Bir Sonbahar Günü -3
Zaman
acımadı, yollarımızı ayırdı birleştirdiği gibi... Ayrılmaksa karşılaşmak
gibi kolay olmadı…. Bilirim ki gidenler unutulur…... Tanışmayla gelen
dostlukta yüreklerde ve bellekte silinemez izler bıraktı. Daha sonraki
yıllarda, yol üstü birkaç defa uğradım. Daha sonra araya yıllar girdi. Bağlantı zayıflayan yerinden bir gün kendiliğinden koptu...
Sekiz yıl sonra bir kızla evlendim. Evlendiğim kız aynı iklimin, aynı
yörenin insanıydı. Farklı iklimler insanları farklı mizaçlı kılıyordu.
Sıcak iklimli insanların mizaçlarıyla, çoğu kez soğuk iklimlerde doğup, büyüyüp, yaşayanların mizaçları çok farklıydı. İnsanlar ise doğuştan gelen kişilik özelliklerini/fıtratlarını
değiştiremezler. İnsan da tohum-toprak-iklim-ağaç sürecindeki tohum
gibiydi… Nasıl tohumlar, içerisinde bitkinin bütün özelliklerini
potansiyel olarak taşır, bu potansiyelini ancak toprağa düşünce
çıkarırsa... Her tohum her toprakta yetişmediği gibi her insanda her
ortamda huzurlu ve mutlu olmazdı... Her insan iklim/çevreden etkilenir. Çıkan ağaçsa kişiliği temsil etmez miydi?
Belki bu biraz daha farklı gibiydi. Ama bu da mefkûreden habersizdi.
Düğünümde Aysultan Hanıma ve kızlarına davetiye göndermedim.
Gönderemedim. "Gelmezler, gelemezler," diyordum ama belki de gelirlerdi…
Bilemiyorum. Denemedim ki! Gönlünün bir köşesinde bana da bir yer
ayırmışken kalkıp bir başkasıyla evlendiğimi görmek onlara acıdan ve
hayal kırıklığından başka ne verebilirdi? Her şeye rağmen mutluluk ve
saadetler dileyecek kadar da yürekli ve olgun biri olarak görüyordum
Aysultan Hanım'ı…
Aradan geçen yıllar bana da çocuklar verdi. Hiçbir zaman fikri bir
kirliliğim olmadı. Olmayışına da seviniyordum. Bir evim ve bir ailem
oldu. Aysultan Hanım'ın aklından geçirdiği o kız önce devlet memuru
oldu, sonra o da evlendi. Düğününden ve hayatını birleştirdiği insandan
hiç haberdar olmadım. Benim onları çağırmadığım gibi onlar da beni
çağırmadılar…. Nerede ve nasıl bir düğün yaptılar? Nasıl biriyle
akrabalık bağları kurdular? Gibi sorular beynimin zarlarına takılıp
kalsa da araya ayrılık, araya uzak mesafeler ve araya yıllar girdi. Bir
daha görmedim ama simasını da unutamadım onların...… Ona hep mutluluk ve
saadetler diledim.
Ne kadar huzurlu, ne kadar mutluydu? Veya mutsuzdu onu da bilmiyordum.
Çocukları olmuş muydu? Kaç taneydi? Yoksa kendine siper edinen medeni
çerçeveden sayılanlar gibi çocuk yapmaktan kaçınmışlar mıydı? Ama her
şeye rağmen tekrar onu yakından tanımayı, dertlerini ve mutluluk
anılarını paylaşmayı isterdim. Hatta bir gün uzaktan onu izlemeyi, hal
ve ahvalini tanımaya arzu duyuyordum. Var ise çocuklarına hediyeler
almayı, onların başını okşamayı isterdim. Analarının tepkisi ne olurdu?
İzlemek isterdim. Kızının yuvasına gölge düşmesin diye annesinin "buna
sıcak bakmayacağını, hatta yer yer endişe duyacağını, buna ne lüzum ve
gerek var" diyeceğini görür gibi oluyordum. Aradan geçen yıllar beni ona
unutturmuş belki ismimi ve simamı görse bile hatırlayamayacaktı. Belki
de bunlar sadece birer hayal ve tasavvurdan ibaret olarak kalacaktı. Ama
biliyordum ki bu dünyada dertsiz hiçbir baş yoktu.
Eğer kızın kaderi anaya çektiyse…, huzurlu bir aile ortamında
büyümeyenlerin evliliklerinde de yeterli derece mutlu olamadıklarını
inanıyordum.
Yıllar ondan da çok şeyler alıp götürmüş olduğu muhakkaktı.
Düşündükleri, hayal ve arzu ettiklerinin birçoğu benim gibi
gerçekleşmemiştir. Her şeye rağmen sıhhatte ve hayattayım. Huzurlu ve
mutluydum. Masamda oturup bu satırları yazarken Aysultan Hanım'ı
aramayı arzu istedim. Önce tereddüt ettim. Aradan geçen uzun zaman arayı
soğutmuştu. Nasıl bir tepki verir onu da bilmiyorum. Birkaç defa elim
gitti, gitti geri geldi. Ankara'da oturmaya devam ettiklerini
biliyordum. İki kızını gelin ettiğini ve oğlunu da everdiğini
öğrenmiştim. Kocası emekli olunca işi bırakmıştı. Oğlu hayata atılmış,
iş yeri açmıştı. Aynı evde birlikte oturuyorlardı. Yoksa bir Köroğlu
Ayvaz hayat çekilmez olurdu. En azından oğlan, gelin ve torun bir arada
hayatın son yıllarında acı tatlı bir arada yaşamak iyi olurdu.
Uzun yıllar girdiğinden ara soğumuştu. Belki de "Sen de kimsin?"
denecek kadar olmuştu. "
"Hem bu kadar yıldır kaçıyor, aramıyorsun da bu
gün neden aklına düştü?" diyebilirdi. Hani hakkı da yok değildi.
Herkesi, her şeyi Yunus'ça seviyordum.
Umudumun çeşitli renkleriyle yetiştirdiğim sevgi güllerini ak atların
sırtında gurbete gidenlere hediye etmek istiyordum. Işığın karanlığı
boğduğunu tadına vararak seyretmek istiyordum. Ben hasreti, ben çileyi
özledim. Dostun ayar düğmesi gibi olmuştum. Dağlar gibi birbirimize
yaslanarak gidiyorduk.
Otobüs güzergâhını izleyerek Aşti'ye gelmişti. Acelem yoktu. Yolcuların
inmesini bekledim. Peş peşe gelerek peronlara giriyor ve getirdikleri
yolcuları indiriyorlardı. Ankara yeni bir güne merhaba derken, gelenleri
de bağrına basmaya devam ediyordu. Daha sakin ve rahat bir ortamda
indim. Lavaboya geçerek el ve yüzümü yıkadım. Ver elini Ankara,… sana
geldim…...
Ank-310706
(
Bir Sonbahar Günü -3 başlıklı yazı
Kocamanoğlu tarafından
13.08.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.