...



’Gelsin, varlık namına ne varsa gelsin,
Kâfiri, putperesti, mecûsisi gelsin.
Dergâhımızda bizim yoktur umutsuz,
Yüz kere tövbe edip tövbesini bozan gelsin’







Antalya’dan dönerken Konya’da mola verdik. Senelerdir gitmeyi istediğim o etkileyici şehir dümdüz ovalarıyla karşıladı bizi. Aslında hiç beklemediğim kadar karışık ama çok güzel bir şehirdi Konya. Şatoları andıran yaşanılası evleri vardı. Yolları fazlaca dolambaçlıydı. Tabelaları öyle tuhaf yerleştirilmişti ki, ne yana döneceğini bilemiyordu insan. İnsanları yaşadıkları şehre çok yabancıydı. Zira adres sormak için durdurup alıkoyduğumuz her insan, sanki orada yaşamıyormuşçasına ya bilmediğini söylüyor ya da tarif etmekte zorlanıyordu ’Mevlana Türbesi’ni. 


Uzunca süren aramalarımızın nihayetinde en yeşil haliyle ’Alaaddin Tepesi’ çıktı karşımıza. ’Mevlana Türbesi’ bu parka yakın sayılabilecek kadar ötemizdeydi. Heyecanla bir kaç kişiye daha sorup bulduk türbeyi. Tıpkı düşündüğüm kadar muazzam, yeşil kubbesi ve düşündüğümden de eski duvarlarıyla oracıkta duruyordu. Gül bahçesiyle çepeçevre donatılmıştı etrafı. Daha içeriye girmeden başladım fotoğraf çekmeye. İçeride fotoğraf çekmek yasakmış, izin vermediler. Kapısında;



"burası aşıklar kabe’sidir.
her kim ki buraya nakıs gelir,
buradan kamil olarak çıkar"




..diye yazıyordu. Galoşları ayağımıza geçirdik. Misafirler için bulundurulan eşarplardan aldık başımıza ve girdik türbeye. Girer girmez bir ney sesi karşıladı bizi. Ruha böylesine dokunan ve bundan daha çok huzur veren daha ahenkli ve etkileyici bir ses olduğunu sanmıyorum. Işıl ışıl ve hüzünlü bir atmosferi vardı türbenin. Daha evvelinde dergah olarak kullanılan bu mekan, şuan da müze ve dervişlerin ebedi mekanı olarak varlığını koruyordu. Bir çoğunun mezarının başına dervişlerin sikkeleri bulunuyordu. Biraz ilerleyince en baş kısımda yer alan ’Mevlana’nın kabrine ulaştık. Oraya vardığımızda bir şey oldu ve kenetlendiğimi hissettim. Dakikalarca kıpırtısız öylece kalakaldım. Neden sonra dua ederken kendimi tutamadığımı ve ilahi duygulara kapılarak hıçkıra hıçkıra ağladığımı hatırlıyorum.


Aslında ’Mevlana Müzesi’ hakkında ne kadar eksik bilgilerimin olduğunu fark ettim. Mevlana’nın kullandığı bir çok eşyanın, önemli şahsiyetlerden hediye edilmiş değerli eserlerin burada sergilendiğinden habersizdim. Müzede, dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan sekiz telli bir keman, Piccasso’dan yıllar önce yapılmış soyut figürlerin kullanıldığı seccadeler, ’Galileo’nin asıldığı tarihlerde astronomi dersleri verilen bir küre’, neyler, sabır taşları, Mevlana’nın oğlunun, kızının ve müritlerinin yazdığı Kuran-ı Kerim’ler. Beni en çok şaşırtan ise ’Mesnevi’ ve ’Divan-ı Kebir’i karşımda bulmak oldu. Bunca sene titizlikle saklanması gerçekten de muhteşemdi ve o büyüleyici eserleri dünya gözüyle gördüğüm için sanırım şanslıydım. 


Müzenin avlu kısmına çıktığımızda oda oda döşenmiş ve proje halinde bulunmakta olan balmumu heykelleri gezdik. Burada fotoğraf çekmek serbestti. Mevlana’nın kendisinin de bulunduğu balmumu heykelin karşısında yine dakikalarca dikildim. Mevlana’yı nasıl da başka hayal ettiğim için hayıflandım. Gerçek gibiydi, tam bir sanat eseri. Sanki biraz sonra kalkıp bana doğru yüreyecek veya bakışlarını üzerime çevirecek hissi fazlasıyla etkilenmeme sebep oldu. Ziyaretimiz burada son buldu Mevlana’yı. Ama gitmem gereken bir yer daha vardı. Şems-i Tebrizi...


Mevlana ile Şems’in birbirinden ayrı düşmüş ama yakın sayılabilecek uzaklıktaki kabirleri, onları ebediyyen her şeye rağmen bir arada tutmaya yetmiş gibiydi. O görünmeyen bağları ruhları arasında bir köprü kuruyordu bu iki türbe arasında. Yine karışık yollardan geçip akşam üzeri Şems’in Türbesi’ne vardık. Mevlana’nın Türbesi’nin aksine, gösterişsiz, mütevazı adeta kuytuya saklanmış ilahi mekanı sanırım Mevlana’nın Türbesi’nden daha fazla etkiledi beni. Üzeri siyah kadife işlemeli bir örtüyle kaplı sandukasının altında gizli bölmeleri mevcut olduğu yazıyordu. Aynı zamanda ibadet de edilen bu mekan, sıcacık ve Şems’in fıtratına istinaden asil bir mekandı. Söylenecek çok bir şey yoktu aslında. Senelerdir içimde ukdesi kalmış bu mistik şehre sonunda gelmiş olmanın mutluluğuyla arkama baka baka ayrıldım.


Keşke ’Merec El Bahreyn’ dedikleri, iki denizin buluştuğu o sokağı da bulma şansım olsaydı. Ama maalesef değerlerimize yeterince sahip çıkmayan insanlarımızın vefasızlığı, bu iki türbeyi bulmamı bile zorlaştırmıştı. Kaldı ki ’Merec El Bahreyn’ desem, biliyorum ki insanlar şaşkın ve bilmeyen gözlerle yüzüme bakacaklardı. Bu sebepten merakımı içime sakladım ve sormak girişiminde bulunmadım bile. Daha evvel giden bir arkadaşım saatler süren aramalarını anlatmıştı. Nitekim o da bulamamıştı o hayal ettiğimiz ve hep hayalimizde kalacak olan sokağı. Üzücü olansa, böyle muhterem, böylesine kamil olan insanları ziyaret için çok uzak ülkelerden memleketimize gelen onca insana rağmen, kendi insanımızın değerlerimize bu kadar ilgisiz, bilgisiz ve kayıtsız bir fütursuzlukla sahip çıkmıyor olmasıydı.


...




fulya/ağustos2011






_________fotoğraf // fulya____________




...
( Sonsuzluk Kafesleri başlıklı yazı Fulya Codal tarafından 25.01.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.