Uykumu bölen nedeni düşünürken, tedirgin bir şekilde yatakta sağa, sola bedenim dönüşler yapmaya başladı. Huzursuz kımıldamalarım yanımda yatmakta olan eşimi uyandırmaya yetmişti:

“Ne oldu, bir yerin mi ağrıyor?”
“Hayır, bir şeyim yok canım.”
“O halde uyusana…”
“Peki, uyudum”.
Eşimin uykusunu dağıtmamak için kısa yanıtlarla geçiştirmiş, aynı zamanda yatağa sırt üstü mıhlanmıştım. Yeniden gündüzü düşündüm. Plajda yaşadığım o anlara geri dönüşler yaparak beni uyandıran asıl sorunu kafamda çözmeliydim. Aksi halde sabahı uyku uyumadan kucaklayacaktım.

“Demek bana kitabınızı vermeyeceksiniz, on sayfa okuduktan sonra size verecektim.”
“Kusura bakmayın, kitap benim değil, emanet kitabı da kimseye vermem, lütfen ısrar etmeyin.”
“Peki, ne yapalım…” dedikten sonra yaşlı adam az ötedeki şemsiyesinin altına uzandı.
Kitabı veremediğim için üzülmüştüm. Erdal Altunlu yazar dostumun kitabını plajda okurum, diye getirdiğime bin pişman olmuştum. Keşke başka bir kitap çantama atsaydım. Okuma iştahım da kaçmıştı. 43.üncü sayfaya ayraçı yerleştirip kitabı kapadım ve çantama yerleştirdim. Daha sonra da denize girmek için güneş gözlüğümü plaj çantama koyup, mavi Ege’nin buz gibi sularına kendimi bıraktım.
Bir süre açığa doğru serin suları kulaçladım. Güneşin tenimdeki sıcaklığından şimdi eser yoktu. Yorulana kadar yüzdüm. Arada ayak bileklerimden parmak uçlarıma doğru kasılmalar oluyor, sırt üstü uzanıyordum. Böylelikle kramp oluşmasını engelliyordum.
Duşumu alıp güneşlenmeye başladım. Güneş gözlüğümü takıp kitabı elime aldım. Kaldığım yerden okumaya başlamak üzereydim ki, hala isteksizdim. Nedensiz bir şekilde gözlerim az önce bana “kitabınızı verir misiniz” ısrar eden adamı aradı. Yoktu…Şemsiyesinin altında sergi boştu.
” Kağıt helvaaa getirdim…Elma şekerlerini getirdim, ağızınızın tadı bozulmasın, tatlansın diye…Elma şeker, pamuk şeker, canınız bal şeker çeker.Alan da yok, soran da yok. Aşkolsun yahu!..Bu adam ne der, ne söyler, insan bir merak eder, herkes yatmış, uzanmış uyumakta. Anlamadım gitti…Çocuklar bari siz uyanın, bakın,görün beni…Kağıt helva, elma şeker, pamuk şeker, canınız çeker…En iyi evlat, babasının parasını yiyen çocuktur…Aaa, beni ne duyan var, ne gören var, herkes olmuş bir bakar-kör…”
Satıcının manileriyle şenlenmiştim…Gülmeye başladım…
Satıcı renk renk pamuk şekerlerinini bir sopaya bağlamış, daire şeklinde de elma şekerlerini çevresine doladığı metal çembere tutturmuş, diğer elinde de pembe-beyaz kağıt helvalarla tam tepemde durmaktaydı.
Gülmemi kesip ona;
“Haklısın, herkes uyuyor,” dedim.
“Siz uyandınız ya, şimdi canınız da çekmiştir bir kağıt helva.”
Uzun yıllar vardı kağıt helva yemeyeli. Satıcıdan aldığım beyaz kağıt helvayı bir çocuk gibi dişlerimin arasına aldığım küçük ısırıklarla yemeye başladım.Dişlerimin arasından ağız içine dağılan hafif macunumsu tat, az önceki yuttuğum deniz suyunun tadına karışmıştı.
Mavi ufka öyle dalmıştım ki, “size söylüyorum hanımefendi” sözleriyle başımı duyduğum sesin sahibine çevirdim. Benden kitabımı isteyen adamdı. Elinde gazete vardı.
“Size gazetemi okumanız için verebilirim, ister misiniz?”
Çatmıştım!..Ona hafiften tebessüm edip,
“Hayır, teşekkür ederim,” dedim.
Yaşlı adam hiç ısrar etmeden sergisinin üzerine uzandı ve gazetesini okumaya başladı.
Anladığım kadarıyla “okuma alışkanlığı” vardı ve almış olduğum bu tavır, kendimi çok suçlu hissetmeme neden olmuştu.
Kağıt helvamı yer yemez, güneşlenmekten de vazgeçtim. Askılı elbisemi giyinip, eve doğru gitmek üzere çantamı hazırlamaya koyuldum.

Bu düşüncelerle uyuyakalmıştım. Sabah uyanır uyanmaz plaj çantamı hazırladım. İçine bu kez iki hikaye kitabımı da yerleştirdikten sonra evden çıktım.Ayaklarım simit sarayına doğru yol alırken, İda’nın iç ferahlatan esintisi saçlarımı savuruyordu.
Çayla birlikte peynirli simidimi yedikten sonra sahile doğru ilerledim. Bakışlarımla kumsalı ve denizi taradıktan sonra aynı şemsiye altına güneşlendiğim sergiyi serdim. Az sonra tenimi yakacak olan güneşin kollarına kendimi bırakıp, uykusuz gözlerimi dinlendirmeye başladım.
Ne kadar uyumuşum bilmiyorum, ama güneş ayaklarımı ve omuzlarımı çok yakmıştı. Denize girip çıktıktan sonra canım duş almak istemedi. Tuzlu suyla daha çabuk bronzlaşacağımı biliyordum. Yüzü koyun uzanıp, tam kitabımı açacaktım ki, bakışlarım az ilerideki insana dikkat kesilmişti. Aynı adam gelmişti. Dün benden ısrarla kitap isteyen adam, güneşlenmek üzere üzerindeki atleti çıkartıp, çantasına yerleştiriyordu. Hemen çantamı açıp, “Sahildeki Ceset” adlı hikaye kitabımı alıp, ona doğru yürüdüm.
Yaklaştığım zaman yüzünü havluyla örttüğünü gördüm. Önce onu rahatsız edebileceğim düşüncesiyle duraksadım, ama bu düşünceden hemen uzaklaşıp;
“Beyefendi, bakar mısınız?”
Adam hemen doğruldu ve beni tanıdığını belli eden bir gülümseme yerleştirdi yüzüne;
“Buyrun hanımefendi” dedikten sonra hemen doğrulup oturdu.
“Dün size kitap vermemiştim. Ve çok üzülmüştüm. Ama inanın o kitap bana ait değildi. Emanetti, bu nedenle size vermek istemedim. Ama kabul ederseniz, bugün size kendi kitabımı imzalamak istiyorum.”
“Tabi ki, kabul ederim. Zahmet vermek istemezdim size hanımefendi” dedi ve hayretler içinde açılan gözlerine aldırmadan, ona kendi yazmış olduğum kitabımı uzatmıştım.
“Kalem almayı unuttum, bir kalem bulursak, imzalayabilirim”.
Heyecanlanan adam elini çantasının içine sokup araştırmaya başladı:
“Bende var” dedikten sonra dolma kalemini uzatırken de “bilmece çözmeyi severim de” dedi.
Kitabı imzalayıp ona verdim, tam gitmek üzereyken seslendi:
“Bir dakika, bu kitabı siz mi yazdınız?”
Gözlerinde bir şaşkınlık gözlemlemiştim. Gülümsedim:
“Evet, ben yazdım”.
“Siz ciddi misiniz?”
Şaşırma sırası bu kez de bana gelmişti:
“Evet, o kitabı ben yazdım”.
“Allahım, bugün en mutlu günüm, bir dk hanımefendi” dedikten sonra kitabı göğsüne bastırıp, ayağa kalktı.
Elime uzanıp dudaklarına götürüp, hafifçe öpüp elimi özgür bırakmıştı:
“Bu günü ve sizi asla unutmayacağım hanımefendi, çok teşekkür ederim.”
“Rica ederim, keyifli okumalar”.
Onun mutlu hali hoşuma gitmişti. Bu şekilde vicdanımı tutsaklıktan kurtarmanın huzuru ile sergime doğru sıcak kumlarda ilerledim.
Onun yanından uzaklaştığımda aklıma takılan bir şeyden kurtulmaya çalışıyordum.Adamın gözleri dikkatimi çekmişti. Evet,o mavi gözler hiç de yabancı değildi.
Acaba kimdi?
Güneş gözlüklerimin altından onu incelemeye koyuldum. O ise çoktan kitabın içine gömülmüştü. Ne tuhaf bir duyguydu şu anki hissettiklerim. Dün adam bana çok itici gelmiş, bugün ise onun gözlerindeki ifade ve sanki onu “çok önceden tanıyormuşum” gibi bir hisler içinde aklımı zorluyordum.
Acaba onu nereden tanıyordum?

“Hala uyumuyorsun değil mi?”
“Yine mi uyandın, oysa kımıldamıyordum bile.”
“Evet, uyandım.Kımıldamıyorsun,sayıklıyordun.”
Şaşırmıştım.
“Ala ala, ben şimdi sayıkladım mı?”
“Evet, sayıkladın canım.”
“Peki ne dedim?”
“Pek çözemedim konuşmanı, ama sürekli aynı soruyu soruyordun”.
Meraklanmıştım.
“Nasıl?Ne sordum?”
“O kimdi? Onu nerden tanıyorum, gibi sorulardı sanırım”.
Güldüm.
Daha sonra da gündüz yaşadıklarımı kısaca anlattım.
Sabah kahvaltımızı ederken, hala anımsayamadığım, ama o tanıdık mavi gözlerin sahibini düşünüp duruyordum. Eşim dalgın halimi farkedince;
“Çok düşünme, bugün de onu gördüğünde ona sorarsın, sizi biryerden tanıyorum, ama nereden diye…”
“Bunu ona soramam canım. Ya çok yakından tanıdığım ve unuttuğum biriyse utanırım.”
“Aynı şey onun içinde geçerli, bence sor ona.”
“Evet, haklısın. Bugün de gelirse mutlak soracağım. Cidden aklıma çok takıldı.Özellikle gözleri var ya, öyle tanıdık geldi ki, ama hiç anımsayamıyorum.”
“Ee, yaşlanıyoruz, galiba unutkanlık sendromu başladı. Bende de oluyor. Dediğim gibi bugün gördüğünde sorarsın ona.Belki de bir sanatçıdır, gazete veya TV’de gördüğün biri de olabilir.Bu nedenle o adam sana tanıdık geldi…”
“Belki de…”
Eşimin bu makul düşüncesine ister istemez katılmıştım.
Kahvaltı sonrası mutfağı topralarken de, bulaşıkları yıkarken de hep o mavi gözlerin sahibinin “kim” olduğunu düşünüp, aklımı zorlayıp yormuştum.

Günlerden pazardı ve biz pazar günleri asla sahile inmezdik. Hem sahilimiz kalabalık olurdu, hemde deniz suyu oldukça kirlenirdi. Eşimle o gün İda’nın zümrüt yeşili bağrındaki bir gölet kenarında piknik yapmaya karar vermiştik.
Böylelikle “mavi gözlerin” sahibinin kim olduğu sorusunu sormayı de ertelemiştim.
 

Emine PİŞİREN

( Davetsiz Konuk-2- başlıklı yazı BelkiBirGün tarafından 17.09.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.