“Sel geliyor, sel…” diye bağırarak aşağı mahallelere, sokak aralarına girdim. Nedense burada güneş hâkimken tepede; kara, kapkara bulutlar var. Yokuş aşağı sürüklenmesinden korktuğum bu çarpık evler dimdik ve yamuk görünüşleriyle oldukça sakin. Mikrofonum yok ama bağırmaya devam ediyorum: “Sel, sel geliyor, kaçın!”

 

   Alaycı bir gülümsemeyle yüzüme bakıyor çevredekiler, beni tanıyorlar. Yazık diyor biri, siyasete girdiydi aklını kaçırdı zavallı. Bense yorulmaktan kartlaşmış sesime rağmen uyarmaya devam ediyorum. Dik yokuşun aşağısında, gelecek felaketi düşündükçe gürlüyorum. “Sel geliyor, kaçın, evlerinizi boşaltın, hepsini yıkacak sel!” Kimse aldırmıyor. Haklılar da, buradan sadece iri güneş başı görünüyor. Ufacık bir kıpırtı yok. Daha aşağılara iniyorum ve dilimde aynı homurtu: “Sel geliyor, kaçın!”

 

   İnanmıyorlar. Hatta bir ara ben de durup geri dönüyorum. “Nerede sel?” diye geçiriyorum içimden. Bu sırada helikopter yanaşıyor, biri başını çıkarıyor içinden, telsizime konuşuyor. Sadece bir helikopter, içindeki kadın emir veriyor: “Halkı uyar, haydi! ...”

 

   Yüzünde ciddiyeti okuyabildiğim bu kadın bana güç veriyor, daha çok bağırıyorum. Şiddetli bir ses duyuluyor. Ardından, insan püskürten o büyük sel. Ayaklarım tökezliyor. İşte benim bile tereddüde düştüğüm bu büyük felaket, kendini gösteriyor. Mikrofonla helikopterden anons geçiliyor: “Sel geliyor! Sel! Sakin bir şekilde evlerinizi boşaltın…” Gerçek, resmini gösterdikçe, inananların sayısı artıyor ve can havliyle kaçışıyorlar. Ben, deli adam, insanların gittiği yönün tersine yürüyorum. Arada bir duraklayıp: “aşağı” diyorum “aşağı!” Sel yukarıdan geliyor, evleri yıkacak şiddeti topluyor. Çocuklarınızı alın! “Haydi! Sel geliyor, sel!”… Titriyor mu bedenim? Az da olsa yokuştan inen bir dalga yumağı durduruyor beni. Paçalarına kadar ıslanıyor bacaklarım. Küçük çocuklar var tepenin başında. Etrafımdakiler: dur diyorlar, deli misin? Gitme! Gidiyorum. Birkaç çocuğu kucaklayıp, onlarla beraber sürükleniyorum. Daha çok var, çok çocuk var. Hazır, sular durgunken bir yaşlı adam, arabasının motorunu çalıştırıp yükleniyor çocukları, iki defa göz göze geldik. Ama artık tek başınayım. Kuvvetlenen sel, deniz dalgaları gibi, köpüğüyle yutuveriyor insanları. Bir çocuk, gecekondu çatısında öylece bekliyor. Kıpırtısız. Hala bağırıyorum. “Sel var, evlerinizi boşaltın, kaçın!” Aşağıdaysa güneş, kandırıyor güneşlenen kuru insanları. Ne zaman ki, yokuştan aşağı insan başları düştü, kaçış başladı. Seli görmeseler de, bu azgın kalabalıktan kaçmaya başladılar.

 

   Çocuk, çatıda bekliyordu, kıpırtısız. Ona gidene kadar çok çocuk vardı. İkişer ikişer indirdik onları. Yorgunluğumu hissettim bir an, az önce deliydim, koşmalıydım. Ama o çocuk, beni izliyordu sanki. Bekliyordu. Daha çok vardı ona. Sular kaldırmıştı bedenini, benden önce. Hayır, böyle olmamalıydı… Artık çıkma, dediler. Çıktım. Hem, başka çocuklar da vardı. Yokuş öyle uzundu ki. Anneler feryat ediyorlar, dizlerini dövüp dalgalara koşuyorlardı. Sel onları istemiyor olacak ki bir milim bile adım atmalarına izin vermiyor, sürükledikçe uzaklaştırıyordu. Tüylerimin yerinden söküldüğünü hissettim. Peyda olan dalgalar, yukarıdan aşağıya hızımı düşürüyor, kulaklarımı tıkıyordu. Boş bir uğultudan başka bir şey duyamaz oldum, çığlıkları bile. Çocuğun beni izlediğini tahmin ediyordum. Yetişemedim. Sadece pamuk yumuşaklığında bir yastık, ellerimi tuttu. Onu yüzeyde tutuyordum, göremiyordum ne olduğunu. Belki bir kedi… Karar veremedim. Tanıyamadım. Algılayamadım. Telsizim çalışmıyordu, yardım isteyemiyordum. Aklını kaçırmış bir siyasetçi diyenler, doğru sözlü olduğumu bir anda olsa unutacaklarına, kulak verseydiler ya! Şimdi kapana kısmış farenin kediden minnet beklediği gibi kaskatı kesilmezlerdi. Onlar da haklıydı. Ne de olsa ben bir deliydim. Az evvelki _çok minik, aşağıdan bakıldığında kuş bile daha büyük kalır yanında diyeceğiniz_ çocuğun yansıması gözlerimde duruyor. Yukarıda, yardım bekliyor. Ben sular içindeyim. Şiddetle çarpıyor rüzgâr.

 

   Bedenimde bir kramp, hareketimi kesti. Ben bıraktığımda, o yumuşak şey beni sıkıca tutuyordu. Tırnakları yok gibiydi. Demek ki bir kedi değildi.

   Tepeye hiç bu kadar yağmazdı yağmur, sadece fırtınası eksik olmazdı. Bu kaynak nereden geliyor? Haliç desen, aşağıda kalıyor. Nasıl oluyor bu sefer o kurak tepe, olmuş gölden bitme derya. Ellerim yakalayacakken çocuğu, krampın devirdiği koca bir dağ gibi kapılıyorum akıntıya. Ağlama sesini duyuyorum bu çocuğun. Gittikçe uzaklaşıyor sesi. Kalbim yavaşlıyor, ruhundan boşalan bir rahatlığa kavuşuyorum. Ellerim yakalamak üzereyken o çocuğu, krampın devirdiği koca bir dağ gibi kapılıyorum akıntıya. Ağlama sesini duyduğum o çocuktan uzaklaşan, kendi sesi. Sıçrıyorum, ruhumun bedenime teşrif etmesiyle. Ellerimi öpüyor bir çocuk. Tanıyamıyorum. Aptallığımdan sıyrılıp, hastanede olduğumu anlamama fırsat vermeden konuşuyorlar. Duyuyorum. Helikopterdeki kadın yanımda: “Bitti, sel bitti” diyor. Bu heyecanlı kadından, selin iki hafta üç gün sürdüğünü öğreniyorum. Onun karım olduğunu hatırlıyorum.

   Yoğun bakımda geçirdiğim gün ve gecelerde çok ziyaret edenim olmuş. Durgun kalbimi bağladıkları şu makinenin, akımını keseceklermiş ki, her defasında engel olmuşlar.

  Çocuk sesi geliyor. Bu sesi tanıyorum: “geçmiş olsun.” Ellerini tutamadım sandığım, çatıdaki kız… Adı Sevgi’ymiş.

 

 

17 Mayıs 2010

Pazartesi

Halime Erva KILIÇ

 

( Sel başlıklı yazı yagmur-kilic tarafından 28.11.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.