su
faturasını yatırmayı bıraktı. Bir şey diyemedim. Onlara giderken her zaman
alışveriş yapar dolaplarını doldururduk onu da bıraktı. Hatta annemlere gitmeyi
bile unuttuk son zamanlarda. Gözyaşlarımı hep içime akıttım. Ancak annemin
ilaçlarını almaktan vazgeçtiğinde çıldırdım. Zira söz vermişti o bankacının o
ilaçları alacağına. Ve bir yirmi sekiz haziranda ayrıldım.
Çınar’ı istemesem de
babasına bıraktım. Ona baka bilecek gücüm yoktu. Nafaka talep etmemiştim. O
adamın tek kuruşunu bile görmek istemiyordum. Biz ayrıldığımızda oğlumuz beş
yaşındaydı. Şimdi on bir yaşında. Çocukta bunalımda belli, kafayı da radyolara
takmış. Nerde bir radyo görse kırıp parçalıyor. Annemin de babasından yadigâr
radyosunu kırmış en son geldiğinde. Zaten televizyon olmayan ev iyice bir
sessizleşti bugünlerde.
Evet, ben okulu yarıda
bıraktım bir eczacı olamadım ama bir eczanede iş buldum çalışıyorum. Haftalığım
bizim geçimimize zor yetse de annemin tüm ilaçlarını alabiliyorum. İnsan başka
ne ister ki Allah’tan, keşke her gün yirmi sekiz haziran olsa…,
çınar.
Bu
gün yirmi yedi haziran. Bundan tam altı yıl önce annem ile babam ertesi gün
mahkemeye gidip boşandılar. Ben onda beş yaşındaydım. Zaten sürekli kavga
ediyorlardı. Kavga etmek için hep başka odaya geçiyorlardı. Boşuna geçiyorlardı
başka odaya, birbirlerine o kadar çok bağırıyorlardı ki zaten her şeyi
duyuyordum. Çocuk aklımla çok korkuyor ama belli etmiyordum. Bana da kızmalarından
korkuyordum. Çoğu akşam yemeğimi yer yemez uyuyacağım diyerek yatağıma gidip
gizli gizli ağlıyordum. Hiçbir zaman bilmediler ben neler hissettim. Ayrılırken
sormadılar bile kimde kalmak istiyorsun diye. Her konuda zıtlaşan annem babam
ilk defa bir konuda aynı fikirdeydiler. Beni babama verdiler. Sorsalardı ne
cevap verirdim inanın bilmiyorum. İyi ki de sormamışlar. Bir çocuğun annesi ve
babası ayrı olduktan sonra kimde kalmış ne farkı var. Hep bir yanın eksik hep
bir yanın yıkık. Hiçbir zaman gözlerinin içi gerçekten gülmez. Tabi gülmeyi
yalandan becere bilsen bile.
Yirmi
sekiz haziran sonrası bitti tüm kavgaları. Bir daha hiç bir araya gelmediler.
Hiç onları yan yana görmedim. Ben babaannemde kalıyorum. İstediğim zaman anneme
de gidiyorum. Ama çok içimden gelmiyor gitmek. Annem beni gördükçe sürekli
ağlıyor. Dedem sürekli babamı sorup ağız dolusu küfürler ediyor. Annemi çok az
görmeye başladım son zamanlarda. Babam bana bir bilgisayar aldı annemden
ayrılır ayrılmaz en iyisinden. Bir sürü oyun yükletti. Bir hafta sonu maça
gittik bir gün de gezmeye çıkardı beni o kadar. Kendince tüm babalık
görevlerini yapmış bana olan bütün borcunu ödemişti. Son zamanlarda babamın da yüzünü
görmez oldum.
İlk
zamanlar pek bilmedim ayrılıklarının acısını. Hem yetim hem öksüz kaldığımın
farkında değildim. Ta ki anaokulunun ilk gününe kadar… Herkesi annesi
getirmişti bir tek benim annem yoktu. Çıkışta herkesin babası almaya geldi bir
tek ben babaannemle dönüyordum. Oysaki ben o gün babaannemi değil babamı görmek
istiyordum yanımda. Okulda herkes annesinden babasından bahsederken ben hep
susuyordum. Tek bir kelimem yoktu dilimde. Ne anlata bilirdim ki? Arkadaşlarım
annemle babamın öldüklerini sandılar her zaman ve hiç sormadılar ikisi birden
nasıl olurda ölür diye. Ben yokken kim bilir neler neler konuşuyorlardı. Ve çok
belli bana acıyorlardı. Acınıyor olmak ne kadar kötü bir durum anlatamam.
Anneler gününün olduğu hafta annelerimiz için resim yapacaktık. Herkes çok
heyecanlıydı. Öğretmenimiz herkese resim kâğıdını dağıtıyordu. Benim kâğıdımı
verirken sen de istersen babaannen için yap dedi. O an ağlayarak eve geldim.
Bir daha da anaokuluna gitmedim. İlkokula başka bir okulda gitmek için
direttim. Başka bir okula gidiyordum servisle ama pek de değişen bir şey
olmamıştı. Yine çocuklar arasında anne baba mevzusunda hep boynu bükük olan
bendim hep acınarak bakılan bendim. Anneme ve babama rağmen öksüz ve yetimdim.
Bayram
sabahlarını hiçbir zaman sevemedim. Bir bayram sabahlarını sevmedim bir de şu
anlamsız radyoları. Yıl olmuş bilmem kaç. Televizyonlar üç beş boyutlu yayın
yaparken hala bu radyoların varlığı delirtiyor beni. Dayanamıyorum radyo
görmeye. Nerede görsem, kimin olursa olsun kırıp parçalıyorum. Ömür boyu da
geçemeyecek nefretim biliyorum.
Doğum
günümü kutlanmasına da izin vermiyorum kendimi bildim bileli. İlk zamanlar
annem ayrı babam ayrı kutlardı. Annem evde kendi yapardı pastamı. Babamda gider
en pahalısından alırdı anneme inat. Ben ne doğum günü istiyordum ne de pasta.
Annemle babam aynı koltukta yan yana oturup birbirine gülümsemeleri benim için
en büyük hediye olurdu. Olmadı. Her zaman mumları üflemezden önce tutturdukları
dileklerimin hiçbiri gerçekleşmediği için artık kutlatmıyorum doğum günümü.
Annen
baban ayrı olunca hayallerinde olmuyor. Hep bir yarım kalıyor meseleler. Aşka
meşke uzak kalıyorsun en azından. Korkuyorsun sevmekten, sevilmekten. Evlilik
aklının ucundan bile geçmiyor. Hatta evlenmemeye yeminler ediyorsun. Yağmur
yağmış, şimşek çakmış umurunda olmuyor; gidip sarılacağın bir kucak olmayınca.
Okulda aldığın aferinin bir anlamı kalmıyor; gelip anlatacağın biri olmadıkça.
Annenin ve babamın sana olan sevgisine bile inancın tükeniyor. Aklında hep aynı
düşünce; beni sevselerdi ayrılmazlardı. Ya da; madem ayrılacaktınız benim suçum
neydi? Sana gösterilen ilginin bile bak ben annenden veya babandan daha iyiyim
diyebilmek için olduğunu düşünüyorsun sürekli.
Annen
baban ayrı olunca yemeklerin bile tadı olmuyor. Çocukluğunu da yaşayamıyorsun
tam olarak, şımara bileceğin kimse olmayınca evde. Resim defterinde hep birkaç
sayfa eksik oluyor. Aslında yapıyorsun annenle babanın resmini ama kimse
görmeden yırtıp atıyorsun. Yaptığım kaç resmi çöpe attığımın sayısını ben bile
bilmiyorum.
Annen
baban ayrı olunca hasta olmaktan da korkuyorsun. Ateşlenince başında bekleyenin
hep eksik kalıyor. Garip garip huyların oluyor. Mesela ben radyolara takmış
durumdayım. Nefret ediyorum o aletlerden. Onu icat edenden de nefret ediyorum.
Onu üretenden de. Garip garip düşlerin oluyor. En garip düşüm de bilim adamı
olmaktı benim çocukken. Bilim adamı olup ilerde boşanacak kişileri söyleyen bir
makine icat etmekti en büyük arzum. Gaybı yaratandan gayrı kimsenin
bilmeyeceğini öğrendiğim gün vazgeçtim o hayalimden. Çocuk aklımla bilim
adamlığından vaz geçince devlet başkanı olma hayalleri kurdum geceler boyu.
Yürürlüğe tek bir kanun tek bir yasak koya bilmek için; çocukları olan
çiftlerin boşanmasını yasaklayan. Annem ile babamın kavgaları aklıma geldikçe
vazgeçtim bu düşümden de.
Bugün
yirmi yedi haziran ve ben bir bugünden bir de şu aptal radyolardan nefret
ediyorum. Hem de bugün benim doğum günümken. Doğum günlerimi kutlatmamamın
tuttuğum dileklerin boşa gitmesi ile hiçbir ilgisi yok aslında. Bundan tam altı
yıl önce bir doğum günüm sonrası annemle babam balkonda oturup ilk defa kavga
etmeden konuşuyorlardı. Babam çay annem kahve içiyordu. Yanı başlarında küçük
bir radyo kısık sesle çalıyordu. Sürekli eski şarkılar çıkıyordu radyoda. O
kanal zaten Türk Sanat Müziğinden başka yayın yapmazdı. Ertesi gün annemle
babamın mahkemesi vardı. Yolun sonuna gelmişlerdi. Benden saklıyorlardı güya. O
gecenin sabahında boşanacaklardı. Yarını değil de hep geçmişi konuştular uzun
uzun. Ben de balkonun olduğu karanlık oda da gizli gizli onları dinliyordum. İlk
günü konuştular. Bankada tanıştıkları günü… Babam annemin yüzüne bakamadığını
anlattı; annem neden okulu bıraktığını. Babam nelere bunaldığından bahsetti;
annem sadece ilaçlar dedi başka kelime etmedi. İkisi de uzun uzun sustu.
Radyoda birbirinden güzel şarkılar çıkıyordu. Biliyorum ikisi de yarın ki
mahkemeye gitmek istemiyordu. Ve artık kavgaları bitecek ilk zamanlardaki kadar
mutlu olacaklardı. O gece uzun sessizliği babam bozdu. “Hadi, sıradaki şarkıyı
bizim şansımıza tutalım. Şarkı ne derse onu yapalım. Bakarsın yarın…” radyoda
çıkan şarkıyı duyunca sözlerinin devamını getiremedi sustu. Birlikte
dinledikleri son şarkıydı. O kanal ömrü hayatında ilk defa yabancı bir şarkı
yayınlamıştı. Annem “görüyorsun biz birbirimize bu kadar uzak bu kadar
yabancıyız” diyerek kalktı masadan.
Annemin
aklında sadece annesinin ilaçları vardı. Babamın da kocaman bir gururu…
İkisinin de umurunda değildim ben. Ve çok iyi biliyorum o gece o masada o radyo
olmasaydı annemle babam benim doğum günümün ertesinde gidip boşanmazlardı. Keşke
her gün yirmi yedi haziran olsaydı da radyolar hiç olmasaydı…
.