Baba evi…

 

       Dam kiremidinin arasına peş peşe iki serçe girdi. Kiremidin altındaki yuvadan, ipliğe benzer şeyler sarkıyordu. Yuvanın tam altındaki toprağın yüzünde, sadece sivrisi görünen kara taşın üstüne serçelerin dışkıları birikmiş, yemyeşil etmişti taşı. Hatırladığına göre babası kaç kez bu taşı sökmek istemiş, Her defasında “Bunun altı bayağı derinlerde.”diyerek vazgeçmişti. Koca avlunun ortasındaki tulumbanın mavi olan rengi, küflü bir renk olmuştu. Babası, su yalağı olur diye, ilçeden dönerken yol kenarına atılmış eski küveti traktörün kasasına atıp getirmiş, tulumbanın altına güzelce yerleştirmişti. Şimdi, bu modern yalaktan köpeği Saçaklı ve kınalı koçu Hüsrev, salyalarını akıta akıta su içiyorlardı. Ahırdaki kırk küsur koyun-kuzu ve koca inek de buradan sulanırdı. Emir onlara su yetiştirmek için tulumbayı deli gibi çalıştırır ve yaşıtlarından daha çok kas yapardı bu tulumbanın başında. Sap arabasından çıkardığı koca tekerleri ahırın duvarına dayamıştı.  Babası, bu sap arabasının tekne gibi olan gövdesini de avlunun güney yamacına çekip ters çevirmiş ve tavuk kümesi yapmıştı. Yaz akşamları ince bir yorgana bürünüp, ters çevrilmiş sap arabasının üstüne, özürlü abisi Selim’le çıkarlar, yıldızlara baka baka Emir gevezelik eder, Selim de garip sesler çıkararak ona gülerken uyuyakalırlardı. Emir, bir keresinde geceleyin arabanın üstünden düşmüş, uyku sersemliğiyle neye uğradığını şaşırmıştı. Önce rüya sanmış, köpeği Saçaklı yüzünü yalayınca rüya olmadığını anlamıştı.

 

Avludaki ahır ve samanlık taştan yapılmış olmasına rağmen, oturdukları ev kerpiçtendi. Yazın buz gibi serin, kışınsa sımsıcak olurdu. Genellikle tezekle ısıttıkları odalarını hayatı boyunca unutamayacaktı. Odanın pesteğindeki kirişlerden dökülen tozları önlemek için babası tavana hasır çakmıştı. Güzel de görünüyordu. Arada bir üst kattaki misafirlerinin tıpırtılarını duyarlardı. Hatta Emir geçen kış, delinen hasırın altında uyurken üst komşularından olan kara sıçan ayaklarına düşmüştü. Cesur bir çocuk olmasına rağmen çığlık atmış, bundan da epeyi utanmıştı. Odaları hem misafir odası, hem oturma odası ve hem de yatak odası idi. Hatta kış günlerinde mutfak da oluyordu bu çok yönlü oda. Anasının, duvardaki ocakta yufka ve katmer yaptığı zamanlar Emir için ziyafet günü sayılırdı. Çünkü o kara ocak ne zaman yansa mutlaka kumpir gömülürdü köze. İşte ziyafet de o zaman başlardı. Elleri yana yana o kumpirlerin kabuğunu soymak, tuzlamak, ağzı dudakları ve dili yana yana onları yemek bir başka güzeldi. Ama anacığı kumpiri sayıyla koyardı ocağa. Adam başı iki büyük bir küçük kumpir… Ne hesapçı kadındı şu anası! Bazen zeytinleri bile sayıp sayıp üleştirirdi. Kız kardeşi Sümbül bu paylaştırmadan her zaman kârlı çıkıyordu. Çünkü anası “Bu daha küçük” diyerek kendi hakkından da ona verirdi.

 

Kahrimen idi anacığı… Gencecik yaşta dul kalmış, ama ellisinde bir kadının olgunluğunu göstermişti. Kolay değildi tabi o yaşta üç çocukla kalakalmak.

 

 

Haktan gelen…

 

Hâlâ gözünün önünden gitmiyordu babasının ölümü. Anası Zehra, babası Hüsnü ve Emir minibüse bindiklerinde güzel şeyler olmayacağı doğmuştu Emir’in içine. Hastaneye tahlile gidiyorlardı ve bu sonuncusuydu, her şey ortaya çıkacaktı. Dayıları Ali Osman (Alos) ve Abdullah (Apik), ikide bir annesine “Bu marazlı herife varmayacaktın, eline geçen fırsatı teptin.”deyip duruyorlardı. Onların maksadı, köyün zengini iki karılı Zeynel’e vermekti bacılarını. Öyle ya bu durumda Zeynel’le birlikte ortak iş yapıp hırs ve para dolu hayallerini gerçekleştirmekti maksatları. Bacılarına “Teptin” dedikleri fırsat aslında kendi ayaklarına gelen fırsattı. Annesi Zehra “Hüsnü olmazsa ben de olmam” deyince ona verdiler çaresizce bacılarını. Ama “Enişte” deyip saygı duyacaklarına hem yüzüne karşı hem de arkasından hep “Marazlı” dediler.

 

        Hüsnü çok içerliyordu buna ama Zehra’nın hatırına sesini çıkarmıyordu. Üstelik tahsilliydi. Ne de olsa liseyi bitirmiş ama şu olaylar yüzünden üniversiteye gidememişti. Aslında gitmişti de geri getirmişti babası Hacı Ali. “Evladımın yok yere oralarda ölüp gitmesine gönlüm nasıl razı olur!” demiş ve atladığı gibi soluğu İstanbul’da almış, Hüsnü eşyalarını bile tam toparlayamadan, kapıp getirmişti yiğidini. Zaten tek çocuğuydu Hüsnü. Ondan önce iki kızı olmuş ama salgında ikisini de kaybetmişti. Kısacası kıymetliydi Hacı Ali’nin oğlu. Yarı üniversiteli bu adam, şimdi kayın biraderlerinin seviyesine inmemeye özen gösteriyordu.

 

      Son günlerde Hüsnü’ye ne olduysa olmuş, birden zayıflamaya ve sararmaya başlamıştı. Yemeden içmeden de kesilince “Şehre bir doktora gidelim” demişler ve doktor da hiç ümitli konuşmamıştı. İşte bu sonuncu tahlildi ve anası, babası ve Emir, üçü bir gitmeye karar vermişlerdi şehre. Özürlü abisi Selim ve kız kardeşi Sümbül’ü komşularına bırakmış ve yola düşmüşlerdi. İki üç saate varırız demişti babası. Bursa çok yakın değildi köylerine. Bir de arada ilçeleri vardı. Aynı minibüsle babasının cenazesinin geleceğini nereden bilecekti ki? Giderken çok heyecanlıydı Emir. Çünkü bu onun ilk uzak yolculuğuydu. Yemyeşil ormanın içinden geçiyor, bazen de kel arazilere geliyorlardı. Tarlalardaki mahsulü tanıyordu Emir. Tütündü bunlar. Tütünü iyi tanıyordu ve hayatı boyunca nefret edecekti. Hem işçiliği zordu ve sevmiyordu ve hem de babasının ölümüne sebepti Emir’e göre. Barajın yanından geçerken birden heyecanlandı. Bugüne dek hiç görmediği kocaman suydu onu heyecanlandıran. Masmavi görünüyordu. Onu seyrederken uyuyakalmıştı. Acı bir korna sesiyle sıçradı. İşte şehre gelmişlerdi. Ne kadar kalabalıktı burası. Hele bi caddeye girdiler ki minibüsün camından bile binaların tepesini göremedi. Bu yüzden binaların kaç kat olduklarını sayamadı.

 

      Hastaneye vardıklarında saat on bir gibiydi. Bir ilk daha yaşamış, asansöre binmişti. Çok hoşuna gitmişti gitmesine ama o daracık kabine nasıl olup da altı kişinin sığdığına hâlâ şaşıyordu. Üçüncü katta asansörden indiler ve yavaş adımlarla koridorun sonundaki odaya doğru ilerlediler. Babası kapıyı çaldı.

­

-         Gel.

-         Kolay gelsin hocam. Ben Hüsnü ELMAS. Geçen de gelmiştik hani. Şu bizim son tahlillerin sonucu için geldik.

-         Buyurun Hüsnü Bey, şöyle karşıma oturun.

-         Ne oldu hocam, belli oldu mu?

-         Çocuk senin mi? Maşallah cin gibi bakıyor.

-         Benim hocam, elini öper. Öğretmeni de pek methediyor.

-         Başka çocuğun var mı Hüsnü Bey?

-         İki daha var hocam. Birisi bunun büyüğü, oğlan, öbürü de bunun ufağı, kız.

-         Allah bağışlasın.

-         Sağ olun hocam.

-         Hüsnü bey, uzatmayalım istersen. Tahlillerin belli oldu ve doğrusunu istersen pek hoşuma gitmedi. Ama yine de bi İzmir’e İstanbul’a falan gitmek istersen arkadaşlarım var orada. Hepsi de çok başarılıdırlar.

-         Siz bilirsiniz hocam. Ben size güveniyorum.

-         Madem güveniyorsun Hüsnü Bey, o zaman her şeyi bilmeye hakkın var. Hastalığın epey ilerlemiş. Akciğerin oldukça kötü ama tedaviye hemen başlayabiliriz.

-         Tamam hocam. Yalnız, ben bi köye gideyim, hazırlıklarımı yapayım. Çocukları da götürmem lazım.

-         Hüsnü bey, bi tanıdığınız falan yok mu burada? Eşinizi ve oğlunuzu ya da kimi varsa şimdilik onlara bıraksanız. Nasıl olsa yaz tatili, vakit kaybetmesek daha iyi olur. Hatta siz koridorun diğer ucundaki laboratuara gidip idrar tahlilinizi bi yeniletin. Tedaviye ona göre başlayalım.

 

      Doktor, kâğıda gerekli bilgileri yazıp babasına uzattı. Babası da annesine işaret ederek birlikte kalkmak istediler. Doktor, babasının oğluyla birlikte gitmesini annesinin odada bekleyebileceğini kendisinin de küçük bir işi olduğunu ve aşağıya inmesi gerektiğini belirtti. Babası Emir’le beraber koridorun diğer ucuna ilerlerken doktor da annesine durumu en detaylı şekilde anlattı. Kadının yüzü değiştikçe değişti. Gözleri doldu ama ağlamadı. Daha sonra doktor göstermelik olarak aşağı kata inip üç beş dakika oyalandı ve tekrar çıktı. Bu arada önceden haber ettikleri ve yıllardır Bursa’da yaşayan Hüsnü’nün amcaoğlu Reşat da geldi. Reşat, Zehra ve Emir’i alarak evine götürdü. Hüsnü’ye tek kişilik bir oda vermişti doktor. Koluna bir serum, burnuna da oksijen hortumunu bağlamıştı. Serumun içine birkaç çeşit ilaç katmış, bu ilaçlar Hüsnü’yü biraz rahatlatmış ve uyuyakalmıştı.

 

       Emir o gece çok az uyudu Reşat amcasının evinde. Aslında ev çok rahattı, odaları kocaman gelmişti ona, hatta annesine ayrı, Emir’e ayrı oda vermişti yengesi. Ama annesi “Ben Emir’imden ayrı uyuyamam” deyince ikisini aynı odada ağırladılar. Kaldıkları oda çocuk odasıymış. Emir bu adı duyunca çok şaşırdı. Ne demekti ki “çocuk odası”. Reşat amcasının çocuğu olmamıştı. Uzun yıllar tedavi de görmüşler ama bir sonuç vermemişti bu beyhude tedaviler. Reşat’ın çok parası vardı. Tekstilci mi, öyle bir şey derdi babası. Yengesi sosyetik kadındı. Tam bir şehirli. Uzun ve dalgalı kızıl saçları vardı. Tırnakları ve dudakları hep kırmızı duruyordu. Emir’in dikkatini çekse de niçin böyle olduğunu düşünecek bir rahatlıkta değildi şu an. Hâlbuki başka zaman olsa muhakkak merak ederdi bu kırmızılığı. Fakat şimdi babacığı hasta idi ve baba hasta iken böyle şeyler merak etmek ayıptı.

 

      Reşat amcası ve süslü yengesi, çocukları olur umuduyla hazırlamışlardı bu odayı. Çok renkli bir odaydı. Pencereleri farklı, perdeleri pek süslü idi. Hâlbuki anası hem oturma odası, hem misafir odası, kışın hem mutfak ve artık şimdi anladığına göre hem de çocuk odası saydığı odalarının camına şeker çuvalından bir perde hazırlamıştı. Üstelik bu perde öyle ucundan çekince açılıp kapanmıyordu. Ahşap çerçeveye çakılmış, biri büyük ve yamuk diğeri küçük iki çiviye takılmıştı. Bu perde yüzünden az mı azar işitmişti anasından? Bir keresinde Sümbül’le oynarlarken düşmemek için perdeye tutunmuş, güzelim perde çakılı yerlerinden yırtılıp elinde kalmıştı. Bu olaydan sonra Emir perdelerden hep korkmuştu. Yengesinin perdelerinin yanına bile yaklaşamazdı artık. Kim bilir hangi değerli torbadan dikmişti yengesi onu. Işıl ışıldı ve üstünde de resimler vardı. Akşam yemeğini yerlerken bir kez daha hayretler içinde kalmıştı Emir. Şu yengesi olacak kadın çok masrafçı kadındı galiba. Herkesin önünde tabaklar, çatallar, kaşıklar… Üstelik bir masaya oturtmuştu onları. Masa da nerden çıkmıştı ki. Şöyle mendili serselerdi yere, üstüne ahşap sofra koysalardı, ortaya çorba gelseydi ya. Ama misafirdi Emir. Reşat amcasını ve yengesini bu yüzden ayıplamadı. Üstelik babası için meraklıydı şimdi. Önüne konan çorbaya tuz ekecekti ama o muhteşem masada bir tuz çanağı bile yoktu. Olacak şey değildi. Kızmaya da başlamıştı ufak ufak. Annesine şöyle bir baktı. Annesi önüne eğilmiş, dalmış gitmişti.

-         Ana!

-        

-         Ana diyom!

-         Ne var Emir?

-         Sen, tuz çanağı görebiliyor musun masada? Ben bulamadım da bir türlü.

Yengesi, gümüş saplı bir tabak aldı masadan ve Emir’in önüne koydu.

-         Selimciğim bak bu tuz, bu kırmızıbiber, bu kimyon, bu karabiber, bu da tarçın. İstersen mayonez ve ketçap ta getirteyim hizmetçiye, tamam mı şimdi, dedi gülümseyerek.

-         Yok, tamam değil.

-         Niye, ne eksik ki?

-         Eksik olan bir şey yok da, benim adım Selim değil, Emir! Selim, ağabeyimin adı, yenge!

-         Pardon, kusura bakma, Reşat, epey anlatmaya çalıştı sizi ama galiba tam öğrenememişim. Kaçıncı sınıfa geçtin sen, Emir!

-         Beşe geçtim.

-         Derslerin iyidir senin.

-         Onu da bilemedin yenge.

-         Neyi Emirciğim?

-         Derslerimi.

-         Kötü mü yoksa?

-         Derslerin iyidir dedin ya, yanlış dedin, hepsi pekiyi.

      Soğuk bir gülümseme oldu kadının yüzünde, zoraki güldü sonra. Emir çorbasını tuzlayıp bi güzel bitirdi. Arkasından da anasının ona hiç yapmadığı değişik değişik bir sürü yemeklerin biri geldi biri gitti. Kimisini bitirdi, kimisini sevmedi ve bir patron edasıyla ısrarla reddedip yemedi.

 

      Yemekten sonra yumuşak koltuklara oturdular ve köyden, Hüsnü’den konuştular annesi ve amcası. Emir’in hayli uykusu geldiği için sohbete pek katılamadı. Hizmetçi kadın onu odasına götürüp yatırdı. Hazırlıksız geldikleri için pijaması da yoktu. Evden bir şeyler ayarlayıp giydirdiler ve derin bir uykuya daldı.

 

      Hıçkırık sesleriyle uyandı. Anası Zehra’ydı ağlayan. Gözyaşları yastığı bile ıslatmıştı.

-         Ne oldu ana?

-         Yok bişey Emir, uyu sen.

-         O kadın sana da mı adını yanlış dedi yoksa?

-         Yok, oğlum, öylesine işte, evimi özledim. Selim’le Sümbül ne   ediyorlardır şimdi? Baban…

 

     Yeniden ağlamaya başladı ve sabaha kadar kimi zaman hıçkırarak, kimi zaman sessizce ağladı. Bir ara namaz kıldı ve arkasından yine ağladı. Hem de yere kapanarak ve hiç kalkmadan. Böylece o yumuşacık yataktaki uykusu heder oldu Emir’in.

 

    Uyandığında öğle vaktiydi. Bugüne kadar hiç böyle uzun uyumamıştı, hele de yaz tatilinde. Şimdi köyde olsaydı koca ineğe yem verir, köpeği Saçaklı’ya yal karar, koyunları da önüne kattığı gibi doğruca Kamburtepe’ye giderdi. Ne güzeldi orası öyle. Yemyeşil otlak doluydu her yer. Hele renk renk çiçekler. Babası, bacısının adını buradaki çiçeklerden koymuştu özellikle. Bu tepenin bir tek adını sevmiyordu. Tepenin tam güney yamacında küçük bir tepe daha vardı ve koca tepenin sırtında kambur gibi gözüktüğü için köylüler ta önceden böyle koymuşlardı adını. Bunları tahayyül ettiği sırada hizmetçinin oda kapısını tıklatmasıyla kendine geldi. Ağzından gayr-i ihtiyari “Kim o” çıkıverdi. Hizmetçi istihzalı ve ukalaca bir gülüşle “Benim, misafir kabul eder misiniz?” diye daldı odaya. Şu hizmetçiyi de çok şımartmıştı yengesi. O önce kendine bakmalıydı. Şişko ve çirkin geliyordu gözüne. Belki de mahsus seçmişti yengesi bu kadını. Çünkü yengesinin kıskanç olduğunu bir bakışta anlamıştı Emir. Yemek yerken yengesi, bir kocasına bir de anasına bakıp duruyordu. Çocuklarının olmamasının sebebinin kendinden olduğunu biliyor ve kocası Reşat’ın tekme vurmasından korkuyordu galiba. Hâlbuki Reşat amcası dünyalar iyisiydi. Bunu kendine ve kardeşlerine bir sürü hediye aldığı için düşünmüyordu Emir. İnsanların gözünden anlardı ne mal olduklarını. İşte bu yüzden yengesine ve şişko hizmetçiye hiç de iyi puan vermemişti. Hizmetçi Emir’e “Amcan, yengen ve annen hastaneye gitti. İkimiz kaldık bu koca evde” deyince Emir’in canı iyiden iyiye sıkılmıştı.

 

       Emir’e mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlamış, karnını küp gibi doyurmuştu. Amcasının aldığı yeni elbiseleri de giyindi. Sonra şişko hizmetçi “Amcan söyledi, seninle bir gezintiye çıkacağız, tamam mı?” deyince kabul etti çaresiz. Şişko hizmetçi Emir’i bir kez daha şaşırtmayı başardı. Yengesinin olduğunu öğrendiği arabayı o sürüyordu. Hem de köy minibüsünün şoförü İsmail’den daha iyi kullanıyordu. Önce “Kültür Park” diye bir yere geldiler. Emir’in elini tuttu hizmetçi ve camekân içindeki adamdan bir bilet aldı. İçeri girdiler, her yer tertemizdi. Bir banka oturdular. Şişko hizmetçi az ileriden kocaman külahta bir dondurma getirdi ki artık Emir şişko hizmetçiyle ilgili bütün önyargılarını yeniden gözden geçirdi. Dondurma gerçekten şu dünyadaki en güzel şeymiş gibi geldi gözüne. Neden sonra aklına geldi ve sordu:

-         Abla, senin adın neydi?

-         Hiç sormayacaksın sanmıştım.

-          Kusura kalma, dalgınım da biraz, unutuvermişim.

-         Adım Esma.

-         Senin çocuğun, kocan falan yok mu?

-        

-         Yanlış bişey mi sordum Esma abla?

-         Yok Emir yok, bak ben senin adını biliyorum değil mi?

Bunları söylerken kahverengi deri çantasını açtı ve gümüş tabakadan bir sigara çıkarıp yaktı. Emir’in gözleri kocaman oldu.

-         Esma abla!

-         Bişey mi oldu Emir Bey.

-         Benim babam o elindeki yüzünden hasta oldu. Sen de olursun Allah korusun.

-         Ben çok içmiyorum. Böyle alışverişe falan çıkınca içiyorum. Korkma bişey olmaz.

-         Aynı babam gibi dedin.

-         Ne derdi baban?

-         Korkma bişey olmaz derdi anama hep.

-        

-         Babamın seninki gibi demir sigara paketi yoktu Esma abla, onunki hep kâğıt paketti.

-         Bu da öyle.  Sigaraları bunun içine ben koyuyorum.

 

      Bir müddet sessizlik oldu. Bu arada Emir dondurmasını bitirmişti. Esma ise gümüş tabakayı bir çocuğun başını okşar gibi okşuyor ve uzaklara bakıp duruyordu. Bu tabakayı ona önceki çalıştığı evin oğlu Mithat vermişti. Daha doğrusu hediye olarak verip kandırmak istemişti. Allahtan gözü açık kızdı şu Esma. Önceleri niyetini anlamamış ya da anlamak istememiş daha doğrusu ona inanmak istemişti. Aslında güzel kızdı, inceydi o zamanlar ve kendine de bakardı. Annesi ile babası ayrılınca, zavallı annesi çok iş aramış, bulamayınca da ipsiz sapsız bir adama takılıp İstanbul’a gitmişti. Adam, “Kızını istemem” deyince, Esma da anneannesinin yanında kalmış, uzun süre ona bakmış, yemeklerini yapmış, hatta yatalak olduğunda altını temizleyinceye kadar hizmet etmişti ona. Aslında bir çeşit staj yapmıştı. Onu kaybettiğinde 17 yaşındaydı. Komşularının “sana iş bulduk” müjdesine çok sevinmiş, bu işin hizmetçilik olduğunu duyunca da kararsız kalmıştı. Dilenmektense hizmetçilik etmeyi yeğlemiş ve işi kabul etmişti. Aslında iyi bir aileydi Mithat’ın ailesi. Ama çoğu zaman dışarıdaydılar. İşte, bir gün Mithat bunu fırsat bilmiş, Esma’dan çay yapmasını istemiş, sigara teklif etmiş, o istemedikçe ısrarla içirmişti. Sigara tabakasına dikkatlice baktığını ve üzerindeki resimleri incelediğini görünce de, “Sana hediyem olsun” demişti.

 

     Mithat’ın niyetini bir ay sonra artık iyice anlamış ve ailenin tamamının bir arada olduğu bir gün evin beyine işten ayrılmak istediğini söylemişti. Evin beyi maaşını az bulduğunu düşünerek zam yapmak istemiş, Esma da ayrılma sebebinin para olmadığını, annesini aramaya İstanbul’a gideceği yalanını uydurmuş ve o gece ayrılmıştı o evden.

 

    Şimdi her şey geride kalmıştı, değişen ise kilolarıydı. Bir daha erkeklere güvenmeye tövbe etmişti. Farklı farklı işlerde çalışmış, hatta ehliyet bile almıştı. Yine de “keşke, acaba” canavarları beynini kemirip durmuştu. Belki de Mithat kötü niyetli değilmiştir düşüncesi çok gece uykularını kaçırdı durdu. Ama şimdi rahattı. Reşat Bey çok iyi bir insandı.

 

-         Esma abla, ben sıkıldım. Eve gidelim, anam gelmiştir. Belki babam bile iyileşip gelmiştir.

Emir’in konuşmasıyla yeniden kendine geldi Esma.

-         Emir, buraya gelip de hayvanat bahçesini gezmeden, kayığa binmeden gidersek amcan bana hesap sorar valla. Gel önce hayvanat bahçesini bi geziverelim.

-         Tamam, Esma abla, ama sana bişey söylemem lazım. Kızma sakın,

-         Söyle bakalım.

-         Benim tuvaletim geldi de…

-         Hmm… Gel, şu ilerde bi tuvalet var. Oraya kadar tut kendini. Yoksa yeni elbiselerini çöpe atmak zorunda kalırız bak.

-         …?

     Eve gitmek için sabırsızlanan Emir şimdi her bir kafesin önünde en az on dakika oyalanıyor ve kimine şaşırarak, kiminden korkarak, kimine de katıla katıla gülerek bütün hayvanları gönüllüyordu. Nihayet gönüllenecek hayvan kalmayınca tekrar başa dönmek istemiş fakat Esma ablası gür kaşlarını çatınca vazgeçmek zorunda kalmıştı. Kayığa da bindi ama fazla sevmedi nedense, galiba içi bulanmıştı.

 

    Eve vardıklarında ikindi okunmuştu. Esma, hemen akşam yemeğinin hazırlıklarına başladı. Emir de köşedeki akvaryumun başına geçip salkım saçak balıkları izlemeye koyuldu. Kapı çaldı, Reşat amcası, yengesi ve annesi içeri girdi. Babası yoktu. “Niye?” diyen gözlerle anacığına baktı. O da anlamış olacak ki Emir’e babasının biraz daha orada kalması gerektiğini söyledi.

 

       Reşat amcası Emir’i yanına çağırdı ve aldığı elbiseleri beğenip beğenmediğini falan sordu. O da o gün yaşadıklarının hepsini uzun cümleler kurmaya üşenmeden anlattı. Akşam yemeği yine bir ziyafetti. Annesi bu sefer bir şeyler yiyordu. Dünkü gibi somurtkan da değildi. Ne de olsa kocasını görüp gelmişti. Belki ilaçlar iyileştiriyordu babasını.

-         Yarın belki çıkar babam.

 

      Keşke bu cümleyi hiç kurmasaydı Emir. Evet, babasını hastaneden çıkarmışlardı ertesi gün ama artık yaşamıyordu. O geldikleri minibüsün üstündeki demirlere ipleri geçirip tabutu oraya bağlamışlar ve yola düşmüşlerdi. Gerçi Reşat amcası çok ısrar etmişti özel ambulans kiralamak için, ama annesi yeterince yük olduklarını düşünerek kabul etmemişti. Zaten bütün hastane masraflarını Reşat karşılamıştı.

 

     Köye geldiklerinde saat on iki civarıydı. Kavurucu bir sıcak vardı. Neredeyse bütün köy avlularında toplanmıştı. Galiba, Reşat amcası haber vermiş ve hazırlık yapmalarını istemişti. Özürlü abisi Selim dışında herkes ağlıyordu. O ise eline bir çubuk almış yerdeki bir sigara paketine olanca gücüyle arka arkaya vuruyor ve anlaşılamayan konuşmasıyla küfürler ediyordu. Avlunun ortasında kocaman bir kara kazanda su kaynatıyorlardı. Kazanın altına ne bulduysa atmışlar ve genzi yakan bir duman yayılmıştı köye.  Bu dumanı ve bu geniz acısını da unutamayacaktı Emir.

 

     Babasının battaniyeye sarılı nâşını taşımak için hiç zorlanmamıştı dayıları. Sanki onu taşırken “Marazlı, böyle olacağın belliydi” der gibi bakıyorlardı. İçeri odaya uzatıverdiler babasını. Anası yanına gitmek istediyse de “Namahrem” deyip sokmadılar odaya. Kalabalığın arasından sıyrılan Emir usulca babasının yanına vardı ve üzerindeki örtüyü hafifçe kaldırdı. Bunu yapabildiğine kendi de şaşıyordu. Normalde ölülerden korkması gerekiyordu, ama o iki yana uzatılmış buz gibi ellerine bile dokunabilmişti babasının. Yanında burnunu çekerek ağlayan birinin daha olduğunu fark etti. Sümbül’dü bu. Ve babasına “Beni niye götürmedin şehre?” diye içli içli ağlıyordu. Oradakileri de ağlattı Sümbül’ün bu saflığı. Köyün imamı Ramazan hoca içeri girdi.

 

-         Ölüm hak. Hepinizin ve hepimizin başı sağ olsun. İyi adamdı Hüsnü kardeş. Cemaatimdendi. Nur içinde yatsın. Yalnız ölünün yanında ağlamak ona ıstırap verir. Kimse ağlamasın. Ağlayacaksak kendi amellerimize ve günahlarımıza ağlamalıyız. Çocukları da çıkarın odadan. Sonra rüyalarına girer maazallah.

 

 

        Öyle namazını müteakip gömüldü Hüsnü. Babasının salına Emir de yapışmak istemiş, ama boyu yetmeyince cenazeye son anda yetişebilen Reşat amcası kucağına alıp tutturmuştu tabutun kenarından. Dualar hızlı hızlı okundu. Cenaze çabucak kabre konuldu ve üç beş dakikada üstü toprakla kapatılıp uzunca bir tepe yapılıverdi üstüne. Sanki Emir’e bu anı yaşamıyormuş gibi geldi. Dayıları, Reşat amcası ve Emir yolun kenarına durdular ve köyün erkekleri sırayla “Ölüm hak, başınız sağ olsun” diyerek önlerinden geçtiler. Kimisi eğilip öptü Emir’i, kimisi başını okşadı, kimisi de gözyaşını gizlemek için başını başka tarafa çevirdi.( DEVAMI VAR...)
( Babam Yokken başlıklı yazı mstf GÖZELEL tarafından 14.10.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.