Farkında olunmayan nimetin, kıymeti de bilinmez!

I -
Yıldız Dağları, güneydoğu Bulgaristan'dan başlar. Kuzeyden sessizce Kırklareli topraklarına giren bu dağ zinciri Karadeniz kıyı şeridine paralel olarak gittikçe alçalarak Saray üzerinden Durusu Gölü'ne kadar uzanır.

Ormanlarla kaplı bu görkemli dağlar bölge halkına iklim, temiz hava, bitki örtüsü ve barındırdığı av hayvanlarının dışında, çok daha büyük bir nimet sunar. Bu nimet: Ergene nehridir.

On altı koldan beslenen bu nehir bölgenin can damarıdır. Ergene Havzasındaki tarım alanlarının büyük bir kısmı bu nehir veya kollarından alınan su ile sulanır. Yaz aylarında sessiz ve nazlı akan Ergene kış aylarında yatağına sığamaz. Ergene ovasını yer yer çarşaf gibi kaplar, çoğu yerlerde ekili alanlar günlerce su altında kalır. Taşıdığı alüvyonu tarlalara bırakarak geri çekildiğinde çiftçilere verimli bir mil tabakası ile bolluk ve bereket müjdeler. Şeker pancarı, ayçiçeği, buğday, pirinç başta olmak üzere neredeyse her türlü endüstriyel bitki ve tahıl üretilir.

Nehir civarındaki köy ve kasabalara yerleşmiş olan insanlar, zenginlik ve mutluluklarının büyük bir kısmını bu nehre borçlu oldukları gibi; çoğu kişi hayatının en güzel anılarını da gene bu nehre borçludur. Kimi gençler sevgilisine aşkını ilk kez bu nehir kenarında itiraf etmiştir, kimi nehrin etrafını saran ağaçların sıklaştığı gözden uzak bir yerinde sevgilisini ilk kez burada öpmüştür. Bayramlarda en büyük eğlenceler ve geleneksel güreşler nehir kenarındaki geniş ve yeşil çayırlıklarda tertiplenmiştir, sevgililer en çok nehir boyunda bir birlerine hediye alıp vermişlerdir. Yakaladığı balıklardan bir kısmını sevdiği kızın evine götürmek bahanesi ile sevgilisini görmeye giden gençlere, otuzu aşkın balık çeşidi ile nehir yılın her mevsiminde apayrı bir fırsat sunar. Kasım ayında Ergene havzasına gelmeye başlayan yaban ördekleri ve kazlar ise gümecilerin bayramı olur. Nehir kenarında yerleşmiş köy ve kasabalarda yaşayan herkesin az veya çok nehir ile ilgili ömrünce unutamadığı anıları vardır.

Ergene nehri sırrını sakladığı genç kızlar kadar sakin ve nazlıdır. Bu nehrin suları nelere tanık olmamıştır ki... Sıcak yaz günlerinde serinlemek için yüzen çocukların sevinç çığlıklarına, bir birine aşkını ilan eden sevgililerin masum söcüklerine, kimi zaman da ayrılık veya umutsuz bekleyişlerin gözyaşlarına tanıklık eden nehir, sırları ile birlikte sessizce akıp gider.

Ne yakan ne de üşüten eylül güneşiyle nehir suyunun kızıllaşmaya başladığı bir akşam üzeriydi. Nehir kenarında yabanî söğütleri kuşatan güvem ağaçları ve böğürtlenlerin kümeleştiği yerde gözlerini nehir suyundan ayıramayan yaşlı adamın hayalinde yıllar öncesinin unutulmaz bir anısı canlanıyordu:

Saçları fesleğen kokan perisi ile buraya ilk geldikleri günü düşünüyordu. Evleneli henüz bir hafta kadar olmuştu. Nehirden yakaladığı balıkları közde pişirmekle uğraşırken, eşi böğürtlenlerin olduğu tarafı biraz dolaşmak isteyince: '' Derenin o tarafı anafor yapıyor ve su çok derin, sakın ola dereye fazla yaklaşma! '' diyerek eşini uyarmıştı. Eteğine takılmasınlar diye böğürtlenlere fazla yaklaşmadan etrafında dolaşan gelinin aklına aniden bir oyun gelmişti. Ağaçların sıklaştığı bir yerde eteklerini toplayarak yaprakları suya değen bir söğüt ağacının arkasına sinerek kendisini gizlemiş ve aniden: ''İmdaat! ...'' diyerek tiz bir çığlık atmıştı. Eşinin ayağının kayarak suya düştüğünü sanan genç adam kızartmakta olduğu balıkları közün içine atarak: '' Leyla! ... Leyla! '' diye bağırarak böğürtlenlere doğru koşmuştu. Eşini ortalıkta göremeyince de elbiseleri ile tam suya atlamak üzereyken, peri sindiği yereden doğrulmuş: '' Buradayım, buradayım işte! Korktun mu? '' diyerek soğuk bir şaka yapmıştı.

Yaşlı adam o gün söylediği cümleleri aynen sesli olarak bir kez daha tekrarladı: '' Bir daha böyle şaka yapma Leylâm, yüreğim dayanmaz buna! Bir daha böyle şaka yapma Leylâm, dayanamam! '' Gerçekten de kadının evliliği boyunca kocasına yaptığı tek soğuk şaka da bu oldu. Belki de tek olduğu için bu kadar değerli ve unutulmaz olmuştu. Geri döndüklerinde köze atılan balıkların bir kısmının yandığını görmüşlerdi. Leylâ, kısmen yanmış ve meşe külüne bulaşmış bu balıkları daha lezzeti bulduğunu söyleyerek yemiş, belki de yaptığı soğuk şaka için kendi kendisine bir ceza vermişti.

Aradan geçen yıllar içinde, güvem ağaçlarının aksine daha da geniş bir alana yayılan böğürtlenlerden geriye doğru dönen adam, nehir suyunun akışını biraz hızlandığı bir bölümde tekrar durdu. Buraya ilk gelişinde henüz dokuz yaşındaydı. Silistre göçmeni olarak gelen aile, bir yıl kadar sonra dereye yüz metre mesafede senetle beş dönümlük bir araziyi satın almışlardı. Bir akşam üzeri babası ile nehir kenarında ilk dolaştıkları gün, Güneş'e ve nehir suyunun akış yönüne bakarak: '' Baba bu su ters akıyor! '' demişti. Babası gülerek '' Ne ters akması oğlum, dere işte dosdoğru akıyor.'' dese de ikna olmamış, diretmişti: '' Vallahi bu dere ters akıyor baba! Baksana, Güneş bu taraftan batmıyor mu? diye batmaya yüz tutan Güneş'in yönünü işaret etmiş, İşte Güneş'in battığı tarafa akıyor! '' Babası: '' Merak etme oğlum ters akmıyor, dert etme kendine.'' deyince babasının hayret ettiği sebebi açıklamıştı: '' Tuna nehri, Güneş'in doğduğu tarafa doğru akmıyor muydu baba? Bu su ters akıyor işte! ''

Nehirler akış yönünü kendileri belirliyordu ancak nehirlerin geleceği ise, insanların kendilerine sahip çıkmalarına bağlıydı!

Evine geri dönmek için iki kapılı arabasına doğru yürüdü. Ayakta fazla durduğu zamanlar başına iş açan bacağı gene zonklamaya başlamıştı. Arabasına yaklaştıkça aksaması da artıyordu. Hava kararmadan evine dönmeliydi.

Arabadan indikten sonra topallayarak gelen müşterisini gören eczacı, kalfasına seslendi:
- Nebi hoca geliyor, bacağı gene şişti anlaşılan!
Kalfa aksak adımlarla gelen Nebi hocayı süzerken, eczacı yerinden doğruldu:
- Hocam geçmiş olsun, gene mi ayağın? ... diye sordu.
- Biraz fazla dolaştım anlaşılan ağrımaya başladı.
- Gel otur şöyle bir bakayım. diyen eczacı, bir sandalyeye oturttuktan sonra eğilerek Nebi hocanın bacağına bir göz attı:
- Hocam bu varisler başına hep iş açıyor, dedi. Keşke iltihabı geçtiği zamanlar ameliyat olup hepten kurtulsaydın. Toplar damar gene iltihaplanmaya başlanmış. Kesin istirahat etmeniz lâzım. Yatarak ayağını yüksekte tutmalısınız. İsterseniz bir kez daha doktora gösterelim...
- Değişen bir şey yok ki, aynı rahatsızlık işte. Sen ilaçlarımı ver bir an önce eve gideyim.
- Tamam, ilaçlarınızı vereyim. İsterseniz size bu sefer yeni bir merhem de hazırlayayım?
- Bu merhemin çabuk hazır olur mu?
- Ben, bu gün hazırlar yarın kalfayla gönderirim size.
- Olur. Siz diğer ilaçlarımı verin o zaman.

Hava kararmadan evine döndüğünde sabah unuttuğu takvimden, bin dokuz yüz yetmiş altı yılına ait eylül ayının son haftasının yapraklarından birini kopardı. Kızı, yemeğinin hazır olduğunu söylediği ana kadar, takvim yaprağının arkasındaki duygulu şiirin etkisiyle gözlerinin önünde eşinin hayali uçuştu. Akşam yemeğinden sonra çantalı radyosunu alarak mutfağın balkonuna çıktı. Orta dalga İstanbul Radyosu'dan bayan sanatçının billûr sesi transistörlerden süzüldü. Ruhuna işleyen efsunlu sesin şarkılarını dinledikten sonra gece serinliği başladıktan biraz sonra odasına döndü. Yararından hep kuşku duyduğu ilaçlarını istemeyerek de olsa içti, elektrik düğmesini çevirmeden önce, bir müddet masanın üzerindeki Leylâ'nın resmini süzdü.

Yatağında uzun süre Leylâ'nın hayalini gözlerinin önüne getirmek için uğraştı durdu. Yorgunluk, yükselen ateşi ve içtiği ilaçların etkisi ile bulanıklaşan şuuru, Leylâ'nın hayalini bir türlü sis bulutunun berisine taşıyamadı. Kopuk hatıralar zincirinin halkalarını bir birine eklemeye çalışırken, uyku ile yarı uyanıklık arasındaki sırlı çizgide geçen zamanın farkında olamayan Nebi hoca; o gece yarım yüzyılı aşan ömründe en mutlu olduğu o anı, kimbilir kaçıncı kez tekrar rüyasında görürken: '' Leylâ, sen meleklere benzedin Leylâ! '' diye sayıklıyordu. Gönlünde dinmeyen özlem ateşinin tek tesellisi efsunlu peri, henüz şafak sökmeden yakıcı bir düş ile gene ziyaretine gelmişti ancak bu kez gelişi diğer rüyalarından daha farklı olmuştu: Bir tek kelime konuşmamış, net olarak seçilemeyen hüzünlü bir yüz ifadesi ile düşlerdeki sis bulutunun içine akarak erken kaybolmuştu.

Gecenin karanlığına gözlerini açtı. Eşi vefat edeli karanlıkta uyumayı alışkanlık haline getirmişti. Gece lambasının ışında uyuduğu zaman, sevgili eşinin rüyalarına girmeyeceği fikrine yıllardır kendisini inandırmıştı. Başının altındaki yastığın ıslaklığını yüzünde hissedince, elini yastığın üzerinde gezdirdi. Rüyasında ağladığı nadir gecelerden biriydi. '' Bir şey olacak mutlaka, üzücü bir şey olacak! '' diyerek yatağından doğruldu. Ayağa kalkar kalkmaz da sağ dizinin altından topuğuna kadar yayılan ağrı ve zonklamayı hissetti. Topallaya topallaya elektrik düğmesine doğru yavaş yavaş yürüdü. El yordamıyla bulduğu düğmeyi çevirir çevirmez, elektrik ampulünün etrafını saran puslu ışık çemberi yattığı odanın büyülü havasını anında bozuverdi.

Köşedeki masanın üzerindeki cam sürahiden bir bardak su aldı. Ağzı, dili kurumuş içi yanıyordu. Baçağındaki ağrı, ateş ve yatarken içtiği ilaçlar içini kavurmuştu sanki. Sandalyeye oturup bacağındaki pijamayı dizine kadar çekti, diz ile ayak bileği arası, bir gece içinde daha da şişmiş, kızarmış, ateşi ve ağrısı artmıştı.

Masanın üzerinde duvara yaslanmış, Leylâ'nın altın yaldız çerçeveli siyah beyaz resmine baktı. Gözlerinin içi gülen perisinin yüzündeki büyüleyici gülümseyiş, her bakışında Nebi hocayı geçmişteki günlerin doyumsuz anılarına götürmeye yetiyordu. Nemli gözlerini resimden ayırmadan: '' Bir bilsen Leylâm... dedi, bir bilebilsen, ne kadar özlüyorum seni! Reyhan'ımız olmasa yanına gelmek için bir an bile tereddüt etmezdim. Bir bilsen Leylâm... Sana o kadar ihtiyacım var ki... Hele şimdi! ...''

Resimdeki gözlerin gizemi, adamı bir anda '' Leylâ, sen meleklere benzedin Leylâ! '' dediği ömrünün en güzel gecesine götürüp dolaştırdı. İnsanın zamanı tersine çevirebilmesi mümkün olabilseydi hayatta istediği tek şey, o günü tekrar her saniyesini yudumlayarak yeni baştan yaşamak istemesi olurdu. Ancak ömür nehri hiçbir zaman tersine akmıyordu. Bir nehirde aynı su ile ikinci bir kez yıkanabilmek mümkün olamıyordu. İnsanın mutlu olduğu anlarda rüzgârın kanatlarını takan zaman; umutsuzluk ve özlem sürecinde, üzeri kalın bir buz tabaksı ile kaplanan nehirlere benziyordu. Alttan sessiz bir biçimde akışı devam etse de, üstteki buz katmanıyla gözlerden gizlenen nehrin akışı farkedilemiyordu.

Bir türlü geçmek bilmeyen günlerin, donuk nehrin buz tabakasından, on yıllık zaman gölüne nasıl aktığına yaşı, kültürü ve engin tecrübesine rağmen bir türlü akıl erdiremiyordu. On halkalı özlem zincirinin, zamandan on birinci halkayı takmasının sabırsız beklentisi içinde olduğunu düşününce boğazına bir hıçkırık düğümlendi. Eşini kaybettiği güne değin, insanın kendi kendisine acımasını ne tadabilmiş ne de bu kadar yakıcı olabileceğini düşünmüştü.

Daldığı hayal alemi ve düşüncelerinden, gelişinin farkında olamadığı kızının hüzünlü sesiyle sıyrılabildi:
- Baba, niçin uyumuyorsun? diye sordu kızı.
Baba, cevap verirken sesi titriyordu:
- Uykum kaçtı kızım, içim yanıyordu! Bir bardak su içeyim dedim.
- Annemi rüyanda gördün gene değil mi, onun için uykun kaçtı değil mi?
- Kızım, bu sefer annen benimle hiç konuşmadı! Hiç bir şey demeden... Sanki kötü bir şey olacakmış gibi bir his var içimde....
- Baba, senin dinlenmen lazım. Doktor mümkün olduğu kadar ayakta kalmamanı ve yürümemen gerektiğini anlatmıştı, unuttun mu? Böyle sandalyede oturmak da ayağına iyi gelmez her halde. Yatağına uzansan daha iyi olur. Soğuk su getireyim mi, ayağına soğuk bir pansuman yapsak?
- Sabah pansuman yaparız kızım, haydi sen şimdi git uyumaya bak. Sabaha daha çok var, ben de birazdan tekrar yatarım.

Kızı odasına endişeli bir yüz ifadesi ile gittikten biraz sonra baba yerinden kalkarak ağır aksak mutfak balkonuna yöneldi. Dışarıda pencere kenarına dizilmiş bir kısmı artık kurumaya hazırlanan fesleğenler üzerinde ellerini dolaştırdı. İnsanın içine işleyen fesleğenin kokusu her zaman aklına sevgili eşi Leyla'nın saçlarını getirirdi. Leylâ'nın fesleğenlerleri okşadıktan sonra her zaman saçlarının arasında parmaklarını gezdirmek gibi bir huyu vardı. Öyle ki bütün gün ve özellikle geceleri kadının saçları hep fesleğen kokardı. Hangi odaya gitse fesleğen rüzgârını da beraberinde götürürdü. İnsanın hafızasında en kalıcı iz koku duygundan yazılıyordu. Yıllara meydan okuyan hatıralardan asla silinmeyen yazıyı ancak koku duygusu yazabiliyordu.

Eşinin kokusunu ellerinde taşıyarak odasına döndü, Elektrik düğmesi çevirerek kapattı. Dışarısı hâlâ karanlıktı. Yatağına uzandı. Sanki perisinin saçlarını okşuyormuş gibi elindeki fesleğen kokusunu sindirdiği eşinin yastığını kucağına çekerek sarıldı. Uykusuzluk çekenleri bile en kısa sürede rüya alemine uçuran benzersiz fesleğen kokusu, eşinin nurlu siması ve uysallığını adamın hayalinde dolaştırmakla kalmadı, anlamadan uykunun derinliklerine doğru uzun bir yolculuğa çıkardı.

Sabah babasından önce uyanan genç kız yeni günün kader defterinde açacağı sayfadan habersiz, '' Ya babama bir şey olusa ne yaparım? Başka kimsem yok ki...'' endişesi ile mutfak masasına dirseklerini dayamış, yüzünü avuçlarının arasına almış düşünüyor ve içinden dua ediyordu.

Öğleden sonra bahçe kapısının tokmağından gelen tıkırtı olmasaydı, babası alt kata o gün belki de hiç inmeyecekti.
- Bahçe kapısının sesini duydum baba, dedi genç kız. Kimseyi bekliyor muydun bugün?
- Eczacının kalfası olacak, yeni bir merhem hazırlayacaktı bugün için, o gelmiştir. Aşağı in de merhemi getir.'' dedi babası.

Reyhan dışardaki merdivenin tahta basamaklarını hızla inerek, hanımelinin iki koldan üzerini kuşattığı bahçe kapısını açtığında, eczacı kalfası yerine hiç tanımadığı bir gençle karşılaştı. Kısa süren şaşkınlığını üzerinden atarak sordu:
- Buyurunuz efendim, kimi aramıştınız?
Karşısında gördüğü inanılmaz güzellikteki çehre ile asıl şakınlığı genç yaşıyordu!
- Ben... Şey...
- Buyurun!
- Adresini burası söylediler de... Ben hocamı arıyordum. Nebi hocamı... Ben de öğretmen oldum da... Kendisini ziyarete gelmiştim.
- Babam evde. Biraz bekleyin haber vereyim. diyen geç kız kapıyı kapatarak babasının yanına vardığında, kızının elinde hiçbir şey göremeyen baba:
- Reyhan, hani merhem... Gelen kimmiş? diye sordu.
- Gelen eczacı kalfası değildi baba. Tanımadığım birisi geldi. Öğrenciniz olduğunu söyledi. Kendisi de öğretmen olmuş. Seni ziyarete gelmiş.
- Benim öğrencim miymiş, adı neymiş peki?
- Adını sormadım. Şu an bahçe kapısın dışında bekliyor.
- İyi o zaman, sen aşağı in bahçeye al. Çardağın altında otursun beklesin, ben yavaş yavaş ineyim.
- Baba aşağı mı ineceksin?
- Yavaş yavaş inerim ben. Bir şey olmaz, yavaş yavaş inerim. Sen bahçeye al beklesin beni. Bakalım kimmiş?
Reyhan kapıyı açarak:
- İçeri buyrun, babam biraz rahatsız da... Birazdan gelir, diyerek genci bahçeye aldı. Eliyle alt kattaki çardağın gölgesindeki masayı işaret ederek: Siz şöyle buyurun, babam birazdan iner, diyerek hızla merdivenlerden üst kata çıktı.

Nebi hocayı görür görmez genç saygıyla ayağa fırladı. Efsanevi hocasının aksak ve yavaş gelişini inanamayan gözlerle süzdü. Hocası daha masaya gelmeden koştu elini öptü. Nebi hoca: '' Hoş geldiniz! '' dediği andan yerine oturuncaya kadar gelen öğrencisini hatırlamaya çalıştı. Gözü ısırıyordu ancak çıkaramıyordu. Öğencisi:
- Hoş bulduk hocam, geçmiş olsun, ayağınıza ne oldu hocam? diye sordu.
- Varisler işte, iltihap yapmış... Evlat sen bana hiç yabancı gelmiyorsun. ben seni tanıyorum da adını çıkaramadım şu an'
- Hocam biraz düşünseniz hemen hatırlarsınız! Öğrencisinin ses tonu Nebi hocanın hatırlamasına yetmişti:
- Alekin! sen ha... Nasıl unuturum seni? O boğmaca matı hâlâ aklımda, Nasıl tuzağa düşürmüştün beni, unutur muyum?
- Hocam siz de beni az mı yenmemiştiniz hani...
- Bazı oyunları bana saygınızdan bilerek kaybettiğinizi düşünüyorum. Oyun sonunda o kadar başarısız olamazdınız. Sizden bahsedelim biraz, hangi rüzgar attı bu yana? Reyhan öğretmen olduğunuzu söyledi.
- Tayinim buraya orta okula çıktı. Bir hafta önce geldim.
- Bir hafta önce mi geldiniz, niçin daha önce uğramadınız bana?
- Ev aradım.
- Buldunuz mu peki?
- Pınarhisar yolu üzerinde tek katlı bahçeli bir ev buldum.
- Hayırlısı olsun, iyi olmuş.

Reyhan, babasının yanına gelip boş bir sandalye çekerek:
- Baba, ayağını şöyle uzatsan daha iyi olmaz mı, dedi aşağı sarkıtmasan...
Nebi hoca ağrıyan bacağını boş sandalyenin üzerine uzatırken gülümseyerek, kendisine yardım eden kızına döndü:
- Reyhan, ben lisedeyken bu Fermani'nin adını Alekin koymuştum. Satrançta atak oyunun bir dehasıydı bu genç. Hep Alekin diye çağırdım, Beni satrançta yendiği günden sonra, öğretmenleri ve arkadaşları da onu hep ''Alekin'' diye çağırırlardı, dedi.

Alexander Alekhine, ekim devriminden sonra Paris'e yerleşmiş, iki kez dünya şampiyonluğuna ulaşmış, Rus asıllı satranç oyuncusuydu. Dünya şampiyonluğunu ilk kazandığı bin dokuz yüz yirmi yedi yılının öncesinden de, atak oyunun gelmiş geçmiş en büyük dehası olarak biliniyordu.

Reyhan, ''körleme'' denilen gözü kapalı oynanan satranç oyunlarında Alekin'in başarısını, babasından defalarca dinlemişti. Babasının, Fermani'yi Alekin'e benzetmesini çok büyük bir iltifat olarak görüyordu. Babasını satrançta Lüleburgaz'da yenebilen kimse çıkmamıştı. Ancak annesinin vefatından sonra babası satranç taşlarına el süremez olmuştu.

Nebi hoca kızına:
- Reyhan, sen bizim şu emektar figürleri bir getir de Alekin'le bir el oynayalım bakalım. deyince kızı şaşkınlıkla:
- Satranç mı... Baba hemen şimdi mi getireyim? diye sordu.
- Getir kızım, dedi Nebi hoca. Sen bize birer kahve hazırlayıncaya kadar biz bir el oynarız.

Fermani, saygısından hocasına beyaz figürleri verdi. On yıl aradan sonra ilk kez eli satranç taşlarına değen Nebi hoca şah piyonunu iki sürerek açılışı yaptı. Fermani'nin cevap olarak şah atını çıkması üzerine nebi hoca:
- Alekin savunması ha! diyerek piyonunu bir kare daha ileri sürdü. Fermani atını vezir kanadına aktararak, beyaz figürlerden sonra hamle üstünlüğünü de hocasına verse de oyunu nasıl kazanacağını çok iyi biliyordu!

Siyahların kışkırtıcı hamleleri ile oyun çok hızlı gelişti. Reyhan kahveleri getirdiğinde çift fil fedası ile babasının rokunun yıkılmış olduğunu gördü. Elinde tepsi ile ayakta figürleri incelerken üç hamle sonra babasının mat olacağını gördü. Zihni dağınık olan baba tuzağı hâlâ farkedememiş, taş üstünlüğü ile oyun kazanmanın hesaplarını yapıyordu ancak kurtuluşu olmayan bir kombinezonun varyantındaydı.

Reyhan, boş fincanları aldıktan sonra babasına seslendi:
- Baba suyunu içecek misin?
Oyuna kendisini tamamen kaptırmış olan Nebi hoca suyundan iki yudum alarak:
- Tamam, bardağı alabilirsin kızım diyerek kendi taşlarına bakıp uzun uzun düşündüğü sırada; kızı ile misafirinin göz göze geldiklerinin farkında olamadı!

Fermani, bakışlarındaki endişeyi görünce Reyhan'nın üç hamle sonraki matı gördüğünü anladı. Yenilmek üzere olduğunun farkında olamayan babası için çok üzüleceğini Reyhan'ın zümrüt yeşili gözlerinde okuduğu anda, içinde bir şeylerin erimekte olduğunu hissetti. Endişe ve hüzün bile Reyhan'ın gözlerine o kadar yakışmıştı ki; kızın gözlerindeki büyünün derinliğinde, nasıl olduğunu anlamadan sarhoş oldu! Nebi hocanın eli kaleleri değiştirme hamlesine giderken, aklında tasarladığı son üç hamlenin sırası yer değiştirdi! Babasının hamlesine Fermani'nin yanıtını gören Reyhan, tuttuğu nefesini rahatlıkla vererek üst kata çıkarken babası inisiyatifi ele geçirmiş, mat hamlesi için şahlanmayı bekleyen siyah atı satranç tahtasının dışına çıkarmıştı. Bir kaç hamle sonra da oyunu kazanan Nebi hoca:
- Biliyor musun Alekin, çok zorladın beni dedi. Ne düşündüğünü bir türlü anlayamamıştım, çok güzel bir oyundu.

Satranç partisi bitmiş, Reyhan'ın büyülü gözlerinden gönlüne düşen o güne kadar hiç tatmadığı sevinç, hüzün, mutluk ve endişe karışımı bambaşka bir hissin etkisiyle Fermani hâlâ sarhoştu. Dikkatini darmadağın eden sihirli gözlerin etkisinden kurtulmak için bir an önce uzaklaşmak istediği evden ayrılırken Nebi hocanın:
- Rahatsızlığımdan dolayı bu aralar şehir kulubüne çıkamam. Hocanı unutma Alekin, yine beklerim! ricasına hiçbir cevap veremeden alelâcele el öperek vedalaşıp kendisini dışarı attı.

Büyülü evden ayrılırken gözüne çarpan son şey, hanımeliyle sarılmış bahçe kapısının ışıltılı pirinç tokmağı oldu. Elinin bir daha o tokmağa uzanmayacağını düşünerek içinden: '' Bir daha bu büyülü yere gelmek mi tövbeler olsun! O kızın gözleri beni hasta etti, bir daha görmek mi? Tövbeler olsun, tövbeler! ...'' diyordu.
( Reyhan Kokulu Periler - I. başlıklı yazı İrfan Yılmaz tarafından 2.03.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.