Senenin, zamanın ya da günün pek bir önemi yoktur eğlenceli geçen bir anın yanında. Önemsemezsiniz. Geçen dakikaları, geçecek olanları. Çünkü dakikalar sıkıcı bir zamanda, duvarda duran tekerlek büyüklüğündeki saatin içinde tik tak ederken önemlidir sadece. Bakar durursunuz, gözleriniz saatin sarkacında bir o yana, bir bu yana gider, her geçen saniyeyi, hatta her geçen saliseyi bile hesaba katarsınız. O an isteseniz de istemeseniz
de sol tarafınızda bulunan kalbiniz bir an da olsa eski heyecanını kaybeder, dolaşımınız bir an da olsa salgılanan bir takım gereksiz hormonunuz sayesinde hızlanır, yavaşlar, derken o sıkıcı halde siz siz olmazsınız.

Biz insanlar bu sıkıcı vakitlerimizi daha da eğlenceli yapmak için kendimize arkadaşlar ediniriz. Dostluktan önceki ilk aşamadır arkadaşlık. Dostluk bir merdivenin ikinci basamağıysa, arkadaş da o iki basamaklı merdivenin ilkidir. Neden ilkidir? Çünkü, ilk basamak, merdiven kenarında bulunan tutunacakların, yani tırabzanların da başlangıcıdır. Dostlukta, güven, sadakat, özveri, sabır, e biraz da sinir vardır işin içinde. Bu saydıklarımda
tırabzanlardır yani tutunacağımız o demirden iskelelerdir işte. İlk basamağa çıktığınız anda tırabzanlarınızı da kurarsanız işte o vakit dost olursunuz.

Ark, bahçelerimizde suyun taşındığı yol olarak bilinir bizim oralarda. Yani bahçedeki
ürünü sulamada kullanılan en iyi aracı… Kısaca mükemmel bir sabır timsali, sıkı
bir bağ… Adaş ise isimleri benzer olan iki kişiye yakıştırılan o mükemmel sıfat. İsim eşittir kaderdir. Bir insanın kaderini doğduğu anda ezan-ı şerifle kulağına mırıldandıkları ismi belirler zira. İsimle kader birbirini kovalar anlayacağınız, akreple yelkovan gibi. En azından
ben böyle olduğuna inanırım. Arkadaşa gelince, bence bu iki kelimenin bir araya gelmesi tesadüfen ve beyhude olamaz. “Kaderi bağlı olan” ya da “Kaderlerinin arasında bağ bulunan” diye de adlandırabiliriz.

Ya Dost? Bu kelimeye ne demeli?
Gerçi arkadaşlıktan sonraki bir basamak diye nitelendirdik bu uçsuz bucaksız kelimeyi, ama bence yeterli değil. Dost, merdiven kadar basit, duygular kadar ağır olmayan bir kelime. Anlamı herkese göre değişen, herkesçe özelleşebilen, ama limanına sığındığın da asla terk edemeyeceğin bir kelime.

Neyse… Kelimeler işte… Takıldınız mı peşine, sizi bir diğerine, bir diğeri diğer birine derken sürükler gider…
Biz asıl meselemize gelelim. Bu gün anlatmak istediğim diğer bir Dost’a. Onunla geçen geçen trajedi ve komedi dolu olan zamanlarımızdan birazcık olsun dokunmak isterim. Her ne kadar son zamanlarda “Sıkıcı olmaya başladın” diye ona takılsam da.

Lakin bu meseleye geçmeden önce asıl Dost’u da hatırlatmadan edemeyeceğim. Bu
gün, yani miladi 8 Haziran 632 yılı, Habib-i Zişan’ın Dost’una kavuştuğu, dünya hayatının, ahiretle vuslata erdiği gün.

Kendisini pek sevmediğimi söyle durur her bir fırsatta. Her şeyde her ne kadar birbirimizin yanında olsak da, içimizde hep o duygu vardı: “Bu çocuk beni sevmiyor.” Ben bunu pek dillendirmem gerçi. Neden mi? Görünen köyün kılavuz istemediğini bilirim, ama sanırım ben biraz görünmezler de dolanıyorum, her fırsatta bunu dillendiriyor Mehmet.

Her neyse, “Bu çocuk beni sevmiyor” meselesinden devam edersek asla çıkamayız, bunu biliyorum. O yüzden başka konulardan devam edeyim.

Sinema bir aralar en güzel faaliyetlerimizdendi. Yaklaşık haftada bir sinemaya gider, orada film güzelse izler, kötüyse etrafı seyreder, filmi beğenmezsek suçu “Bu filme sen getirdin beni” diye birbirimizin üzerine atarız.
Gününü, ayını ya da yılını hatırlamıyorum ama sinema ile alakalı en keskin anım o gün Memetin cebinde 10 tane on kuruşluk bulunmasıydı.

Vezneye gittiğimizde, “Bir bilet lütfen” gibi kibar bir cümle kurmak bizim için çok fantastik dururdu, bu sebeple “Bilmem ne filminin, G. Sırasının, 15. Koltuğunu istiyorum” diyen, olayı basit ve net bir şekilde anlatan bir cümle kurardık. Gerçi buraya kadar pek bir şey yok. Olay buradan sonra kopuyor:

“Hoş geldiniz. Filminizi seçtiniz mi?”

Bilmem ne filminin, G. Sırasının, 15. Koltuğunu istiyorum

“Tabi” diyen kızcağız soru dolu bakışlarla Mehmet’e dönüp, “Öğrenci misiniz?” diye sorar.

Evet.

Bu kadar masum evet dediğine bakmayın bana dönüp, “Yok emekliyiz.” dediği günleri de hatırlıyorum.

Her neyse biletler alınır sıra para vermeye gelir. İşte o 10 kuruşluklar teker teker masaya konur ve kızın önüne itilir. Kız önce şaşkın şaşkın bakar ardından da “Bu ne?” diye sorar,
Mehmet gayet sakin bir sesle, “Paraaaaaaaa” diye cevap verir.

Bu bozuk para meselesi sadece sinemada değil, okulda da aynı hızıyla hayatımızı meşgul etmekte.Matematik dersinde oturmuşuz, matriks konusunun bilmem ne başlığını inceliyoruz. Birden demir sesleri geldi. Bizim okul dağın başında olduğu için en fazla börtü, böcek, yılan, kuş sesine alışkın olan kulaklarım ve dersten kopma güdüsüyle yetişmiş beynim birden sesin geldiği yeri aradı. Gerçi, o kadar zahmeti boşuna verdiğimi yan tarafımda elindeki on tane birlik, sekiz tane elli kuruşluk paraları saymakla meşgul olan Mehmet’i görünce anladım. Hiçbir şey olmamış gibi verdiği cevapsa alkışlanmaya değer:

Galip ya, teneffüste kantine gidelim de şu paraları tümletelim.

Bir ayımızın bozuk para tümletmekle geçtiğini söylesem herhalde abartmamış olurum.

Sevgi doludur. Birini çok severse asla ona karşı bilerek kötülük yapmaz. Bunu her ne kadar yaptıkları için ona kızsam da rahatlıkla söyleyebilirim. Asla kin duymam ona karşı ya da yaptığı bir şeye sinirlenmem; çünkü bilirim onun o şeyi bilerek yapmadığını. Şimdi bunu okurken içinden, “E, durduk yere ne diye surat yapıyorsun?
Yüzüme bakmayıp, gözünün ucuyla beni süzüyorsun?
” diyordur. Öncelikle şuna
bir açıklık getirmek gerek, gözümün ucuyla bakmıyorum hiçbir zaman çünkü,
gözümde lens olduğu için haliyle bakarken kayıyor. Ha, niye surat yapıyorsun
diye soracak olursanız, ne demiş yazar: Mesafe iyidir; ama ayrılık değil. Tabi arada sırada.

Aramızda bir çıkar ilişkisinin var olduğunu söylerler çoğu zaman. Mesela birbirimize olan çıkarımız sebebiyle yemek yeriz, sinemaya gideriz, beraber bir şeyler yapar, Starbuks’ta aldığımız bilmem ne içeceğinin içindeki çikolata dolu buzlu sütü kaskatı bir halde pipete
çekip etrafa yağlarız.

Çıkar kelimesinin anlamına sığınamayanlar ise “göbeğiniz birbirinize mi bağlı?” diye azarlar çoğu zaman. Birbirinden ayrı hareket etmeyen iki arkadaş gibi görenler buna kızalar.

“Mehmet şuraya gelir misin?”

Galip geliyor mu?

“Yok.”

Ben de gelmiyorum.

Bende tabi bu olay biraz daha farklı oluyor:

“Galip şuraya gidelim mi?”

Bu soru bana soruluyorsa Mehmet’le mesafelidir aramız büyük ihtimalle.

Şu çocuk geliyor mu?

“Küssünüz diye ona sormadık.”

Gidin de şuna da söyleyin. O da gelsin.

Tabi ben arka planda oynadığım için çoğu zaman pek haberi olmaz böyle şeylerden. Malum ben görünmeyen köylerdenim, haliyle kılavuz da gerekiyor beni görmek için. O kılavuzda benim.

Her ne kadar kendisini sevmediğimi düşünse de, ben onun her zaman görmediği planlarda oynayacağım. O da görünen planda olacak. Her zor anında, her zor zamanında kâh karşısında, kâh yanında olacağım. Kitabımda da dediğim gibi, “Dostluk bakışlarda gizlidir.

Ha bir de her ne kadar beni haklarını ihlal ettiğim için Facebook yönetimine şikâyet edecek olsa da siz okuduktan sonra yine de bir “Maşallah” deyin dostluğumuza. :)

( Lisede Dostluk Ömürlüktür başlıklı yazı Galip Argun tarafından 9.06.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.