Alperen, bin yıllık terkibimizin bir kişilik adıdır. Bir kişilik ki, davranış kodlarından başlayarak hayatının bütün zaman ve mekan bileşkesinde sadakat, mesuliyet ve samimiyet numunesi olmayı şiar edinmiştir.
 
Yunus ve Yavuz, iki alperen olarak bu üçlemenin yatay düzlemdeki iki sivri ucudur. Üçgenin göğe bakan sivri ucunda ise kişi kendini bulmalıdır. Oraya Fatih’i, Alpertunga’yı(Afrasyab), Abdulhamid’i, Osman beyi, Kılıçaslan’ı, Nasreddin Hoca’yı, Selahaddin Eyyubi’yi, Akşemseddin’i, Molla Gürani’yi, Şeyh Bedreddin’i, Hacı Bayram Veli’yi, Somuncu Baba’yı, Pir Sultan’ı, Hacı Bektaş’ı, Vani Mehmed Efendi’yi, Namık Kemal’i, Mehmet Akif’i, Ziya Gökalp’i, Yahya Kemal’i, Mustafa Kemal’i, Kazım Karabekir’i, Nurettin Topçu’yu, Necip Fazıl’ı, Seyyid Ahmet Arvasi’yi, Erol Güngör’ü, Arif Nihat Asya’yı, Atsız’ı ve daha sayısız, özellikle de isimsiz kahramanı oturtabilirsiniz.
 
“Yunus’ça sevgimizden anlamayana cevabımız Yavuz’ca olacaktır” gibi ilk bakışta hayli sert olan bir ifadenin mazmununu irdelediğimizde gerçekte sevgi ve ‘aşkın’ kudretin alperen kimliğinde hem-mizaç olduğunu kavrarız. Yani Yunus’un sevgisinin Yavuz’da bulunmadığını nasıl iddia edebiliriz ki? Keza Yavuz’un o kudretinin, o aşkın kudretinin Yunus için bir bilinmezlik olduğunu kim savunabilir?
 

Alp-eren, Horasan erenlerinin Türkistan’dan Viyana’ya uzanan fikir-strateji ve eylem planı sergüzeştinde milyonlarca isimsiz kahramanın simge adıdır. Derviş-gaziler ve alperenler…

Başını bir gayeye adayan, yeryüzüne indirilmesinin bir sebebi olduğuna inanan ve bu uğurda serden geçen vazgeçilmez, devredilmez kimliğimizi temsil ederler. Bu kimlik dışındaki bir kimlik, belki batı sosyolojisine fazlaca kendini kaptırmış aydınlarımız için bir şey ifade edebilir ama ısrarla bin yıllık terkibin izleri sürülürse; görülecektir ki, kendimize ait sosyoloji bu topraklarda hangi mezhep, hangi ırk, hangi ekolden gelirse gelsin hakikî kulu özgürlüğe ulaştıran bir disiplin önümüze koymaktadır. Özgürlüğe, hakikî özgürlüğe…
 
Sadakat, mesuliyet ve samimiyet kodlarını hafiften değiştirmeye başlayan bir kişinin bu hakiki kimlikten uzaklaşarak aktüel olan ama kendini Allah, tarih, vatan ve hakikat karşısında rüsva eden kimliklere sahip olmaya başlaması, gerçekte en büyük “yabancılaşma”dır.
 
Bugün bu yabancılaşmayı neredeyse bütün fikir akımlarımız, bütün siyasi gruplarımız, bütün toplumsal kesitlerimiz yaşamaktadır. Kendine biçilmiş deli gömleklerini amansız bir hastalığa düçar olmuşçasına giymeye çalışan başta aydınımız olmak üzere hemen bütün insan tipimiz, karşısına çıkan konu, hadise, isim ve cisme bakarken “ah”lara, “eyvah”lara, “keşki”lere, “aman”lara sığınmaktadır.
 

Bugün alperen için Türkiye, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlü bir ülke olmak durumunda iken, ne yazık ki, zelil olmaya namzet bir perişanlık ve telaş için korku ve vehimlerinin skalasını çizmektedir. Oysa ki, kendisinin zannettiği, kendisini alakadar ettiğini varsaydığı bütün bu korku ve vehimlerin aslında sahipleri başkaları olmak gerekirdi.

Bugün alperen’e düşen bütün tarihi köşe taşlarının ve gerçek kimliklerin kendisine bıraktığı değerli mirasa sahip çıkmaktır.
 
Akif’in Safahat’ın başında ifade ettiği bir eser ki, samimiyettir hünerini kavramalı; en büyük erdemlerden olan samimiyeti davasının nirengi noktası yapmalıdır.
 
Topçu’nun gerçek sosyalizmi anlatan felsefesini bugün ekonomi-politiğinin formülü haline getirmelidir.
 

Necip Fazıl’ın “müdir fikir” kavrayışında olarak mümkün olabilen en büyük birliği tesiste “büyük doğu” hedefinin ne idüğünü idrak eden alperen, Seyit Ahmet Arvasi’nin Kendini Arayan İnsan’ında tarif ettiği üçlemeleri diyalektiğinin ve estetiğinin, mesleğinin ve misyonunun, tarihinin ve gelecek kurgusunun ateşleyicisi haline getirmelidir.

Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör ve Yılmaz Özakpınar çizgisini kendi iç eleştirisini tamamlayarak milliyetçiliğin kültür ve medeniyet çelişkisini kavramalı; kültürü teknik, ilim, fen, eşyayı kullanma biçimi ve bir eser –kendi coğrafyasına has eser- olarak gerçek tarifine oturtmalı; medeniyeti ise kültürü yaratan asıl bileşke yani üst kültür olarak özümsemelidir. Organik ve milliyetçi aydın olarak Gökalp’in kendimize ait sosyoloji geliştirme çabasını takdir etmeli ve fakat Mümtaz Turhan, Erol Güngör’ün Gökalp eleştirisini iyi okumalı, ardından Özakpınar’ın Gökalp çizgisini temsil eden fikir adamı olarak onun medeniyet ve kültür tasnifindeki hatayı ortaya koymasını anlamaya çalışmalı, milliyetçiliği yüz yıllık hastalıklarından kurtarmalıdır.
 
Bütün bu Türk Düşüncesi köşe taşları arasındaki çatışma alanlarını değil de ortak paydalarını ve birleşme alanlarını irdelemeye çalışmalı, Namık Kemal’den bu yana gelişen Türk düşünce sistemini sağlıklı bir bileşkeye ulaştırmalıdır.
 
Kendine güvenmeli, milletimize ve aydınımıza musallat olan güven bunalımını aşmasında ona yardımcı olmalıdır.
 
Bin yıllık terkibinin peşinde “adanmış” bir ülkücü olan alperen, yeise asla kapılmamalı, boş ümidlerin de peşinde olmamalıdır.
 
Vehim ve korkular yerine gerçek tehlikeleri sezebilmeli, başına örülen veya örülecek olan çorapların söküklerinden tutup çekebilmeyi bilmelidir.
 
Elbette ki, bütün bu mücadele, hörmet, merhamet, aşk, hizmet ve hayret makamlarında Erol Güngör’ün vuzuhla belirttiği “Zeytinburnu’ndaki genç” telaşına, çaresizliğine, açmazına da düşmemelidir.
 
Hani derdi ya hoca: Zeytinburnu’ndaki genç nihayet bir gençtir. Ailesini geçindirmekten aciz bir gençten Yavuz gibi kumandan, Yunus gibi aşk adamı, Kanuni gibi devlet adamı, Fatih gibi yaratıcı fetihçi, Mevlana gibi ilim adamı olmasını bekleyemeyiz. Bütün bu yükler, sorumluluklar altında ezilen geç ne yapacaktır?
 

Bana göre; atla deve değildir. Zira bütün bu kahramanlar veya kişilikler aslında başta da söylediğimiz gibi aynı ortak karakterin farklı mesleklerde, ilgi alanlarında farklı numuneleridir.

O halde:

Yapılması gereken gerçekçi olarak büyük adanmışlığımızı kendi gerçeklerimizle yüzleştirerek bütün bunlardan alacağımızı alarak kendi karakter ve iş eğitimimizi deruhte etmektir.
 

Netice olarak üçgenin göğe bakan sivri ucunda kendimiz olmayacak mıyız?

 

  

 Dr. Lütfü ŞEHBUVAROĞLU

( Fikrimizin Köşe Taşlarını Doğru Döşemek Ve Alperen Kimliği başlıklı yazı Şehsuvaroğlu tarafından 1.08.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.