...

Her geçen gün kadının sinileri bozuluyor, iradesi zayıflıyor, ruhu sıkılıyordu. Sabretmekse kara diken yutmak gibiydi… Diken içini parçalayıp geçmesine rağmen yine de sesini çıkaramıyordu. “Çocuklar boynumu büküyor, yoksa çekmez, çoktan ayrılırdım,” ifadesinde çaresizlik içinde çocuklarına olan bağlılığını sergiliyordu. Kaçmak, yeni bir hayata başlangıç yapmayı düşünüyordu ama bir türlü uygulamaya cesaret edemiyordu.

 

Yüksek apartmanların arasında güzeli, doğruyu, Hakk’ı aramak ve bulmak zordu. Aynı apartmanda oturmalarına rağmen insanların birçoğu birbirini tanımıyordu. Çoğu kez kuru bir selam bile verilmiyordu. Herkes kendi dert ve çileleri içinde yanıp kavrulurken birbirlerinden habersizlerdi. Ya ölenin ardından bakmak, göçüp gidenin ardından seyretmek dışında komşuluğa pek katkıları olmuyordu. Sevdalanacak bir şey bulmak ve onun uğrunda eskimek… Kalabalıklar arasına esir olan estetiği yakalamak kolay değildi…

 

Bazen bir demlik çay ve bazen bir acı kahve aralardı sohbetimizi… Arada bir elleri sigarasına uzanırdı, zararının olduğunu bile bile… “Şu zıkkımın kökünün zehir olduğunu bildiğim halde, yine de içiyorum… Sinir hastası olup çıktım…” diyordu. Evin içinde saksılarda çiçek yetiştirmek gibi bir uğraşı bulmuştu kendine… Saksılardaki çiçekler bakışlarımızın gölgesi altında açardı. Umut bir sarmaşık olur, zamanın duvarlarına tırmanmaya çalışırdı. Komşu pencerelerin tülleri ardından arada bir, bir çift göz bakar dururdu balkondaki halimize… Bazen serçeler konardı tesadüfen balkonun demir korkuluklarına... Şaşkın şakın bakar, bazen en ufak bir hareketten korkarak uçarlardı. Karşı apartmanın damından bir çift kumru sesi gelirdi, bitip tükenmeden… Arada bir çöpleri karıştıran kedilerin kavga ve patırtıları ulaşırdı kulaklarımıza… Kızlar kanepelerde öyle üstü açık uyurken bulurduk onları… Bir gece yarısı eve gelen koca kendiliğinden kıvrılır kalırdı uykunun kollarlı arasında…

 

Aklımın erdiğince onu teselli etmeye, onu anlamaya, onu sakinleştirmeye, yardımcı olmaya çalışmıştım. Ona anlatmaktan daha çok, onun anlatmasını, anlattıkça içini boşaltmasına yarıyordum. Ağzımın sıkı, sır tutmasını bilen biri olduğumu denemiş olmalıydı. Her fırsatta onu dinledim. Bazen karanlık, bazen çakır ayaz geceler, geceleri süsleyen yıldızlar şahidimiz oldu. Balkon ve duvarlar; Aysultan Hanımın gözyaşlarına ve acılarına tanıklık ederdi. Dostunun ağlamasıyla ağlamayan, gülmesiyle gülmeyen ne kadar vefalı dost sayılabilirdi? Sanki bende onunla hüzünleniyor, dert ve gamlanıyordum. Dostluksa bir gönüllü işiydi. Dostluk denizlere beraber akmak, bazen roman gibi yaşamak, bazen şiir gibi hüzünlenmek değil miydi? Dostluk, samimiyetle karşılık beklemeden dua etmekti. Dostluk geri iade etmeme üzere paylaşmaktı. Sürekli kocasından, mutsuzluğundan yakınır dururdu. Bazen güzel dudaklarından güzel sözler dökülürdü.

Ateşin en korkuncu sinemde beni yakar durur

Her şeyine katlanırım amma sözü çeker vurur

            Kaç kişi dokundu vicdanıma, kaç kişi canıma
            Bir fırsat ile dokundurmadım dinim imanıma

Başımı alır çeker giderdim, çocuklar olmasa

Yıkılan bir yuvanın ardında, gözyaşı kalmasa

 Bazen fırsat bulup ziyaretine gidemezdim. Aradan geçen süre uzardı.

 “Bre oğlum neredesin? Gözükmez oldun. Gözlerimi bu kadar yollarda koymaya hakkın yok…” sitemleriyle özlediğini bilir, arandığımı anlardım. Bazen olduk olmadık yerlerde; her önüne gelene sert çıkışları olurdu. Bazen bende nasibimi alırdım ama onu anlayışla karşılardım. Sanki tedavi etmekte olduğum bir hastamdan farksızdı. O ise biraz sonra ise yaptıklarına üzülür, kendi kendine kahırlanırdı.

 

 “Ben de ne tuhaf olup çıktım. Senin ne suçun vardı. Sinirimi senden aldım,” ifadelerine sadece tebessümle karşılık verir geçiştirirdim. Arada bir elimde gül, dudaklarımda tebessüm olurdu. Gül ve tebessüm ayrı bir hüsnü kabul görürdü. Hüsnü kabulü bir ayrı hoşuma giderdi.

 

 “Uzun zamandır, çiçek getirenlere hasret kaldık,” sitemleri içinde kocasından beklediği özlemleri gizliydi. Arada bir sözlerinde: “Nerdeyse, geleceğin günler içime doğuyor, o günü; nerdeyse iple çekiyorum sanki…” sözleriyle yaşamında aranan, beklenen aileden biri gibi olmuştum. Ama diğer yanda korkuyorum. Buraları terk edip gittiğim zaman; o dertlerini anlatacak birini bulamadığının acısı ve hüsranlığı içinde “Lanet olsun! Bize kendini alıştırdın sonra terk edip gittin,” der mi diye endişelere kapılıyorum. Acaba diyorum. Çok mu ince düşünüyorum. O, lanet de okusa; yine de “Affetmezseniz sevemezsiniz, sevgisiz hayat ise anlamsız” lığını görüp onu yüreğimden affediyorum. Onu sadece kendi olağan tadında sevmeye devam ettim…

 

“Bana el uzattığın gün sıkıntılarım hep ikiye bölünüyor, sevincim hep ikiye katlanıyor,” diye memnuniyetini izhar ederdi. Her memnuniyeti içimde açan çiçeğin sevincine dönüşürdü…

 

Ruh yapıları birbirinden çok farklı liseye giden iki kızı vardı. Biri çok hareketli, girişken ve savruk, diğeri duygusal, ağırbaşlı ve sakindi… Kızlar yürüyerek Kurtuluş Lisesine gidip geliyorlardı dişbudak ağaçlarının sararıp dökülen yapraklarını tepeleyerek... Kesif hava kirliliği şehrin üstüne bir kara bulut gibi çöker, şehri gri bir renge boyardı. Bazen dayanılmaz bir hal alırdı.  Hayata yeni yeni yelken açmaya çalışacaklardı.

...

Ank-310706

( Aysultan Hanım-2 başlıklı yazı Kocamanoğlu tarafından 19.07.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.