Muğlak bir düş’ün çatı katı
yalnızlığı sözcüklere ettiği vedadan çıkıp da yola şair, bir düşüncenin de
perde arkasında solan gülüşüne nidalar yüklediği.
Gün kıvançlı, insanlık beklemede.
Kaybolan göğün zafer anıtıydı elbet
bir kuşun da yuvasında saklı ölü yavruları ne zamanki firar etti yumurtadan ne
de olsa kuluçkadaydı hatıralar ve mazinin bıçkın kırbacı günü örten de bir
kasvet, nemalandığımı her gün ışığı elbet sonsuzluğa delalet ve damgasını vurup
da güne, öğün arası kaçan sözcükler bir sözlüğün de her yaprağına gizlenen
soyut bir tebessüm gibi yalnızlığın raflarında son tüketimini bekleyen bir
ölümlü gibi.
Mizacın balçığında kıyım.
Aşkın da batağında kıyama duran.
Yorgun hale ve süzgün ay ışığı ve
tekerlek yüzünde dolunayın çıkan akneler gibi yüreğin kabardığı her acı vakti
çıtası da yükselirken hüznün bıçak mademki dayandı kemiğe.
Bir sessizlikti örselenen.
Bir ötenazi kuşluk vaktini geceye
erteleyen.
Lakayt bir gülücük kundaklandı ve
mezarında isyan bayrağına şerh düştü kâbuslar.
Gümbürtüye giden ömrün de yaftaları.
Elbet kundaklandı güneş ve gün yüzlü
kadınlar: canım Anadolu’mun rüzgârında savrulan başak taneleri gibi üzünç yüklü
coğrafyada kıyamet alameti iken başkaldırısı münafık çığlıkların.
Sözcükler bombalandı ve de.
Kanaviçe desenli şiirler ve şair
mizaçlı yalnızlık… yuhalandı günü b/ölen her acıydı öğünde saklı rahmet ve kuru
ekmeğin tadına doymayan nimetine şükreden her Mümin kursağında kalmadan sevinci
dokundu göğün kıblesine.
Yorgun milat.
Yoğun bir göz altı.
Aslında duman altıydı şehir az evvel
söndürülen yangından ilk kurtarılan mademki dualar ve iyi niyet.
Kabzasında çentikler saklı bilinmezin
ve övünç yüklü melek bakışlar.
Anne eli değen her kurabiye belki de
bir tabak anne çorbası yudumladığımız kadar rahmeti yuvarlanan ondalık
sevinçler bazen yutan eleman iken aşkın haznesinde pişman ve özlem yüklü
çehreler.
Kanatlanan şafağın da indinde bir
sır.
Bir sırra delalet bir farkındalık.
Mizacı ölümün aşka düşkün yüreğin de
kara tahtasında yazılı sancılı tarihler.
Doğumunu müjdeleyen güneş…
Geceye küsen bir suret.
Tadı damağında mutluluğun
dilendiğimiz de değil dillenen hurafeler oysaki kaderimize razı gelmedik mi bir
ömür boyu?
Ve işte boyumuzdan büyük acılar ve
kehanetler belki de kevgirin fiyaskosu hamt etmeyi unutan hangi münafık düşe
rast geldik de unutulmuş bir gülücüğü armağan etmedik mi yolda gördüğümüz her
yetim çocuğa?
Aşkın da kabir azabı ve kibirli
gölgeler mayalandıkça ömür bir mihenk taşı üstüne iliştiğimiz.
Şimdi bir ayraç koyalım gecenin
yakasında ve şehrin de iki yakasını dikizleyelim hani olur da yakası açılmadık
espriler kundaklar göğün esaretini ve dinen rüzgâra da methiyeler dizeriz ve
ölü kentin ölümcül çıkmazlarında şerh düşeriz rast geldiğimiz o tabelaya:
Sahi kaç kişiydik öncesinde de şehrin
rakımına erişen Azrail mademki kıydı bunca insana daha kaç kayıp vereceğiz gece
esaretini sonlandırıp da güne erdik mi bir kez yeniden mi sayacağız sessizce ve
soldan sağa?
Ve de sözcükler eksilirken hele ki
bir insan bir sözcüğe denk düşmüşken…