Bugün
1 Nisan benim doğum günüm. Belki birçoğumuzun anlamsız bulduğu ve hiç
umursamadığı… Ya da hiçbir surette kıymete değer bulmadığımız günlerden bir gün
belki… Ama yine de doğum günlerimiz ailemiz, dostlar, eşler ve çocuklarımız
tarafından her zaman hatırlanır ve hatırlanıyor olmanın hoşluğu içinde doğum
günlerimiz şöyle ya da böyle kutlanır… Gösterişli, gösterişsiz pastalar
kesilir, bir solukta yaşımız kadar mumları üfler söndürürüz, alkışlar kopar…
Arkadaşlar, eşler, çocuklar hep güzel dileklerde bulunurlar ve “iyi ki doğdun”
mesajları verirler… Hatta özenle seçilmiş hediyeler bile alınır bazen…
Bu
doğum günümde asıl kutlamayı hak eden ve dört çocuğunun en sonuncusu olarak
beni 1 Nisan şakası yapar gibi çığlık çığlığa doğuran ve sevgilisi olduğum bu
dünyaya getiren o muhteşem kadına doya sıya sarılmak ve o güzel kadını kutlamak,
ellerini, gözlerini, yanaklarını ve o güzel ve o aydınlık yüreğini sevgi ve
saygıyla öpmek, öpmek, öpmek istiyorum… İyi ki beni doğurdun anne… İyi ki en
zor, en çaresiz, en yalnız ve en imkânsız zamanlarda yavrusunu yırtıcı
kuşlardan koruyan bir serçe gibi kanatlarının arasına aldın beni… Ve en olmadık
anlarda bile, çocuklarına ellerini uzattığın ve yaşamın tehlikeli sularında
yüzmeyi öğrettiğin için teşekkür ederim…
Babamın
seni ve bizi uzunca bir dönem bir başımıza bıraktığı ve sevinçlerin ve
mutluluğun çocukluğumuzun semtine hiç uğramadığı o korkunç zamanlarda
çocukların için katlandığın yoksulluklara, yoksunluklara, gözyaşlarına,
yalnızlığına, içine sakladığın acı ve kederlere, sus pus olmuş yüreğine ve
yaşamın dayanılmaz ağırlığına karşı direndiğin ve yaşamın karanlığına inat her
gün üzerimize bir güneş gibi doğarak sıcaklığını, umudunu, gülüşünü ve
sevincini bize armağan ettiğin için teşekkür ederim…
Sen
benim yaşamımdaki en onurlu, en dürüst, en paylaşımcı, en devrimci ve bize inatla
yaşamayı sevdiren ve her şeye rağmen zalimlere karşı boyun eğmemeyi öğreten en
güzel öğretmen, en iyi arkadaş ve acılarını sadece kendinle, sevinçlerini ise
çocuklarınla paylaşan en güzel annesin…
Bir
çiçeği dalından kopartır gibi senin canını çok acıttığımız oldu anne… Ama için
acısa bile çiçeğini kopartan el çocuklarının eli olduğundan her zaman acını
içine bastırarak gülmesini ve dalından koparılmış olsan bile sevgiliye aşkla
sunulan bir çiçek gibi güzelleşmesini, çocuklarının gülen yüzü ve sevinci
olmasını becerdin…
Bizim
de canımız çok yandı anne… Yaşadığımız, yokluk ve yoksulluğa karşı isyan ettik,
özgürlük, eşitlik, adalet ve barış için ölüme, dünyaya meydan okuduk,
devletlere kafa tuttuk… İşkenceler, karakollar, hapishaneler ve ölümlerle
sınandık… Ama sana yaraşır ve yakışır çocuklar olmak için tüm baskılara ve
acılara direndik… Lütfiye’nin ve Muhammet’in çocukları olarak zorba
hükümdarlara karşı hep ezilen halkların ve mazlumların yanında olduk, devletin
zorbalığına, işkencelerine, zindanlarına ve zulmüne teslim olmadık…
Hep
ölümün kıyısında yürüdüğümüz halde bir kez bile olsun bize sitem etmedin ve
devrimciliğimizden kimseye dert yanmadın anne… “bizim devrimci uşaklar” diye
tüm devrimci uşakları en az çocukların kadar sevdin, her zaman bağrına bastın…
Sana ne kadar yaraştık, ne kadar yakıştık bilmiyorum anne… Ama sahip olmamızda
önemli katkıların olan devrimci kimliğimizden, iyiden, doğrudan ve güzelden
yana oluşumuzdan hep gurur duyduğunu biliyorum… Bizde seninle çocukların olarak
hep gurur duyduk anne…
Seni
canından bezdiren haşarı çocukluğumuz ve haylazlıklarımızın ardından senden de
az dayak yemedik be anne… Hele o siyah saplı bıçağın tadı bacaklarımda hala… Ah!
Keşke yeniden çocuk olabilsem anne, keşke yeniden çocuk olabilsem; inan razıyım
siyah saplı bıçağın bacaklarımda bıraktığı acılara ve o incecik sızıya… Ah!
Keşke yeniden çocuk olabilsem anne, keşke yeniden çocuk olabilsem ve kuş tüyü
bir yastık gibi dizlerine başımı yaslayıp uyusam… Ve sen her zaman olduğu gibi
altın sarısı saçlarımı okşasan yine usul usul ve ben şu yorgun bedenimle
deliksiz bir uykuya dalsam… Hiç kurmadığım kadar güzel düşler kursam, hiç
görmediğim kadar güzel rüyalara dalsam… Hiç uyanmasam…
Babamın
uzunca bir dönem yokluğu, yokluğumuz, yoksulluğumuz… Çocuklarının ele avuca
sığmayan asilikleri ve isyanları, çocuklarının her gün ölümle sınanan
devrimcilikleri, polis baskısı, karakollar, sorgular, kaçak yaşamları,
işkenceler ve hapishanelerle yüzleşmeleri, babamın ölümü, birkaç ay öncede
gözleri okyanus kadar derin ve “boncuk” kadar mavi olan oğlunun (boncuk abimin)
beklenmeyen ve annemin yüreğini çok derinden sarsan ölümü… Ah kahrolası acılar,
acılar, acılar… Tanrıya inanan ve dualarında hep Tanrının merhametine sığınan
bir annenin yüreği neden, neden Tanrılar tarafından bu kadar büyük ıstıraplar
ve acılarla sınanır ki? Neden? Neden? Neden?
Az
önce ablamı aradım annemi telefona istedim. Anneme “ onca acı arasında içini en
çok acıtan neydi ?” diye sordum.” Hangisini anlatayım oğul” dedi “ hangisini…
Hepsi o kadar ağırdı ki taşımakta çok zorlandım acıları… Ama meraklı bir
öğrenci gibi yaşamın kendisinden öğrendim acılara sabırla katlanmam ve
gözyaşlarımı kanatarak içime akıtmam gerektiğini… Ve üstesinden gelmesini
bildim yaşadığım tüm acıların… Ama en ağırı kendimi ölüme bunca yakın hissederken
koca bir dağın içime yıkılması gibi ölmesi oldu deniz gözlü oğlumun… Dayanılmaz
bir acı, büyük bir haksızlık bu... Çocuklar annelerinden erken ölmemeli ve
anneler çocuklarının ölümünü görmemeli… Bir anne için en ağır acı evladının
ölümünü ve anılarını taşımaktır yüreğinde… Şimdi iki mavi göz taşıyorum
yüreğimde… Dünya kadar ağır iki mavi göz… Ayaklarımın dermanı hepten kesildi,
yüküm ağır… Sus konuşturma beni…”
Sustum…
Ve anladım ki; Anneler çocuklarından uzun yaşamamalı, çünkü çocuklarının ölümü
binlerce kez öldürüp duruyor anneleri…
İyi ki beni doğurdun anne… Ve iyi ki sevgilisi olduğum bu dünyaya armağan ettin
beni…
Gülüşüne, sesine, sabrına, merhametine, yüreğine ve aklına kurban olduğum güzel
annem seviyorum seni…
(1 Nisan 2016)