Sabah saatlerinde başlayan kar, akşama doğru şiddetini artırmış, şehirde diz boyu olmuştu. Toprak damlı öğrenci evinin çatısındaki karları karanlık basmadan küremiş, klasik yemeğimiz olan patatesi ocağa koymuştuk. Bir yandan da bulgur pilavı için hazırlığa başlamıştık.

İki kişilik öğrenci evimiz, yemek saatinde sekiz on kişi olurdu. Evden parası gelmeyen, yurttaki akşam yemeğini kaçıran bizim evde her akşam kazan kaynadığını bilir, yemek saatine yakın fakirhaneye damlardı.

Birazdan kapı vuruldu ağır ağır. Tarsuslu Yusuf’un kapı çalışıydı bu. Kapıyı açtığımda bir kardan adamla karşılaştım. Kar şiddetini iyiden iyiye artırmış, Yusuf yurt kafeteryasından eve gelene kadar adeta kardan adama dönmüştü.
Üzerindeki karları kapının önünde temizleyip girdi içeri. Kilidi bozuk kapıyı kapattım ardından.

Evimizin kapısı hiç kilitlenmezdi. Kilidi bozuktu çünkü. Evden çıkarken kapıyı çeker, bozuk asma kilidi halkaya takar giderdik. Bazen biz eve gelmeden fakirhanenin müdavimleri eve gelmiş, çayı demlemiş, vatan millet sohbetine başlamış olurdu.

Hasan, yere serdiği yaygının üzerine ekmekleri, kaşık ve tabakları yerleştirirken Maraşlı Mustafa da geldi. Yemek pişmiş, bulgur pilavının o eşsiz kokusu sarmıştı evin içini. Ev diyorsam, bir oda bir mutfaktan oluşan otuz metre karelik bir toprak dam… Aslında daha önce ev de değilmiş.

Elma bahçesinin kenarındaki bu kulübe, Abdurrahman amcanın deposuymuş. Toplanan elmalar buraya getirilir, sonra pazara gidermiş. Bizim Denizlili Hasan’ın bir gün öğrenci yurdunda tepesi atınca çıkmış dışarı, ev aramaya. Bu kulübeyi görmüş yurt ile okul arasındaki yol üzerinde. Çalmış Abdurrahman amcanın kapısını.

Abdurrahman amca veresi değilmiş aslında kulübeyi kiraya; ama Hasan duvardaki bağlamayı görüp bağlama üzerine bir sohbet başlatınca yakınlık duymuş ev sahibi ona karşı. Vermiş burayı kiraya. İçerideki elma kasalarını birlikte çıkarıp yığmışlar kulübenin arkasına. Yine elma kasalarının üzerine birkaç tahta çakarak Hasana bir karyola da yapmışlar. Yatağını da Abdurrahman amca vermiş Hasan’ın. Küçük odaya bir iki tahta raf yapmışlar mutfak olsun diye.

Hasan bir iki hafta kalmış saray yavrusu evinde; canı sıkılmış tek başına. Bir gün okulda geldi yanıma, ev arkadaşı aradığını söyledi. O akşam ev arkadaşı oldum Hasan’ın. Sonra da edebiyatçılar tekkesine döndü bizim ev.


Kardan olacak, bu akşam yemeğinde misafirimiz azdı. Yemeğin sonuna doğru kapı çalındı. Kalktım, gelen birici sınıftan Fuat’la Mehmet’ti.
“Hadi arkadaşlar, dedim. Hemen sofraya…”
“Biz yemek yedik.” dedi Fuat. “Ama bir sorunumuz var.”
“Gelin bakalım içeri, burası sorun çözme merkezi, hallederiz.”
“Girmeyelim abi” dedi Manisalı Mehmet. “Necati hastalanmış, kampüs yurdundan haber göndermiş, çok rahatsızmış. Biz de kampüse gidelim dedik ama araba yok.”

Görev yaptığı köyde şehit edilmiş bir öğretmen çocuğuydu Necati. Bir gece teröristler köye gelmiş, bütün erkekleri köy kahvesinde toplamışlar. Babasını da alıp götürmüşler evden annesinin çığlıklarına aldırmadan. O geceden sonra bir daha görmemiş babasını Necati.
Abisi öğretmen lisesinde yatılı okuyormuş, okulu bitirip göreve başlayınca yanına almış annesiyle kardeşini. Birkaç şehir dolaştıktan sonra gelmişler abisiyle memleketleri Gaziantep’e.
Babasız büyümüş Necati. Abisi kol kanat germiş hep ona. Kardeşi babasızlığı hissetmesin diye hem abi olmuş ona, hem arkadaş hem baba. Bizim fakirhane buluşma noktası olduğu için bir akşam onu da getirmişlerdi yemeğe. Saygılı, terbiyeli bir çocuktu Necati. Şehit çocuğu olduğunu öğrenince daha bir yakınlık duymuştum ona. Alt sınıflara talimat vermiş, “Koruyun, kollayın Necati’yi; bir sıkıntısı olursa haberim olsun.” demiştim. Zaman zaman gelirdi bizim eve. Kimi zaman yemeğe, kimi zaman yemekten sonra geç saatlere kadar yaptığımız vatan, millet ve edebiyat sohbetlerine.

Kampus yurdunda kalıyordu Necati. Üniversite kampusu şehrin on yedi kilometre dışındaydı. Kış aylarında akşam beşten sonra dolmuşlar çalışmazdı kampus yolunda. Bu saatte oraya gitmek imkansızdı. Hele böyle bir kar fırtınası varken. Ama Necati’yi görmeli, gerekirse hastaneye getirmeliydik. Üzerimi giyinip çıktım dışarı. Diz boyunu aşan karlara bata çıka vardık dolmuş durağına.

Durakta bekleyen birkaç dolmuş vardı, ama şoförler yoktu. Durağın yanındaki kahvehaneye girdik, şoförleri sorduk. İki şoför oturuyordu içeride; ama ikisi de bu havada kampuse gitmeye yanaşmıyordu.

“Kar şehir merkezinde bu kalınlıktaysa yolda daha fazladır. Bu saatte, bu havada mümkün değil gidemeyiz. Yarın sabah gideriz. Sabaha karayolları ekipleri yolları açar.” diyorlardı.
Necati bize güvenmiş, haber göndermişti. “Hastayım, bana yardımcı olsunlar.” Demişti. Gitmeliydik, en azından onun yanında olmalıydık. Dolmuşçulara dil dökmeye başladık; ama nafile…

Sonunda kahveci girdi araya.
“Gençler, boşuna uğraşmayın, bunlar gitmez. Bu havada gitse gitse Pala Dayı gider sizinle. Siz onunla bir konuşun.”
“Pala dayı gider.” Sözünü işitince bir ümit ışığı parladı gözlerimizde. Adresini alıp düştük yola. Kapısını çalıp derdimizi anlattık iri yapılı, pala bıyıklı Pala Dayı’ya. Sözümüzü bitirir bitirmez “Hemen gidelim!” dedi. Şaşırmıştık, diğer şoförler direnirken Pala Dayı “Hemen gidelim!” diyordu.

Arabanın zincirlerini taktık, yola çıktık. Şehir dışına çıktığımızda kar şiddetini artırmıştı. On üç kilometrelik ana yoldan sonra dört kilometrelik kampus yoluna saptık. Anayolda araçlar işlediği için yol açıktı; ama kampus yoluna girmemizle kara saplanmamız bir oldu. Biz üç arkadaş yolun büyük kısmını arabayı itmekle tamamladık. Ama nihayet yurda vardık. Geri dönüş çok önemli değildi artık. Açtığımız izden rahatça dönebilirdik. Hemen Necati’nin odasına gittik. Yorgan döşek yatıyor, tir tir titriyordu Necati. Koluna girip taşıdık arabaya. Dönüş yolunu kolayca aşıp geldik hastaneye.

Pala Dayı Necati’yi kucağına alıp taşıdı acil servise. Doktorların ve Necati’nin yanından bir an olsun ayrılmadı. Kendi oğluyla ilgileniyormuş gibi koşturuyor, bize iş bırakmıyordu. Sonunda Necati’ye gerekli müdahale yapılmış, hastaneye yatırılmasına karar verilerek tedavisine başlanmıştı.

Zorlu bir gecenin ardından rahat bir nefes almış, Necati’nin yanına Fuat’ı refakatçi bırakmış, Pala dayı ve Mehmet’le birer çay içmek için acil servisin karşısındaki bir kahvehaneye girmiştik.

Çaylarımızı yudumlarken borcumuzu sordum Pala Dayı’ya:
“Üç yolcu parası versen yeter yeğenim.” demez mi?
“Olur mu hiç üç yolcu parası. Biz seni özel olarak tuttuk, götürdük bu karda kışta. Minibüsün yolcu kapasitesi neyse onun parasını vermemiz gerekmez mi?”
“Yeğenim, fazla söze gerek yok, sen üç yolcu parası ver yeter. Hatta onu da verme, şu hasta yeğenimin ihtiyaçları için kullanın paranızı.” Tüm ısrarıma rağmen para almadı Pala Dayı.
İkinci çayları içerken konuştuk havadan sudan, öğrencilikten, memleketlerimizden. “Pala Dayı, dedim, senin için öğrenci babası dendiğini duymuştum. Bu akşam babalığına şahit oldum. Nedir bu babalığın sırrı?”
“Uzun hikaye yeğenim.” Dedi Pala Dayı. Sigarasından derin bir nefes çekip daldı bir müddet. Sonra çayını yudumlayıp başladı anlatmaya:

Askerden yeni gelmiş, bir arkadaşımın düğünü için Erciş’e gitmiştim. Emine’yi o düğünde gördüm. Sonrasında konuştuk, anlaştık ve evlendik. Babamın ilk çocuğuydum ve babam, bir an önce torununu kucağına almak istiyordu. Ama aradan yıllar geçiyor, çocuğumuz olmuyordu. Doktor doktor, hoca hoca dolaştık, olmadı. Çevremizden, ailemden baskı yapmaya başladılar, bu kadının çocuğu olmuyor, bir daha evlen, çocuğun olsun dediler; aldırmadım. Biz Emine’yle birbirimizi seviyorduk, çocuğumuzun olmasını elbette istiyorduk; ama vermeyen Allah, vermiyor işte. Ne yaparsın?

Yıllarca direndik baskılara, alaylara... Sabrettik. Sekiz yıl sonra bir oğlumuz oldu. Aman Allah’ım!.. O ne güzellik, o ne sevimlilik?.. İçim içime sığmıyor, Gökhan’ım kollarımın arasından inmiyordu. Gözüm gibi kolluyordum oğlumu, bir tanemi. Çoğu zaman dükkanı çırağa bırakıp eve gidiyordum, oğlumu sevmeye.

Büyüdü, serpildi Gökhan’ım. Okul çağına geldi. Sabah okula bırakıp akşam sınıfın kapısından alıyordum. Zehir gibi zeka var Gökhan’ımda. Öğretmeni yere göğe sığdıramıyor. İlkokul, ortaokul, lise derken üniversite sınavına girdi oğlum. Sınav sonuçlarının açıklandığı gün bayram vardı evimizde. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni kazanmıştı aslanım. Doktor olacaktı, oğlum doktor olacaktı…

Ertesi gün, arkadaşlarıyla buluşmak, eğlenmek için çıktı evden. İki saat sonra haber geldi, Gökhan’ıma bir araba çarpmış! Beynimden vurulmuşa döndüm, koştum hastaneye. Ellerim ayaklarım tutmuyordu. Çok kan kaybetmiş yavrum, “Kan bul!” dedi doktorlar.

Fırladım hastaneden, eş dost, akraba dolaştım. AB negatif kan aradım saatlerce. Yok, yok, yok… Belediyeden anons ettirdim, yine gelen giden yok. Zaman geçiyor, oğlum ecelle pençeleşiyor. Elim kolum bağlı, kan bulamıyorum. Koca şehirde oğluma kan yok!

Artık ümidimi kesmiştim ki iki öğrenci geldi hastaneye, kan vereceğiz dediler. Dünyalar benim oldu, gözlerinden öptüm çocukların. Üniversitede öğrencilermiş, belediyenin anonsunu duyunca gelmişler. Hemen ilgilendi doktorlar, kanlar alındı, oğluma verildi. Dünyalar benimdi artık. Bir oğlumun yanındaydım, bir kan veren çocukların yanında. İki oğlum daha olmuştu o an. İşleri bitince çocukları aldım, arabamla kaldıkları yurda kadar götürdüm. Ceplerine üç beş kuruş harçlık koymak istedim, almadılar.
Hemen hastaneye döndüm. Karım Emine oğlumun başucunda bekliyor. Oğlum, canım oğlum… Sekiz yıl beklediğim oğlum. Gözümün nuru oğlum, üniversiteli oğlum, doktor oğlum…

Sabaha çıkamadı yavrum. Delikanlım kaydı gitti avuçlarımın arasından… Bu ne imtihandır Ya Rabbi? Sekiz yıl diyende verdin, on sekiz yıl sonra aldın oğlumu benden!

Günler, aylar nasıl geçti bilmiyorum. Dükkanı kapattım, işi gücü bıraktım. Kendimi kaybettim. Sabahlara kadar meyhanelerdeydim artık.
Bir gün, oğluma kan veren gençlerle karşılaştım yolda. Sarıldım, kucakladım, öptüm onları oğlumu öper gibi. Oğlumun sağlığını sordular. Boğazım düğümlendi, ağladım, ağladım. Beni teselli ettiler, “biz de senin oğlunuz, sen bize o gün iki oğlum daha oldu demedin mi?” dediler. Koluma girip beni eve getirdiler. Ertesi gün ziyaretime geldiler. Beni yalnız bırakmadılar, hayata döndürdüler.

O günden sonra bir karar aldım, artık bütün üniversite öğrencileri benim çocuğum olacaktı. Benim oğlum da üniversiteliydi. Ona koca şehirde kan bulamamıştım da iki üniversite öğrencisi kan vermişti. Onlar evlerinden kilometrelerce uzakta, gurbet elde ne sıkıntılar çekiyor. Dar günümde bana koştular, kanlarını verdiler. Ben de onlar için elimden geleni yapacağım dedim.
Van’daki bütün üniversite öğrencilerinin babasıyım artık. Allah Gökhan’ımı aldı ama yüzlerce Gökhan verdi bana. Bu arabayı aldım çocuklarıma daha yakın olmak için. Kiminin parası gelmemiştir, kiminin kömürü bitmiştir, kiminin başka bir derdi vardır. Ben bilirim, anlarım onların dertli olduklarını.

Bakışlarından, yürüyüşlerinden anlarım bir sıkıntıları olduğunu. Elimden geldiğince koşarım yardımlarına. Niceleri vardır, okulu bitirmiş, göreve başlamış, ziyaretime gelmiştir. Onları böyle gördükçe Gökhan’ım gelir aklıma, gururlanır, hüzünlenirim.

Anladın mı şimdi neden almıyorum o parayı senden? Bir öğrenci daha kurtardım bu akşam çok şükür. Bir Gökhan daha, bir oğul daha…



Mustafa Kuvancı
( Pala Dayı başlıklı yazı M. Kuvancı tarafından 24.05.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.