Edebiyatımızı inceler ve de edebiyatımızda küçük de bir tasnif yaparsak edebiyatımızın farklı süreçlerde farklı dönemlere ayrıldığını görürüz. İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı, İslamiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Aşık tarzı halk edebiyatı, Tekke Tasavvuf Edebiyatı, Divan Edebiyatı, Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı, Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Âti Topluluğu, Milli Edebiyat Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı edebiyatımızın geçirdiği dönemlerdir. Bu dönemlerin bu şekilde ayrılmasında elbette ki gelenek etkilidir. Yani burada edebiyat-gelenek ilişkisini hemen görmekteyiz.

 

Gelenek Kavramı

 

            Gelenek kavramı, bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar1 bütünüdür. Yani gelenek, toplum kaynaklıdır. Toplum ve gelenek iç içedir. Geleneği mümkün kılan unsurlar ırk, dil, coğrafya, iklim, yerleşim birimleri ve yaşam tecrübeleridir.2

 

Sosyal Bilimlerde Gelenek

 

            Belirttiğimiz gibi gelenek toplum kaynaklıdır. Sosyal bilimler de toplum bilimidir. O halde sosyal bilimlerin de gelenekten beslenmesi kaçınılmazdır. Hatta sosyal bilimler ile gelenek arasında kopması güç bir bağ bulunabilir de diyebiliriz.

 

            Bir toplum tarihi incelenirken o toplumun geleneği de göz önünde bulundurularak inceleme yapılır. Tarihi olay ve olgular toplumun geleneğine göre farklılık göstereceğinden gelenek ön planda tutularak inceleme yapılması gerekir. Bu durum coğrafya, antropoloji, sosyoloji gibi sosyal bilimlerle beraber elbette sosyal bir bilim olarak da görülen edebiyat için de geçerlidir.

 

Edebi Eserde Gelenek

 

            “Edebi bir eser incelemek için en elverişli yaklaşımlardan biri, geleneğin izini sürmektir.”3 diyor Korhan Altunyay. Bir edebi eser mutlaka bulunduğu geleneğin izini taşır. Yani edebi eserlerde geleneğin izlerini görmek mümkündür.

 

            Ekspresyonistlerden İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni T.S Eliot: “Hiçbir şair, hiçbir sanatçı, kendisinden sonrakilere iletmek istediği bütün bir dünya görüşünü tek başına veremez. Onun bize vereceği dünya görüşü, hayat felsefesi, geçmişteki şair ve sanatçıların görüşleriyle ilişkisi bakımından değerlendirilebilir. Onu tek başına değerlendiremezsiniz, onu ölülerin arasına yerleştirip eserlerini onlarınki ile karşılaştırmalı ve mukayese etmelisiniz.”4 demektedir.

 

            Eliot’un sözüne bakarsak hiçbir sanatçının aslında mutlak özgün olmadığını anlarız. Özgünlük aslında var olan bir sanat anlayışından sanatçının kendisine pay bulmasıdır. Yani edebi geleneğin izlerine kendi istediği şekilde basıp yürümesidir.

 

            Şu unutulmamalıdır; her yeni eser biriciktir ancak kendisine rahim olan mekânın ve zamanın ruhunu/izini taşır.5 Bir sanatçı eserini oluşturduktan sonra o eser sanatçı için biriciktir. Ancak eser sadece sanatçıdan beslenmez. Aynı zamanda bulunduğu gelenekten de mutlaka payını alır. Örneğin, Orhan Veli Kanık ilk şiirlerinde bulunduğu geleneğe bağlı olarak imgeye dayalı bir şiir anlayışına bağlıydı. Bunu;

 

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

 

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: ´Sıkıntılar duradursun!´
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.
6

 

dizelerine sahip olan ‘Baharın İlk Işıkları’ adlı şiirinde görmekteyiz. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine dünyada oluşan bir buhran beraberinde sürrealizm akımını getirmiştir. Bu akımdan etkilenen Orhan Veli, arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le beraber Garip akımını kurmuşlardır. Garip akımı edebiyatımızda tam anlamıyla bir devrim olmuştur. Her ne kadar edebiyatımızda bir yenilik olsa da Garip akımı aslında bir geleneğin izlerini taşımaktadır. Bunun örneklerini başta II. Yeni şiiri olmak üzere diğer akımlarda da görmekteyiz.

 

            Bir başka örneği de Nazım Hikmet’ten vermek istiyorum. Biliyoruz ki Nazım Hikmet, fütürizm akımından yani Mayakowsky’nin sanat anlayışından etkilenmiştir. Fütüristlere göre sanayi devriminin o dönemde etkili olması nedeniyle şiirlerde makine sesleriyle ahenk sağlanılmalıdır. Bunun da en başarılı örneklerini vermişlerdir zaten fütüristler. Nazım Hikmet de bu anlayışla yazmıştır şiirlerini. Bakınız;

 

Hava kurşun gibi ağır

Bağır

        bağır

               bağır

                      bağırıyorum

 

Koşun

         kurşun

                   erit-

                      -meğe

                             çağırıyorum…7

 

şeklinde şiir yazması bu gelenekten ötürüdür. Eğer biz bu şiiri sesli bir şekilde okursak şiirde makine seslerine benzer bir ahenk yakalamış oluruz.

 

            Ahmet Oktay, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanına yazdığı ‘Bir Yetimin Romanı’ başlıklı önsözünde: “Her yazınsal metin, kendini kuşatan daha önceki metinlerin ortamında doğuyor. O metinlerde sürdürdüğü diyalojik ilişkilerle biçimleniyor, içerik, biçim ve biçem düzeylerinde sürüp giden bu gerilimli ilişkiler çerçevesinde netlik kazanıyor. Öteki metin, neredeyse ontolojik bir zorunluluk. Yazar sürekli bir biçimde öteki metinlerle hesaplaşıyor, yaklaşıyor, kaçıyor oradan.”8 diyerek bir metnin ondan önceki metnin analizinden doğduğunu belirtmiştir.

 

            Yine Mustafa Miyazsoğlu yazmış olduğu gazete yazısında: “Edebiyat, kültürümüz açısından ‘her şey’ olmadığı sürece boş bir uğraşı olmaktan kurtulamaz.”9 diyerek edebiyatın kültürle ve gelenekle olan bağını bizlere bir kere daha hatırlatmış oluyor.

 

            Aynı şekilde “Türk edebiyatında edebiyat araştırmacıları, 19. yy.a gelene kadarki dönemde, gelenek-kültür incelemelerinde şiiri temel almak mecburiyetindedirler. Çünkü o zamana kadar şiir, toplumun aynası vazifesini görmüştür. Şiiri ve şairleri anlayan, o dönem toplumunu genel manasıyla çözmüş demektir.”10 diyen Yadigar Turkeli Sanlı da edebiyatın gelenek üzerindeki etkisini gözler önüne sermiştir. Ona göre bir geleneği anlamak istiyorsak bir edebi esere bakmak gerekmektedir.

 

 

 

 

Edebiyatta Gelenek

 

            Bugün edebiyatımızın farklı dönemlerde incelenmesi veya Batı Edebiyatı’nda farklı edebi akımların yani klasizm, romantizm, realizm, natüralizm, parnasizm, sembolizm, sürrealizm, empresyonizm, ekspresyonizm, kübizm, fütürizm, egzistanyalizm ve dadanizm akımlarının ortaya çıkması gelenekten ibarettir. Bir de bu edebi akımlara bakıldığında bunların hep birbirleriyle ilintili olduğunu görürüz.

 

            Edebiyatımızdaki başlıca dönemleri incelersek:

 

-İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı’nda, yazı henüz olmadığından sözlü gelenek hakimdi. Koşuk, sagu, sav, destan gibi sözlü ürünler bu dönemde kendisini göstermiştir. Ayrıca Türklerin o dönemdeki yaşayışları, yani yarı göçebe ve savaşçı yaşam tarzları da edebiyat için bir malzeme olmuştur.

 

-İslamiyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda, bilindiği gibi Türkler İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Dinimiz İslâm öğüt üzerine olduğundan içeriği öğüt olan Divan-ı Hikmet, Kutadgu Bilig, Atabet’ül Hakayık, Divan-ı Lügat-i Türk gibi başyapıtlar ortaya konmuştur. Bir de bu dönemde tamamlanan ve anonim bir ürün olan Kitab-ı Dede Korkut, hem İslamiyet öncesi hem de İslamiyet dönemi Türk edebiyatının izlerini taşır.

 

-Aşık Tarzı Halk Edebiyatı geleneğinde, halktan yetişmiş saz şairleri şiirlerini saz eşliğinde köy kahvelerinde, köy meydanlarında vs. sözlü olarak söylerler. Buna dayalı bir edebiyat geleneğidir.

 

-Tekke-Tasavvuf Edebiyatı’nda, mürşitlerin, evliyaların yazmış olduğu şiirler büyük ölçüde yer tutar. İlahi, nutuk, devriye, şathiye gibi nazım türleri bu dönemim ağır basan türleridir.

 

-Divan Edebiyatı geleneğinde, ağır bir dil, süslü-sanatlı bir anlatım ön plandadır. Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalar yoğun bir şekilde kullanılmıştır. 13.yy da Hoca Dehhani Arap ve İran Edebiyatı’na hayranlık duyarak gazel, kaside, rubai gibi türleri edebiyatımıza getirmiştir. Ancak tasavvufun Anadolu’da yoğun olduğu bu dönemde tasavvufu şiirlerine hiç yansıtmamıştır. Aynı dönemde yaşayan Mevlana Celaleddin Rumi bu nazım biçimlerini benimsemiş ve tasavvufu da konu edinerek yazmıştır şiirlerini. Oğlu Sultan Veled bu yolda ilerlemiş ve daha nice divan şairi ortaya çıkmıştır.

 

-Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı’nda, batıya yöneliş söz konusudur. İlk dönemlerinde Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi isimler göze çarpmaktadır. Batından roman, öykü, makale, batılı anlamda tiyatro, gazete getirilse de şiirde biçim olarak eski geleneğe bağlı kalınmıştır. Ama “vatan, hürriyet, eşitlik” gibi konular da getirilip konu haznesi genişletilmiştir. İkinci döneminde ise Recaizade Mahmut Ekrem, Abdulhak Hamit Tarhan, Muallim Naci gibi önemli isimler göze çarpmaktadır. Bu dönemde bireysellik hâkimdir. Eski şiir geleneği yavaş yavaş terk edilmeye başlanmıştır. Eski-yeni tartışmaları sık sık gündeme gelmiştir. Recaizade Mahmut Ekrem ile Muallim Naci arasında geçen eski-yeni tartışması bunların en başlıcasıdır.

 

-Servet-i Fünun Dönemi, yani Edebiyat-ı Cedide’de tamamen bir içe kapanış söz konusudur. Toplumsal konulardan tamamen sıyrılmış ve bireysel konular kendisini göstermiştir. Roman türü bu dönemde gelişme gösterirken tiyatro oldukça zayıflamıştır. Ayrıca bu dönemde batı daha da yakından izlenmiştir.

 

-Fecr-i Âti topluluğu, Edebiyat-ı Cedidecilerin batıyı fazla örnek almamalarına tepki olarak ortaya çıkmıştır. Hayal gücü unsurlarını şiirlerde yansıtmak istemiştir. Ancak bu topluluk varlığını uzun süre koruyamamış ve dağılmıştır. Ahmet Haşim dışındakiler Milli Edebiyat topluluğuna katılmıştır.

 

-Milli Edebiyat Dönemi’nde Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Ali Canip Yöntem gibi isimlerin bulunduğu Genç Kalemler dergisinde yayımlanan Yeni Lisan adlı makaleyle Yeni Lisan hareketi başlamıştır. Bu harekete göre sade bir dil savunulmuş ve edebiyatta halka yönelmenin gerekliliği vurgulanmıştır. Ayrıca bu dönem milli mücadele dönemi olduğundan milli duygular şiirde temel oluşturmuştur.

 

-Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda edebiyat İstanbul’dan taşarak Anadolu’ya açılmıştır. Sade bir dil mevcuttur. Ayrıca günümüz modern edebiyatın temelidir.

 

            Edebiyat dönemlerinin her birinde gelenekten söz edebiliriz. Her bir dönem kendi içinde bulunduğu geleneğe göre şekillenmiştir.

 

Sonuç

 

            Edebiyatla gelenek her zaman iç içedir. Edebiyat her zaman içinde bulunduğu geleneği kaynak olarak kullanır. Geleneği anlamak için de o dönemde yazılmış edebi eseri incelemek gerekir. Eliot’un da dediği gibi “Geçmişin ‘hal’ içinde varlığını hissetmek kadar ebediyeti, sınırsızı sınırlı olanda yani bugünde bulmak, bu beraberliği hissetmek bir yazarı gelenekçi yapar.”11

 

Kaynakça

 

1 Wikipedia Özgür Ansiklopedi

2 Güler, İlhami, Tarih ve Tarih Dışı Gelenek

3 Altunyay, Korhan, Edebi Eserde Geleneğin İzini Sürmek, Yağmur Dergisi Mart-Nisan (2011)

4 Eliot, T.S, Edebiyat Üzerine Düşünceler, Paradigma Yayınları, s. 3

5 Altunyay, Korhan, a.g.e

6 Kanık, O.Veli, Bütün Şiirleri, YKY

7 Ran, Nazım Hikmet, Bütün Şiirleri, YKY

8 Oktay, Ahmet, Bir Yetimin Romanı, Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf, YKY

9 Miyasoğlu, Mustafa, Edebiyat Gelenek İlişkisi, Milli Gazete(2008)

10 Sanlı, Y. Türkeli, Edebiyat; Toplumsal Hafızanın, Geleneğin Kaybında, İnşasında Ne Kadar Etkilidir?

11 Eliot, T.S, a.g.e

 

                                                                                                                M. Salih Ünal

( Edebiyatın Kopmaz Parçası Gelenek başlıklı yazı M.Salih ÜNAL tarafından 25.07.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.