MEKTUP

Efendim,

Bir şey yazarken bu güne kadar kelimelerimi beğenmediğim olmamıştı. Ard arda sıralanıyordu kelamlarım. Kalbimse durağan, yüreğim kıpırtısızdı. Dilim her dem olduğu gibi ağzımın içinde dönüyor, boğazım düğüm düğüm olmuyordu; ama bu gün… Tam da bu gün kelimeler, yutkunduğum sırada takılıyor boğazıma, zihnim ise hiç olmadığı kadar sessiz, bir vesile ki kelimeleri tıkıyor yüreğime.

İşte tam o vakit… Dilimin lâl, gönlümün hamuş olduğu zamanlar. Gözümden billur gibi bir yaş… İçinde Sen, özünde Sen, gözümde Sen! O billur gibi katre de seni gördüm Ya Habiballah.

Ey Halilullah’tan Kureyşi, Kureyş’ten de Seni Yaratan Rabbin Elçisi Habibullah!

Tam da bu gün Mekke’nin dar sokaklarında gün yeni geceye kavuşmuş, bir pazartesi akşamı, kız çocuklarının gönlüne doğmuş, cahillerin, cehillerin yüreğindeki putları kırmaya gelmiştin. Hani “ümmetim” demiştin ya o gün… Hani “ümmi”ydin ya Sen! Ve Yaratan Rabbi’nin adıyla okumuştun kırk yaşındayken, işte o zamanlar tek tek geçmekte ruhumun en katmerli mevkiilerinden.

Ey Resul-ü Enbiya,

Önce Halilullah’ın elindeki bıçakla İsmail’e geçti pür ü pak nurun. Onun nezdinde gökten inen kurban kesildi nurunun önünde. Sonra Yakup’un ağlamaktan âmâ olan gözlerinden süzüldü nurun Yusuf’un pak alnına… Yıldızlar secde etti kuyunun dibinde buluttan namazgâhın hemen berisinde Sana. Eyüp seni beklerken adımladı sabrın her bir menzilini. Her bir şükründe Sen vardın ya Rasulallah!

Sen olmasaydın Habibim, velev ki sen olmasaydın ne secde edecekti Yusuf’a yıldızlar, ne çamurdan yaratılacaktı Âdem. Felekleri yaratmayacaktı Allah. Felek sensiz biçare! Felek, sensiz âmâ! Sen yokken felek ne yapar bunca kötülüğün arasında?

Şimdi yoksun Sultan-ı Enbiya!

Şimdi felekler yaratıldığı gün kadar yalnız! Gülü dermiyor artık gönlüm… Güneş eskisi kadar parlamıyor veda tepesinden. Mekke, Medine yalnız! Ufuklar eskisi kadar net görünmüyor! Çünkü ufukların ufuğundaki sultan yok, çünkü Sultan-ı Enbiya yok! Yaratılan, yaratıldığı sebepten yoksun. Yoksun ki gönlüm, Tuba ağacının altında kıvranan âdem misali yatmakta cennetin billur ırmaklarının karşısında.

Sen gittiğinde Habeşli Bilal ezan okuyamazken, seni görmeyen kalbim Bilal misali kavrulmakta hasretinle…

Ok atamaz oldu kemankeş. Yayını her gerdiğinde gönlünden kopan her parça önce gözünden, sonra canından, ardından cananından düşer oldu. Uhud etekleri bir anda gözünün önüne serilmiş, kırılan dişin avuçlarından sıyrılıp toprağa düşmeye meyletmiş. Gönlü paramparça, ruhu ahûzar! Kabuk bağlayan yarası tekrar kanamakta!

Yine gel ey Resul!

Yine gel…

Sıddık’ınla, Sevr’den geç, ardından kumun kızıllığını aş, yine gel. Bu sefer veda tepesinden değil, vuslat tepesinden gel. Üzerimize güneş misali doğ! Kızların ölümü olan “dayıya gitmenin” adının değiştiği şu günlerde, bir dolunay misali aydınlat nübüvvet nurunla.

Çırası bitmiş kandilimize çıra, ışığı gitmiş gözlerimize ışık, nuru biten kalbimize nur olmaya gel! Gel ki aydınlasın yüzümüz, gel ki ötsün bülbüller, gülistan olsun güller.

Günahkâr dilim dönerken ağzımda, günahkâr ruhum kıvranırken bedenimde, Vahşi misali açtım ellerimi: Sevdiğimi söyledim elimden geldiğince. Deremediğim gülleri önüne serdim, dermek istediğimi beyan ettim.

Yine gel Ey Sevgili!

Yine gel…

Bu sefer veda tepesinden değil, vuslat tepesinden gel.

Geçen gün neyden dinledim Seni. Neyin efkârlı sesinden duydum sesini... Her bir namesinden, her bir tınısından devrini izledim. Öyle ki Seni özledim. Seni aradım. Medine’ye geldiğini görmeyi isteyip, hurma ağaçlarının lifine tutunan ashabın gibi karşıdan gelişini bekledim; ama gelmedin Sevgili. Vuslatı bir sonraki güne, sancağının altında toplanacağımız güne erteledin!

O gün, Ebâ Bekir’le beklerken Sevr mağarasında, hani onu dizine yatırmış, “Korkma!” demiştin… “Korkma Ya Ebâ Bekir!”

Korkuyorum Ya Resul! Sevginden azlolmaktan, sevgimin bâki olmamasından korkuyorum. Seni bu devirde anlatamamaktan, anlayamamaktan korkuyorum. Biliyorum, Dostun Ebu Bekir’e dediğin gibi Allah bizimle birliktedir ama bunu unutmaktan korkuyorum. Bir an olsun insanî menfaatlere sırt vermekten, nefsime kulak asmaktan korkuyorum!

Yine gel Rasul!

Yine gel, ama bu sefer veda tepesinden değil, vuslat tepesinden gel.

Yanında yıldızların olsun. Aşere-i mübeşşere’n olsun. Sen ol! Sıddık’ın olsun. Tesellin olsun Ya Habiballah!

O gün abanın altında ehlini topladığında, dışarıda kalan birine de “sen de benim ehlimdensin” demiştin. Bizlere de ehlinden olma yolunu açmıştın. İşte ehlin olma niyetiyle geldim huzuruna, seni görmedim, seni duymadım, bir kerecik olsun sesini vaaz verdiğin mihraptan işitmedim; ama ben yine biliyorum ki, beni görmeden bana iman eden kardeşlerimi görmeyi o kadar çok isterim dedin.

Ya Rasul!

Ehlinden, Abanın altında olmasak da yanında olmaktan ben âcize nasip et! Kıyamet günü, Seni görmekten ve sancağını tutan “Feta illa Ali” dediğin damadının yanında olmaktan azat eyleme!

Kâbe’nin Sahibi’ne kasem olsun ki Seni görmeden Sana bağlandık! Senin getirdiklerine, sünnetine, Kur’an’ına, Senin Rabbine iman ettik.

Yine gel Rasul!

Yine gel, ama bu sefer veda tepesinden değil, vuslat tepesinden gel.

Ay gibi doğ üzerimize…

Şükredelim geldiğin güne, getirdiğin şeylere…

Eyyüp’el Ensari gibi bekleyelim evimize teşrifini…

Sonra beraber inşa edelim mescidini…

Taşıdığımız her kerpiç tanesiyle örelim vuslat mescidimizi!

Yine gel Ey Fahr-i Kâinat!

Bu sefer veda tepesinden değil, vuslat tepesinden gel.

Salat ve selam Sana ve Ehlibeytine olsun!

Bir âciz!

( Resule Mektup... başlıklı yazı Galip Argun tarafından 17.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.