Kadın, erkek yaşlısından gencine kadar pek çok kişi
bir noktanın etrafına kümelenmişti. Aklıma çocukken çizdiğim bir dairenin içini
bir köşe bulup sağa sola kalemimi oynatarak tam dolana kadar karalayışım
gelmişti. Kaldırımdaki boşluklar yeni insanlar eklendikçe asfalta taşmaya
başlamıştı. Uğultudan başka bir ses
işitemiyordum.
Duygulardan; merak hâkimdi. Çevremdekilere göz
gezdirince çevremde ne çok avukat olduğunu düşünmeden edemedim. Sözler;
ya haklı ya haksız şeklinde yankılanıyordu kulaklarıma. Muhatap kimdi?
Bu etten duvarın önünde ne vardı? Saatime baktım. Biraz daha oyalanırsam servisimi kaçırmam an meselesiydi
ama ne olduğunu öğrenmem gerekti. Ah şu merak dürtüsü!
Önümdeki yaşlı amcanın omzuna dokundum.
“Şey, pardon! Ne olmuş?” diye sordum bir kez daha
saatime baktıktan sonra.
“Bilmiyorum oğlum!
Kulağım işitmiyor! Kalabalıktan da bir şey gördüğüm yok!
“Tamam amca!”
Başımı arkaya çevirdiğimde bir sıra insan zinciri
daha oluştuğunu gördüm. Ortaya laf attım; bilene ulaşır umuduyla; “Ne olmuş bir
bilen yok mu?”
Cevap gecikmedi.
“Üst katta bir kadın “Beni kurtarın diye bağırıyormuş”!
“Kurtarsınlar o zamanlar; ne duruyorlar ki?
“Kadının sesi banyo boşluğundan geliyormuş. Alt ve üst komşuları duymuşlar! Adam, kadını
banyoya kilitlemiş ve kaçmış!”
“Polise haber verilmiş mi peki?”
“Verilmez mi oğlum! Birazdan ekip arabası gelir!”
Saatim; beş dakika içinde buradan ayrılmazsam
işyerime bir saat rötarlı gideceğimi ve bunun da patronumdan okkalı bir fırçaya
tekâmül edeceğini işaret ediyordu.
İçimdeki ses “Aklını başına topla ve tabana kuvvet
koş” dedi ve ben de kendi sözünü dinleyen içimdeki uslu çocuk oluverdim.
Servisimin kalktığı yere geldiğimde arkadaşlarım ve
servisin yerinde yeller esiyordu. Ellerimi cebime soktum ve söylene söylene
otobüs durağına geldim.
Yanımda cep telefonuyla hararetli hararetli konuşan
bir adam vardı. Kısıktı sesi ve titriyordu adeta.
“Ben bittim! Sonum geldi! Onu kemikleri ufalanana
kadar dövdüm! Sonra da kan revan içinde banyoya kilitledim! Lanet olsun
öldüremedim! Şimdi polise öterse hayatım zindan olacak!”
Tüylerim diken diken olmuştu. Ayaklarım bir adım öne
mi yoksa arkaya gideceği konusunda tereddütte düşmüştü. Sonunda içimdeki merak,
meçhul adama bir adım daha yaklaştırdı beni. Kalbim gümbür gümbür atıyordu.
Adam, telefonu eliyle kafes içine almış, daha da
kısık sesle konuşmaya başlamıştı. Anlayamıyordum bir türlü. Bu adam, kesin O’ydu; şu kalabalığın
toplandığı apartmandaki olayın başkahramanı!
Bir anda kanım dondu. Ne yapmalıydım? Adama “Neden
bunu yaptın?” demek geldi içimden.
Birden kaşlarım çatıldı. Böyle bir durumda ya benim ailemden biri olsaydı!
Birisi duysa da umursamasaydı ne olurdu?”
Bunları düşününce vicdanımın polisi oluverdim ve
durağın köşesindeki büfenin önünden polis imdatı aradım. Bir solukta anlattım
gördüklerimi, duyduklarımı. O esnada bir belediye otobüsü geldi. İzlediğimiz polisiye filmler geldi aklıma.
Hemen koştum ve otobüsün plakasını aldım.
Polisin “Aracın plakasını aldınız mı?” sorusunu içim huzurlu olarak
cevapladım.
Birkaç dakika sonra beni işyerime götürecek halk
otobüsü geldi. Ücretimi ödeyip arkaya doğru ilerledim. Bir elim yukarıdaki
tutma kolunda diğer elimde de çantam herkes gibi sabit bir şekilde cama
bakıyordum.
Hareket eden otobüste sabit durmak bir anda bugün
yaşadığım olayı çağrıştırdı bana. Hayat o kadar hareketli geçiyordu ki bazen
biz şu anda olduğu gibi önümüzden geçenleri seyirci olarak izliyorduk; bazen de
tam tersi oluyordu!
Ben robot gibi olduğum yerde dikilirken otobüs
duruyor; ön kapıdan yolcular biniyor, arka kapıdan da bir o kadar kişi
iniyordu; tıpkı hayat gibi. Aynı anda doğumlar ve ölümler yaşanıyordu. Bir
tarafta acılar diğer tarafta ise sevinçler…
İneceğim durağa gelene kadar düşündüm durdum. “Acaba
o kadın kimdi? Neden kilitlenmişti?”
soru işaretleri bir çekiş gibi kafama vuruyor gibiydi. Ya o meçhul adam!
Kadının nesi oluyordu; kocası mı, sevgilisi mi yoksa akrabası mı?
İşyerime tedirgin bir şekilde gelmiştim. Ne de olsa
geç kalmıştım ve bunun için özür dilemeliydim. Müdürümün odasına doğru
yöneldiğimde Erhan’la karşılaştım.
“Günaydın Murat! Müdür Beye gidiyorsan söyleyeyim
yerinde yok. Bugün Bakanlıkta toplantısı
varmış. Bir saat sonra gelecekmiş”
Teşekkür ederek geri odama döndüm. İçimde büyük bir
rahatlık oluşmuştu. Bu, benim geç geldiğim için izahat vermeyeceğim anlamına
geliyordu.
İşe güce dalıp günün nasıl geçtiğini bile
anlayamamıştım. Akşam, servise bindiğimde başımı cama yaslamış, ulaşacağım yere
gelene kadar da uyumuştum.
Eve geldiğimde her zamanki gibi ilk işim televizyonu
açmak olmuştu. Üstümü değiştirip, yemeğimi yedikten sonra haberleri izlemek
üzere koltuğuma geçmiştim.
“Bugün yine şiddete uğrayan bir kadının bedenindeki
izler yüreğimizi yaktı!”
Televizyonun sesini biraz daha açıp ayağa kalkmıştım.
Olayın olduğu şehir ve semt sabah ki olayı işaret ediyordu. Kadının vücudundaki darp izleri yüreğimi
yakmıştı. Arkasından güzel haber
gelmişti. Suçlu, emniyet güçleri tarafından yakalanmıştı. İçim öyle rahatlamıştı ki.
Kadın; “Gereksiz bir kıskançlığın kurbanı olduğunu ve
kocasına asla ihanet etmediğini , eşinin ceza vermek amacıyla arada sırada
banyoya kilitlediğini ama ilk kez bu kadar dövdüğünü” anlatmıştı.
Öyle sinirlenmiştim ki! Her kadın bir gül kadar
hassas ve güzel değil miydi? Dayak da neyin nesiydi. Kendinden güçsüze el
kaldırmak erkekliğe sığar mıydı?
İçimden vagonlar halinde cümleler geçiyordu yüreğimin
raylarını acıta acıta. Haberin devamı ise çok enteresandı. Pür dikkat dinlemeye başladım. Şöyle diyordu:
“Sevgili Seyirciler, bugün habercilik tarihine farklı
bir olay daha geçti. Şiddete uğrayan
kadınımızı kurtaran polis memurumuz aynı dakikalarda bir başka haber almıştı.
Banyodaki kadın ızdırap yaşarken karısı da saatler süren doğum sancısından
kurtulmuş ve sağlıklı bir kız çocuğu doğurmuştu. Çifte mutluluk yaşıyordu polis memurumuz.
Karısının doğum yaptığı gün O; kutsal görevinin başındaydı. Her ne kadar eşinin
o dakikada elini tutamamış olsa da hiç tanımadığı bir kadının eli ayağı
olmuştu. Mutluydu Polis Memuru Murat!
“İnsan ruhunun derin karanlıkları vardır. Bazen
herkese ışık tutarız da kendi içimize tutamayız. Tıpkı mumun dibine ışık
vermediği gibi. Hiç düşündünüz mü acaba
“Ruhumuzun derinliği ölçülmüş müdür?” diye.
İçimize
bakarken başımız dönüyor mu? Bazen nasıl da kayboluruz kendi derinlerimizde!
Oysa çıkış yolu çok da uzak değildir. Derin nefes alabildiğimiz ve derin
düşünebildiğimiz her yer hayattır ve yaşamak güzeldir.
Derinlik korkumuz olmasın hiç bir zaman yükseklik
bazen daha korkunçtur.
Ruhunun karanlıklarında kaybolanlar eğer çıkışını
kendileri bulabiliyorlarsa sorun yoktur bazıları için ise güçlü bir el
gereklidir. Biz bu ellere teşekkür ediyoruz.”
Yazarın
Önceki Yazısı