Zaman acımadı, yollarımızı ayırdı birleştirdiği gibi... Ayrılmaksa karşılaşmak gibi kolay olmadı…. Bilirim ki gidenler unutulur…... Tanışmayla gelen dostlukta yüreklerde ve bellekte silinemez izler bıraktı. Daha sonraki yıllarda, yol üstü birkaç defa uğradım. Daha sonra araya yıllar girdi. Bağlantı zayıflayan yerinden bir gün kendiliğinden koptu...

Sekiz yıl sonra bir kızla evlendim. Evlendiğim kız aynı iklimin, aynı yörenin insanıydı. Farklı iklimler insanları farklı mizaçlı kılıyordu. Sıcak iklimli insanların mizaçlarıyla, çoğu kez soğuk iklimlerde doğup, büyüyüp, yaşayanların mizaçları çok farklıydı. İnsanlar ise doğuştan gelen kişilik özelliklerini/fıtratlarını değiştiremezler. İnsan da tohum-toprak-iklim-ağaç sürecindeki tohum gibiydi… Nasıl tohumlar, içerisinde bitkinin bütün özelliklerini potansiyel olarak taşır, bu potansiyelini ancak toprağa düşünce çıkarırsa... Her tohum her toprakta yetişmediği gibi her insanda her ortamda huzurlu ve mutlu olmazdı... Her insan iklim/çevreden etkilenir. Çıkan ağaçsa kişiliği temsil etmez miydi?

Belki bu biraz daha farklı gibiydi. Ama bu da mefkûreden habersizdi. Düğünümde Aysultan Hanıma ve kızlarına davetiye göndermedim. Gönderemedim. "Gelmezler, gelemezler," diyordum ama belki de gelirlerdi… Bilemiyorum. Denemedim ki! Gönlünün bir köşesinde bana da bir yer ayırmışken kalkıp bir başkasıyla evlendiğimi görmek onlara acıdan ve hayal kırıklığından başka ne verebilirdi? Her şeye rağmen mutluluk ve saadetler dileyecek kadar da yürekli ve olgun biri olarak görüyordum Aysultan Hanım'ı…

Aradan geçen yıllar bana da çocuklar verdi. Hiçbir zaman fikri bir kirliliğim olmadı. Olmayışına da seviniyordum. Bir evim ve bir ailem oldu. Aysultan Hanım'ın aklından geçirdiği o kız önce devlet memuru oldu, sonra o da evlendi. Düğününden ve hayatını birleştirdiği insandan hiç haberdar olmadım. Benim onları çağırmadığım gibi onlar da beni çağırmadılar…. Nerede ve nasıl bir düğün yaptılar? Nasıl biriyle akrabalık bağları kurdular? Gibi sorular beynimin zarlarına takılıp kalsa da araya ayrılık, araya uzak mesafeler ve araya yıllar girdi. Bir daha görmedim ama simasını da unutamadım onların...… Ona hep mutluluk ve saadetler diledim.

Ne kadar huzurlu, ne kadar mutluydu? Veya mutsuzdu onu da bilmiyordum. Çocukları olmuş muydu? Kaç taneydi? Yoksa kendine siper edinen medeni çerçeveden sayılanlar gibi çocuk yapmaktan kaçınmışlar mıydı? Ama her şeye rağmen tekrar onu yakından tanımayı, dertlerini ve mutluluk anılarını paylaşmayı isterdim. Hatta bir gün uzaktan onu izlemeyi, hal ve ahvalini tanımaya arzu duyuyordum. Var ise çocuklarına hediyeler almayı, onların başını okşamayı isterdim. Analarının tepkisi ne olurdu? İzlemek isterdim. Kızının yuvasına gölge düşmesin diye annesinin "buna sıcak bakmayacağını, hatta yer yer endişe duyacağını, buna ne lüzum ve gerek var" diyeceğini görür gibi oluyordum. Aradan geçen yıllar beni ona unutturmuş belki ismimi ve simamı görse bile hatırlayamayacaktı. Belki de bunlar sadece birer hayal ve tasavvurdan ibaret olarak kalacaktı. Ama biliyordum ki bu dünyada dertsiz hiçbir baş yoktu.

Eğer kızın kaderi anaya çektiyse…, huzurlu bir aile ortamında büyümeyenlerin evliliklerinde de yeterli derece mutlu olamadıklarını inanıyordum.

Yıllar ondan da çok şeyler alıp götürmüş olduğu muhakkaktı. Düşündükleri, hayal ve arzu ettiklerinin birçoğu benim gibi gerçekleşmemiştir. Her şeye rağmen sıhhatte ve hayattayım. Huzurlu ve mutluydum. Masamda oturup bu satırları yazarken Aysultan Hanım'ı aramayı arzu istedim. Önce tereddüt ettim. Aradan geçen uzun zaman arayı soğutmuştu. Nasıl bir tepki verir onu da bilmiyorum. Birkaç defa elim gitti, gitti geri geldi. Ankara'da oturmaya devam ettiklerini biliyordum. İki kızını gelin ettiğini ve oğlunu da everdiğini öğrenmiştim. Kocası emekli olunca işi bırakmıştı. Oğlu hayata atılmış, iş yeri açmıştı. Aynı evde birlikte oturuyorlardı. Yoksa bir Köroğlu Ayvaz hayat çekilmez olurdu. En azından oğlan, gelin ve torun bir arada hayatın son yıllarında acı tatlı bir arada yaşamak iyi olurdu.

Uzun yıllar girdiğinden ara soğumuştu. Belki de "Sen de kimsin?" denecek kadar olmuştu. "

"Hem bu kadar yıldır kaçıyor, aramıyorsun da bu gün neden aklına düştü?" diyebilirdi. Hani hakkı da yok değildi. Herkesi, her şeyi Yunus'ça seviyordum.

Umudumun çeşitli renkleriyle yetiştirdiğim sevgi güllerini ak atların sırtında gurbete gidenlere hediye etmek istiyordum. Işığın karanlığı boğduğunu tadına vararak seyretmek istiyordum. Ben hasreti, ben çileyi özledim. Dostun ayar düğmesi gibi olmuştum. Dağlar gibi birbirimize yaslanarak gidiyorduk.

Otobüs güzergâhını izleyerek Aşti'ye gelmişti. Acelem yoktu. Yolcuların inmesini bekledim. Peş peşe gelerek peronlara giriyor ve getirdikleri yolcuları indiriyorlardı. Ankara yeni bir güne merhaba derken, gelenleri de bağrına basmaya devam ediyordu. Daha sakin ve rahat bir ortamda indim. Lavaboya geçerek el ve yüzümü yıkadım. Ver elini Ankara,… sana geldim…...

Ank-310706
( Bir Sonbahar Günü -3 başlıklı yazı Kocamanoğlu tarafından 13.08.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.