Giriş:

Hayati Sarı yüksek lisans için Kanada’ya gider. Toronto Üniversitesinde eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra uluslararası bir şirkette işe başlar. Şirkette tanıştığı Kanadalı bir bayanla evlenir ve böylece Kanada’ya yerleşir.

Yıllar sonra köyünü ziyarete gelir. Köydeki keyfi krallarda bile yoktur ama bu hal pek uzun sürmez. Bir manzara karşısında perişan olur…

NOT: Zahide adındaki roman çalışmam öyküler olarak yayınlanmaktadır

 

--//--

 

Gürler köyü

Hayati uyandığında kendisini çakı gibi hissediyordu; yorgunluktan hiç bir eser kalmamıştı. Üstelik çok neşeli, keyifliydi ve kus gibi hafifti. Neden bu kadar keyifli olduğunu düşünürken gece gördüğü rüyayı aklına geldi ama neyi veya kimi gördüğünü hatırlayamadı. Biraz zorladı, faydası olmadı. Hatırlayamadığı rüyanın sanki etkisindeydi, keyfinin sebebi sanki görmüş olduğu rüya idi. Hayati, bazen gördüğü güzel bir rüyanın bir kaç gün tesirinden kurtulamazdı. “Daha sonra aklıma gelir!” diyerek yataktan kalktı.  Daralmamış olsa, yataktan kalkmayıp şekerleme yapacaktı ama çok daralmıştı. Mecburen kalktı, üzerini giyip salona geçti.

Salona girdiğinde genç bir kız telefonla meşguldü, birinin odaya girdiğini bile fark etmedi.

 

-Günaydın?

-Amca! Kalktın mı? Günaydın!

 

Hayati, kendisine amca diyen kıza bakıp kaldı.  O kadar şaşırdı ki, ne yapacağını bilemedi. Bir an: “abla! ”diyerek boynuna sarılmak istedi ama karşısında duran kızın ablası olmadığını biliyordu.  Yeğeni sanki Hacer ablasıydı, bir kişi bu kadar mı ablasına benzerdi!

Yeğeni, kendine bakıp kalan amcasına şaşırmıştı. Amcasının kendisini tanıyamamış olabileceğini düşündü.

-Hayati amca, hoş geldin! Nasılsın, iyi misin? Beni tanıyamadın mı yoksa?  Ben yeğenin Fadime!

-Hoş bulduk Fadime, tanımaz olur muyum hiç! İyiyim sen nasılsın? Ne kadar büyümüşsün, maşallah maşallah! Tıpkı Hacer halan gibi olmuşsun, o gitmiş sen gelmişsin sanki! Bir an çok şaşırdım valla.

-Ben de iyiyim amca. Herkes aynısını diyor. Hacer halayı hayal meyal hatırlıyorum. Allah rahmet eylesin, genç yaşta gitmiş.

-Âmin, gencecik yaşta kansere yenik düştü ablam. Neyse, ben lavaboya gideyim, sonra konuşuruz Fadime.

-Tuvalet koridorun sonunda, sol tarafta.

 

Hayati, tuvaletin ala franga olmasına daha sonra her tarafın fayansla kaplı olmasını beklemiyordu, şaşırdı kaldı. Tuvaletten çıktıktan sonra elini lavaboda yıkarken hem sıcak hem de soğuk su vardı. Elini sabunla yıkadıktan yüzünü de soğuk su ile iyice yıkadı. Sonra aynada yüzüne baktı; “bugün tıraş olmasam da olur” diye mırıldandı.  Gözünün altı hafif kararmış gördü; “kesin yolda iyi uyuyamadığındandır, bir iki gün sonra bir şey kalmaz!” Yüzüne dikkatlice bakınca yüzündeki buruşuklukları da fark etti.  “Daha fazla aynaya bakmayım, daha neler görürüm neler!” diyerek hemen elini ve yüzünü silip çıktı.

 

Hayati, salona geri geldiğinde yeğeni mutfaktan kendini kahvaltıya çağırdı. Mutfağa girdi, masa yine donatılmıştı. Masada neler yoktu ki; kızartmalar, börekler, siyah ve yeşil zeytin, beyaz ve tuluk peynir, çörek, poğaça, pekmez, bal, koyun yağı, yumurta, reçel, domates, salatalık, yeşil soğan ve ekşi otu. Çay da demlenmiş, kendisini bekliyordu.

Böylesi zengin kahvaltıya yıllardır değil yurtdışında, Ankara’da kaldığı yıllar bile hasret kalmıştı. Her şey gerçekten doğal ve tazeydi. Büyük şehirlerde köy kahvaltısı diye insanların kandırılmalarından nefret ederdi. Sözde köy kahvaltısının gerçek köy kahvaltısıyla uzaktan bile alakası olmadığı gibi normal bir kahvaltıdan en az iki üç kat pahalıydı.

 

-Abimle yengem neredeler?

-Babam kasabaya gitti,  ahırdaki mallara yem ve ilaç alacak. Annem, ninemin yanında. Ninem çok hasta, annem ve teyzelerim yanında duruyorlar.

-Geçmiş olsun, nesi var ninenin?

-Yaşlılık işte, yerinden bile kalkamıyor. Amca, yurtdışındaki kahvaltılar gibi değildir kusura bakma.

-Amcam, kahvaltının güzelliğini seyrediyorum. İlk önce gözümü sonra da karnımı doyuracağım. Samimi söylüyorum, yurt dışındaki kahvaltıların yanında şu kahvaltı var ya kral ziyafeti. Ben bu kahvaltıya bırak yurt dışında Ankara’da bile hasrettim. Şu bolluğa bak, şu tazeliğe bak, şu doğallığa bak. Masadakilerin belki de hepsi bu köyden, hepsini kendiniz yetiştirip veya hazırlayıp yaptınız. Daha ne olsun ki amcam. Asıl siz kusura kalmayın, yük oluyorum size.

-Estağfurullah amca, ne demek yük oluyorum. Başımızın üzerinde yerin var. Burası senin de evin. Sahi, siz oralarda neyle kahvaltı yaparsınız amca?

-Çoğu insan hafta ortası hiç kahvaltı yapmaz, yapanlarda ya bir dilim peynir ekmek ya da bisküvi ya da bir muz filan yerler. Hepsi o kadar.

-Aa, hiç kahvaltı yapmadan olur mu? Acıkmaz mı onlar? Ben oraları çok zengin bilirdim hâlbuki!

-Fakir değiller ama kahvaltı kültürü gelişmemiş. Üstelik zamanla yarışırlar, herkes sanki koşarak yaşar. Ona da yaşamak denirse tabi ki.

-Amca gözün doyduysa, buyur! Ha, ha, ha! Soğuyunca peki tadı kalmaz bunların.

 

Hayati, ne yiyeceğini şaşırmıştı. En iyisi tuluk peynirli dürüm yemekti. Dünyanın hiç bir yerinde bulamayacağı bir tadı vardı Gürler’in tuluk peynirnin.

 

-Fadime, tuluk peyniriyle dürüm yapacağım da, kuru soğan var mı?

-Olmaz olur mu? Amca halen köylüsün ha, ha, ha!

 

Fadime kuru soğanı ince ince doğrayıp küçük bir tabağa koydu. Dolaptan zeytinyağı da getirdi. Tuluk peynirinin üzerine bir tutam çörek otu attıktan sonra soğan ve zeytinyağıyla karıştırdı.  Çöreği biraz ısıttıktan sonra tuluk peynir ile dürüm yapıp amcasına verdi.

Hayati ömründe bu kadar leziz dürüm yememişti. En kral kebap bu dürüm karşısında aciz kalırdı.

 

-Amca bir dürüm daha yapayım ama karnını dürümle doyurma. Başkalarına da yer kalsın.

-Kız Fadime, biliyor musun seninle evlenecek olan oğlan bence dünyanın en şanslı adamı. Bu kadar anlayışla seninle mutlu olmasında ne yapsın! Bu ara, talibin filan var mı?

-Allah iyiliğini versin amca ya.  Unuttun mu, ben üç aydır nişanlıyım!

-Tabi ya, fotoğraf göndermiştin! Yeğen yaşlandım galiba! Düğün ne zaman?

-Daha konuşmadık, herhalde yılbaşından önce olur. Kemal’in dayısı da Avrupa’da imiş, galiba Almanya. Sen hangi ülkedesin amca?

-Ben Kanada’dayım Fadime, keşke Almanya’da olsaydım. Nişanına filan gelirdim, Almanya uçakla bir kaç saatlik uzaklıkta. Kanada öyle mi, en az 24 saatimi aldı. Üstelik biletler aşırı pahalı.

-Kanada’da mısın? Desene, dünyanın öbür ucu! Dönmeyi düşünüyor musun amca?

-Meryem yengen Kanadalı, biraz zor alışır buralara. Bir tatile getirebilsem, belki fikir değiştirir. Antalya’da çok sayıda yerleşmiş kalmış Alman, Hollandalı filan varmış. Zaten Meryem aslen Hollandalı imiş, orada halen akrabaları varmış ama irtibat kalmamış.

-Amca, okuduğunu, yüksek tahsilli olduğunu bilmiyorum ama ne okudun ne iş yapıyorsun halen bilmiyorum. 

-Amcam ben Ankara’da biyoloji okudum. Beş yıl üniversitede çalıştım. Kanada’da eğitim imkân bulunca oraya gittim. Daha yüksek seviyede tahsil gördüm. Kanada’daki bir şirkette çalışıyorum. Biyoloji dalında yüksek mühendisim. İşim, bitkiler üzerinde araştırma yapmaktır. Mesela ağaçlardan daha fazla nasıl meyve alınır gibi şeyleri araştırıyoruz.

-Mesleğin çok güzelmiş amca. Tam bizim buralara lazım olan bir şey yani, keşke burada çalışabilseydin.  Yengemde mi mühendis?

-Hayır, yengen şirketin avukatı idi. Şirket beni işe aldıktan sonra devletten oturum izni alması gerekiyordu. Benim oturum için uğraşırken tanıştık. Tanıştıktan 6 ay sonra evlendik. Eve yakın bir şirkette çalışıyor şimdi.

-Ya ben yengemin kendini göremedim ama fotoğrafını da göremedim. Telefonunda fotoğrafı var mı?

-Var, sana göndereyim. Numaranı ver.

 

Fadime telefonuna gelen fotoğraflara bakarken Hayati kahvaltıya devam etti. Bir an Toronto’daki hayatı aklına geldi. Saray gibi büyük bir evde yaşıyordu, tüm eşyaları birinci sınıf kalitedeydi. Mesela yatak odası köydeki evin bütünü kadar genişti. Yatağı bel ağrısı olanlar için özel yapılmış ortopedik idi. Yatak odasına bile havalandırma yaptırmıştı.  Buna rağmen sabah kalktığında uykusunu alamamış ve oldukça yorgun olurdu. Sabahları hiç iştahı olmazdı, üstelik olabildiğince vücudunu hantal hissederdi. Sanki sırtında koca çuval varmış gibiydi.  Acele üstünü giyinip arabayla hızla işe giderdi. Evden biraz geç çıksa eğer,  işe yoğun trafikten dolayı çok geç kalırdı. Bir kaç defa geç kaldığından dolayı ihtar almıştı.

Kahvaltı mı? Hafta ortası hiç yapmazdı, araba sürerken bisküvi veya kekle idare ederdi.  Eşi Meryem de kahvaltı nedir bilmezdi.  Meryem disiplinli olduğundan erken kalkabilirdi, işe geç kalma sorunu yoktu. Zaten yeni şirket eve çok yakındı, trafik yoğun olsa bile gerektiğinde yürüyerek bile gidilecek mesafedeydi. Hava güzel olduğunda Meryem sabah spor olsun diye şirkete yürüyerek giderdi.

Sadece hafta sonu kahvaltı yapardı. Uykusunu alıp kalktıktan sonra kahvaltıyı kendisi hazırlardı.  İlk önce hiç üşenmeden 50 km ötedeki bir şehirde bulunan Türk fırına gidip simit, poğaça, börek ve pide alırdı.  Derin dondurucudan sucuk veya pastırma çıkartıp yumurta ile pişirirdi. Ayrıca melemen de yapmayı ihmal etmezdi. Bazen patates, biber, kabak ve bulabilirse patlıcan kızartması yapardı. Bir de Türk çayı demledi mi, kahvaltı yaptığının farkına varırdı.   Kanadalı eşi Meryem’e kalsa: masada yumurta, reçel, peynir, yağ, bal ve çikolatadan başka bir şey olmazdı. Hayatinin özene özene hazırladığı kahvaltıya ise bayılırdı.

 

-Amca, Meryem yengem de çok güzelmiş yani! Zaten güzel olmasaydı kesin evlenmezdin ha ha ha!

 

Hayati Toronto’daki düşüncelerden sıyrılıp tekrar Gürler’e geldi.

Yeğenine cevap vermeden önce, Fadime’nin ne kadar şen ve çok güldüğünü düşündü.  Her şeye kahkaha ata ata gülüyordu. Merhum ablasını düşündü, “acaba ablamda Fadime gibi her şeye güler miydi? “ Pek hatırlayamadı, galiba o pek gülmezdi. Kahkaha attığına hiç şahit olmamıştı. Fadime’nin gülme huyu yengesinden olmalıydı. Ne olursa olsun, yeğenin bu kadar neşeli olmasına sevindi, keşke kendi de bu kadar neşeli olabilseydi.

 

-Çok çirkin olsa yine de evlenirdim amcam. Meryem çok iyi bir insan. İnsanlık olmazsa, güzelliğin hiç bir işe yaramadığını yaşayarak öğrendim.

 

Hayati duygulandı, yıllardır ilk kez isim vermeden de olsa Şebnem’den bahsediyordu. Şebnem ilk eşiydi, 2 yıl evli kalmışlardı. Evliliğin en fazla bir ayını mutlu, mesut olarak yaşayabilmişti. Şebnem hiç bir şeyden hoşnut olmayan biriydi ve sorun sanki başkasındaymış gibi davranıyordu. Kabahat hep başkalarının idi, kendisi her zaman haklıydı.  Evin içindeki dengesizliklerine katlanabiliyordu ama başkalarının yanında küçük düşürmeye çalışması sinirlerini allak bullak ediyordu. Neden başkalarının yanında kendisini terslediğini, azarladığını veya şaka yollu da olsa küçümsediğini sorduğunda hiç bir zaman hatasını kabullenmezdi.  Israrla yanlışlarını savunurdu. Her şeye rağmen bir yuvanın yıkılmaması için çok uğraştı; sorunlar azalmak yerine büyüdükçe büyüyordu. Bir gün sabrının tükenip elinden kaza çıkacağından korkunca, ceketini alıp evi terk etti. Ertesi günü avukat tutup boşanma davası açtırdı. Aradan onca yıl geçti halen Şebnem’in neden kendisiyle evlendiğini anlayamadı.

Üniversiteyi bitirmiş, işe girmiş kendi halinde bir apartmanda yaşayıp gidiyordu. O günler halen evliliği düşünmüyordu. Annesi, babası ve yengeleri: “evlen de evlen!” diye baskı yaptıkça evlilikten kaçıyordu.

Şebnem tam karşısındaki dairede annesiyle beraber kalıyordu. Eski kaynanası bir kaç kez ampul takması için Hayati’den yardım istemişti. Börek yapınca Hayati’ye de gönderirdi. Komşuluk ilişkileri sayesinde Şebnem ile tanışmıştı. İki yıla yakın nişanlılık dönemi yaşamıştı. Bir kaç kez nişan bozulmuştu ama kaynanası her defasında aralarını bulmuştu. Eski kaynanası çok iyi biriydi; tatlı dilli, anlayışlı ve de yapıcıydı. Kızı evlendikten sonra memleketi olan Edirne’ye dönmüştü. Sahi Şebnem neden kendisiyle evlenmişti?  

 

 

-Amca yine daldın ama ilk evliğinden bahsediyorsun, ben anladım. İşin açığı, Şebnem’e hiç içim ısınmamıştı. Çok kibirli, kendini beğenmiş bir hali vardı. Ayrıldığınızı duyduğumda hiç şaşırmadım. 

-Şebnem’in kendini beğendiğinin farkındaydım ama kibrinin hayatımı berbat edebileceğini hiç düşünememiştim. Gülü seven dikenine katlanır diye düşünmüştüm, idare edebilirim sanmıştım. Çok sabrettim ama olmadı. Halen anlamadığım benim evlilik teklifimi neden kabul ettiği, sahi neden benimle evlendi?

-Amca, kusura bakma ama bazen çok safsın valla! Neden olacak sandın, onun gibi kaprisli, sorunlu birine senden başka kim katılabilirdi ki? Başka biri zaten onunla evlenmezdi de, evlense bile bir kaç aya kalmaz kaçar giderdi. Sen yıllarca iyi dayandın valla!

-Hahaha! Haklısın, halen saf biriyim. Sende maşallah cin gibisin, leb denmeden leblebiyi anlıyorsun. Doğru, benim saflığımdan yararlanmak istedi ama saflıkta bir yere kadar. Zaten onun yüzünden Kanada’ya gittim, iyi mi yaptım kötü mü bilemiyorum.

-Sağlık olsun amca, senin kaderinde de Kanada’da yaşamak, Meryem yenge ile evlenmek varmış. Canını sıkma sen.

Sohbet ederken koca demlik çayı içti. Çay içerlerken mutfağa küçük bir çocuk geldi. 10 yaşlarında tombul, çekingen biriydi.  İçeride yabancı birini görünce bir an ne yapacağını bilemedi. Mutfaktan çıkarken:

 

-Rıza! Hayati amcanı tanıyamadın mı? Hadi amcana hoş geldin de bakalım!

 

Hayati, en küçük yeğenini hatırlayamadı. En son gördüğünde 4 yaşlarında cıvıl cıvıl tatlı biriydi.

 

-Sen ne kadar değişmişsin Rıza! Kocaman adam olmuşsun, maşallah maşallah!

-Hoş geldin amca!

-Hoş bulduk amcam, gel yanıma otur. Amca yeğen çay içelim.

-Ben çay içmem ki

-Ne içersin peki?

-Kola

-Tamam, birazdan kahvehaneye gidelim ben sana kola ısmarlayım. Nasılsın, derslerin nasıl? Sınıfı geçtin mi?

-Geçtim

-Çok güzel, büyüyünce ne olacaksın?

-Bilmem!

 

Hayati, küçük yeğeni ile sohbete başladı. Çocuk çok çekingendi, bir türlü açılamıyordu. Fadime sofrayı kaldırırken, Rıza’ya harçlık verdi.  Araba, futbol, müzik, okumak ve benzeri konularda konuşmaya çalıştı ama hiç faydası olmadı. Rıza kısa az ve öz cevap veriyordu.  Arabası olsa, yeğenini bindirip gezdirirdi. Kasabaya gidip pastanede beraber tatlı yemeye giderlerdi. Abisinin arabasını alabilirse, belki bir kaç gün sonra yeğenini gezmeye götürürdü.   Amcasıyla beraber kasabaya gitmek Rıza’nın da kesin çok hoşuna giderdi. Antalya havalından araba kiralamadığına pişman oldu.  Hiç unutamıyordu, galiba 8 veya 9 yaşındaydı. Salih dayısı köye gezmeye gelmişti. Arabasına bindirip kasabada dondurma yemeye götürmüştü. 

Fadime ev işlerine dalmıştı, Rıza ise kendisine gösterdiği aşırı ilgiden galiba rahatsız oluyordu. Biraz dışarı çıkıp köyde gezmek istiyordu.

 

-Amca, dışarı mı gidiyorsun?

-Evet, Fadime, dışarıdan istediğin bir şey var mı?

-Sağ ol amca, yok.

 

Hayati havluya çıktı. Çevreyi seyrediyordu; ahırın ikinci katı yine dikkatini çekti. Ömründe hiç iki katlı ahir görmemişti, aslında duymamıştı bile. Ahıra girip bakmak istedi, üstü batacağından vaz geçti. Abisini görünce sormaya karar verdi.  İlk önce mini bahçeye gitti; küçük boyda elma, erik, kiraz ve kayısı ağaçları vardı. Kiraz mevsimi geçtiğinden ağaçlarda hiç kiraz yoktu. Elmalar halen hamdı ama kayısının tam zamanıydı. Bir kayısı koparıp yedi. Sahi böylesine güzel kayısıyı en son ne zaman yemişti, 10 yıl önce miydi? Pek hatırlayamadı. Kayısı tam damak zevkine uygundu; küçük şeftali iriliğindeydi ve şekerpare gibi çok şekerli değildi.

Bahçeden geçip yeşilliklere geldi; neler yoktu ki? Köy domatesi, biber, salatalık, acur, kelek, patlıcan, kabak ve lahana. Küçücük, taze yani tam anlamıyla çiçeği burnunda, çıtır çıtır bir salatalık kopardı, tam yiyeceği sıra birisinin bağırmasından irkildi.

 

-Yemeee!

 

Karşıya baktığında birisi kendine koşarak geliyordu. Ne kadar sinir varsa beynine sıçradı. Evin çobanı veya marabası küçük bir salatalık yemesine karışıyordu, bu ne cüretti böyle!

 

-Ağam,  avarları daha sabah ilaçladım.  Hastalık varmış, en ağır ilacı kullandım.  Yıkayınca yiyin, yoksa dokanır. Bu ara hoş geldiniz.

-Hoş bulduk!

-Hayati abi sizsiniz galiba. Ağa sizden bahsetmişti. İsterseniz, yemek istediklerinizi toplayın ben yıkarım.

-Evet, Hayati benim. Gerek yok, kendim yıkarım. Bu köyden misin?

-Hayır ağam, ben Kuşçular köyündenim.

-Adın ne senin?

-Hulusi

 

Siniri yatışmıştı. Bahçedeki çeşmeye doğru salatalığı yıkamaya giderken yine iki katlı ahır gözüne battı.

 

-Hulusi, ikinci kat ahırda ne var?

-Ağam orası samanlık. Su deposu da yukarıda. Diğer fazladan ne kadar eşya varsa hepsi yukarıda.

-Su deposu mu, nasıl yani?

-Hayvanların suyu o depoda durur. Kışın çok soğuk olduğunda depodaki suyu ısıtırız. Çok soğuk su hayvanlara zararmış. Ben de pek anlamam. Bazen suya ilaç filan da katarız.

-Arkadaki samanlık ve onun dibindeki çardak ne oldu?

-Oralarda ahır şimdi. Eski ahırda inek yenisinde ise etlik hayvan besleniyor.

-Hım, dün gece burnumun direğini kıracak kadar kötü kokuların nerden geldiği anlaşıldı.

 

Hayati tekrar gelip yeşilliğe daldı; domates, salatalık, kelek ve bir de acur kopardı. Hulusi hemen elinden alıp yıkamaya götürdü. Az sonra küçük bir alüminyum tabağın içinde yıkadığı sebzeleri ve yanında küçük bir bıçak getirdi. Diğer elinde de tuzluk vardı.

 

-Hulusi, çok sağ ol. Gel beraber yiyelim.

-Ağam, benim işim çok, size afiyet şeker olsun.

 

Hayati ne düşüneceğini şaşırdı, az önce sinirlenip bağırıp çağırmayı düşündüğü adama hayran kaldı. Sırf patronunun kardeşi diye, misafir diye, belki de okumuş biri diye ne kadar saygı gösteriyor, ne kadar hürmet ediyordu. “Keşke herkes Hulusi kadar anlayışlı, insanlıktı olabilseydi !” diye düşündü.

Yeşillikleri dilimledi, az da tuzladı, tadını çıkara çıkara bir güzel yedi. Tabağı bıçağı ve tuzluğu nereye koyacağını bilemedi.

 

-Hulusi, tabağını nereye bırakayım?

-Ağam, yanına bırakıver ben sonra alırım.

-Kolay gelsin Hulusi, ben dışarı gezmeye gidiyorum.

 

 

Köye en son geldiğinde diğer abileri ve yeğenleri halen Gürler’de idiler. Birer gün abilerinde kalmıştı; en çok Bekir abisinin evinde rahat etmişti. Bekir abisi evin en büyüğü olduğundan abi değil sanki bir baba gibi davranır. Yengesi Şaziye’de çok iyi davranır. Diğer abileri her şeyi evin en büyüğü olan Bekir’e bırakıp kasabaya göçmüşler. Bekir abisi de olmasa köyde kalacağı aslında kimse yoktu. Amcasının çocukları veya Tosunlar sülalesine mensup çok sayıda aile vardı ama onlarla evlerinde kalacak kadar da samimi değildi. İlkokulu bitirdikten sonra okumak için köyden ayrılmış olduğundan akrabaları ile bağları zayıftı.  

Yavaş yavaş köyün sokaklarında geziyordu. Bir yandan da köyünü düşünüyordu, geçenlerde internet sitesinde köyünü tanıtan yazı aklına geldi:

Gürler, Torosların eteklerinde 4 asır önce Sarıkeçili Yörükler tarafından kurulmuş şirin bir köydür. Köyün az yukarısında dağdan çıkan İncesu ’yun çıkardığı gür sesten dolayı köye Gürler dendiği tahmin edilir. Köyde, Akdeniz iklimi hâkimdir. Her tarafın yeşillik olduğu köy yüksek rakımda olmasından bayağı serindir.  Gürler dağ köyünde fazla işlenebilecek toprak yoktur. Köylüler geçimini hayvancılık, meyve ve sebzecilik veya arıcılıkla sağlarlar.  400 hane bulunan bu büyük köyde Yörükler, Avşarlar ve Çerkezler yaşar. Çoğunluk Yörük’tür, daha sonra Avşar’dır.  Çerkezler ise sadece 15 haneden ibarettir ve köye 70 yıl önce devlet tarafından yerleştirilmişlerdir. Erzurum’daki depremde Çerkez köyü yaşanmaz hale gelince devlet bunları Gürler’e yerleştirmiştir.

Yörükler ağırlıklı olarak büyük baş hayvan beslerler; her evde en az 10 inek bulunur. Kasabadaki mandıra, kullandığı sütü sadece Gürler köyünden alır. Ayrıca, et için de sığır beslenir. Köyde koyun ve keçi de beslenir.  Kurban bayramından önce küçükbaş hayvanların çoğu satılır.

Avşarlar ise kiraz, kayısı, erik, zeytin veya badem yetiştirirler. Meyvelerin yanı sıra domates, biber, patlıcan, kabak, salatalık, yeşil fasulye ve bamya yetiştirilir. Bu köyde yetişen sebzelerin pazara götürülmeleri gerekmez. Gübresiz yetiştirilen sebzeleri, kasabadan hatta şehirden gelip alırlar. Avşarlar en çok kuru bamyadan para kazanırlar.  Çerkezler köye en son geldiklerinden dolayı hayvancılık veya bahçıvanlık yapacak kadar arazileri yoktur. Yörüklerin ahırdaki hayvanlarına bakarlar, koyun veya keçileri güderler veya Avşarların bahçelerinde çalışırlar. Son zamanlarda arıcığa başlamışlardır.

Gürler’de köylüler bir karış toprağı dahi iyi değerlendirirler, herkes evinin önünde sebze veya meyve yetiştirir.  Bu köyde başkasından veya pazardan sebze veya yumurta satın almak çok ayıplanır; herkes en azından kendine yetecek kadar evinin önünde sebze yetiştirir,  kümeste en azından üç beş tavuk bulundurur.  Herkes işinde gücündedir, bu yüzden halk oldukça zengindir. Okumak isteyenler şehre gidip okurlar, kalanlar ise köyde çalışırlar. Her evin önünde en azından birer büyük vasıta vardır.

Yörükler, Avşarlar veya Çerkezler arasında rekabet yoktur, zaten ne Avşarların ne de Çerkezlerin Yörüklerle rekabet etmeye gücü yetmez. Köyün yarıdan fazlası Yörüklerden oluşur.  Üstelik Yörükler ağırbaşlı, geçim ehli, çalışkan insanlardır. Köyde kavga, gürültü, patırtı pek olmaz.  Köylülerin şimdiye kadar hiç mahkemeye yolları düşmemiştir, ufak tefek sorunları köyün muhtarı ve encümen azaları çözerler.

Yörükler, 10 ayrı sülaleden oluşur. Tosunlar sülalesi en kalabalık, en zengin ve en köklü olanıdır. Tosunlardan çok sayıda yüksek tahsilli kişi vardır; doktor, avukat, öğretmen, okul müdürü vesaire. Ticari kabiliyeti olanlar şehirde sayılı esnaf olmuşladır.   Ayrıca, Tosunlar çevre köylülerin de itibar ettikleri, güvendikleri insanlardır.  Bu yüzden köydeki muhtarlar hep Tosunlardan seçilir.

Köyde 4 ayrı Avşar sülalesi vardır. Yörüklerle daha doğrusu Tosunlarla kaynaşmış olan, çok sayıda kız alıp vermiş olanı Metin’lerdir. Zengin bir sülaleyle hısımlıktan dolayı Metin’ler Avşarların içinde en zengin olanlarıdır. Sadece Metinlerden şehre gidip okumuş Avşar vardır; 3 öğretmen, iki polis bir de tapucu vardır.

 

Hayati köy meydanına gelinceye kadar bir kaç küçük çocuk harici kimseyle karşılaşmadı: “herkes işinde gücündedir!” diye düşündü. Karşılaştığı çocukların çoğu kendisine dik dik baktılar. Bir kaçına kimin oğlu olduğunu sordu, çoğunun babasını bile tanıyamadı. Kendisinden çok küçük kişilerin çocuklarıydı bunlar veya köye yeni yerleşmiş kişilerdi.

Köyün ne kadar değiştiğini gördü, evlerin hepsinin çatısı kiremittendi. Üstelik her evin çatısında en az iki çanak anten vardı. Kapılar da hep yenilenmiş, eskisi gibi hiç tahta kapı yoktu. Hepsi büyük demir kapı idi. Bazı evlerin önünde ikişer araba vardı, biri eski model diğeri ise lüks ve büyük arabalardı. Eski model, kesin iş için kullanılıyor diğeri ise özel olmalıydı. Koca köyde bir kaç kerpiç ev vardı, diğerlerinin hepsi betonarmeydi. Betonarme evlerin nerdeyse hepsi de iki veya üç katlıydı. Bu evlerde bulunan eşyalarında ne kadar modernleşmiş olabileceğini dün akşam abisinin evinde görmüştü. Köy, köylükten çıkmış şehir standardındaydı.

Köy meydanına geldi ve kahvehaneye giderken başka bir kahvehanenin de olduğu dikkatini çekti. Eski kahvehane kapalıydı, yenisine gitti. Yeni kahvehanede bir kaç yaşlı oturuyordu. Selam verip yanlarına gitti, hepsi de Avşar’dı.

Avşarlara kendini tanıttı fakat eskiden olduğu gibi pek ilgi göremedi. Hâlbuki eskiden köyün medarı iftiharlarından görüldüğü için çok ilgi görürdü. Hemen çay, kahve veya soğukluk ısmarlanırdı. Kendi ısmarladıklarından katiyen para alınmazdı. Garsona doğru baktı, garson görmezlikten geldi. Gidip çay ısmarlamak istedi, çaycı henüz çayın demlenmediği söyledi.  Kahve veya oralet istedi ama suyun ısınmadığı gibi abuk subuk şeyler duydu. Çok rahatsız oldu, kendisine yapılan tavrın nedenini yaşlılara sormak istedi. Moralini daha fazla bozmak istemedi, bir şey demeden kahvehaneden çıktı.

Meydandaki küçük parkı gördü, burada bir kaç bank vardı. Gidip bankın birine oturdu. Birazdan eski kahvehane açılırdı; o zaman kahvehanede oturup bir şeyler içerdi. Ayrıca, kahvehaneye gelenlerle muhabbet ederdi. Avşarların davranışını düşünmemeye çalışsa da bir türlü aklından atamıyordu. Daha içeri girerken kendisini nasıl süzdükleri, daha sonra sorgularca bakışla: “senin ne işin var burada?” dercesine baktıkları, “hadi artık çık git!” dercesine sergiledikleri tavırlar gözünün önünden geçiyordu. Kalkıp hesap sormamak için kendini zor tutuyordu. Kimseye bir zararı olmamıştı, itici davranışı hak etmemişti. Sahi neden kendisine bu kadar kötü davranılmıştı ki? Bunca uzak yoldan gelip ayağının tozuyla dengesiz insanlarla muhatap olmak istemedi, bir kaç günün tadını çıkarmaya karar verdi. Güneş gözlüğünü takıp güneşlemeye başladı. Hem güneşliyor hem de köydeki eski günlerini hatırlamaya çalışıyordu.

 

-Hoş geldin beyim!

 

O kadar düşüncelere dalmıştı ki, yanına birisinin yaklaştığını bile fark edememişti. Cevap vermeden önce kendisine hoş geldin diyen kişiye baktı. Hemen tanıdı, Tosun Zeki!  Zeki, kendinden bir kaç yaş büyüktü yani akranı sayılırdı.  Yıldızları barışmadığından hiç arkadaş olmamışlardı, hâlbuki Hayati ile aynı sülaleye mensuptu.  Tosun Zeki’nin bayağı yaşlanmış, saçlarının ağarmış olduğunu gördü. Kendine olan fazla güven halen yerli yerindeydi. Az ilerideki çok lüks ve büyük aracı görünce Tosun Zeki’deki havanın nedeni anlaşılmıştı. Havadan çok resmiyetten rahatsız olmuştu.

 

-Hoş bulduk!

-Efendim, nerden geliyorsunuz?

 

Ya dalga geçiyordu ya da tanıyamamıştı. Hayati’nin aklına muziplik yapmak geldi, Zeki’yi bir güzel işletecekti. Az da olsa morali düzelebilirdi belki.

 

-Ankara’dan geldim.

-Ankara’dan mi? Şey, müfettiş misiniz?

-Hayır, müfettiş değilim. Gezmeye geldim.

-Köyümüzü beğendiniz mi?

-Henüz gezmedim, bir fikrim yok.

-Efendim isterseniz ben arabamla köyü gezdirebilirim, şu ileride duran araba benim. Kalacak yeriniz yoksa eğer misafirim olabilirsiniz. Sizi ağırlamak benim için şereftir efendim!

-Köyün muhtarı benimle ilgilenecek, teşekkür ederim.

-Efendim, köyümüze teşrif sebebinizi öğrenebilir miyim?

 

Tosun Zeki, kibarlaştıkça kibarlaşıyordu. Hayati daha fazla dayanamadı, güneş gözlüğünü çıkardı.

 

-Tosun Zeki, çok incelme kopacaksın ha ha ha!

-Hayati! Allah iyiliğini versin! Ha ha ha ha! Bu ses, bu sima tanıdık dedim içimden ama senin olabileceğin hiç aklıma gelmedi. Nasıl da işlettin beni ya! Tekrar hoş geldin, nasılsın iyi misin?

-Tekrar hoş bulduk efendim ha ha ha! Sabah sabah beni güldürdün, ama ilaç gibi geldi.

-Gel bizim kahvehaneye gidelim, bir şeyler içelim. Nasıl kahvaltı filan yaptın mı?

-Zekiiii, bak gücendim şimdi! Abim, yengem, yeğenim beni aç dışarı gönderirler mi hiç?

-Dil alışkanlığı, kusura bakma. Tabi ki göndermezler, ne de olsa Tosunlar sülalesiyiz biz!

 

Kahvehane yeni açılmış, çay demleniyordu. Kapıya yakın bir yerdeki masaya oturdular, muhabbete daldılar. Köyde öleni, kalanı, göçeni, geleni filan sordu. Yaşlılardan bayağı ölen olmuş, hatta akranlarından bile bir kaç kişi ya trafik kazasından ya da hastalıktan ömürlük olmuşlar.  Çok sevdiği arkadaşı, Veli Kamış ’ta ölmüş. Veli’nin çok iyiliğini görmüştü, çok dürüst, düzgün biriydi. Yarın taziyeye gitmeyi teklif etti ama aradan neredeyse 5 yıl geçmiş olduğundan Zeki uygun görmedi. Mezarını ziyaret edecekti.

Köyden abileri harici pek göçen olmamış, sadece Tosun Memed göçmüş. Sebebini sorduğunda Zeki, abisinin neden göçtüğünü anlatmak istemedi. İstememekten ziyade, rahatsız bile oldu. Gürler’e 5 Çerkez ailenin daha yerleştiğini öğrendi.

Kahvenin açıldığını gören yaşlılar geliyorlardı. Kedisini tanıyanda tanımayan da gelip hoş geldin diyordu. Çok geçmeden çevresinde en az 10 kişi vardı. Hangi biriyle konuşacağını şaşırdı.

 

-Hayati, yeğenim Alamanya nasıl iyi mi? Beni de bir götür, göreyim oraları ya!

-Emmi, ben Kanada’dayım.

-Nasıl oradaki hayat, buradan çok çok iyidir kesin! Biz buralarda görüyorsun işte hep sürünüyoruz!

-Emmi, yılanlarla, solucanlar sürünür. Biz insanlar yürürüz hahahaha!

-Hahahaha!

-Şaka bir tarafa, ben köyü az önce biraz gezdim ve gördüm. Köyün durumu çok iyi, halimize şükredelim!

-Siz Almancıların tuzu kuru, dıştan konuşması kolay! Gel de bir de burada yaşa bakalım.

-Ya emmi ne alakası  var Alamanlcılıkla filan! Ahırda mal dolu, evin önünde en az iki araba, çatıda iki çanak anten, betonarme ikişer üçer katlı lüks evde yaşayacaksın sonra kalkmış sürünüyoruz diyeceksin! Pes doğrusu!  Ensen şişmiş gitmiş aynaya bakarken de mi görmüyorsun! Açlıktan mı yani o kalın ense! Üstünde kat kat İngiliz kumaştan dikilmiş elbise var. Ne yani, fakirlikten mi İngiliz kumaşı filan giyiyorsun. Başındaki Demirel kasketinden utan bir ya!

-Almancı, niye kızıyorsun! Çalışıyoruz da ensemiz kalın!

-Ne olmuş çalışıyorsan?  Sana mal mülk gökten mi yağacaktı? Tabi ki çalışacaksın! Yattığı yerden kim zengin olmuş?

-Almanlar! Onlar hiç çalışmazmış, her şeyleri bolmuş!

-Sen Almanya’ya git te bir gör onlar nasıl çalışırlarmış! Bir haftaya kalmaz kaçar gelirsin buraya! Sana kim anlatmışsa Almanya’yı, seni iyi işletmiş! Alamanya muhabbetini kapatalım artık, gerildim!

- Hayati, haklısın dışarıdan Gürler köyünün durumu çok iyi görünüyor. Bizim zengin olduğumuzu zanneden tek sen değilsin, komşu köylerdekiler de hep bizde para pilav zannederler. Köylülerinin malı da var mülkü de var ama hepsi borç batağında. Gırtlağına kadar borçta olmayan kimse yok sayılır.

-Zeki, eskiden kimse kimseden beş kuruş borç istemezdi. Herkes kendi yağında kavrulurdu. O zamanlar insanlar açlıktan mı ölüyorlardı? Size kimse zorla borç filan vermemiştir. Gidip kendiniz aldınız. Ayağınızı yorganınıza göre uzatın, malla mülke yarışmak zorunda mısınız? Ben 6 yıldır memleketime hasretim ama bazı nedenlerden dolayı gelemedim. Kanada’da yüksek lisans yapmış, uluslararası bir şirkette mühendisim ve maaşım da iyi.  Fakat orada yeni bir hayat kurdum, her şeye sıfırdan başladım. Evlendim ve her şeyi yeniden aldım. Bütün bunları kendi imkânlarımla yaptım. Ben bilmez miydim bankadan kredi çekip daha önce gelmesini? Tüm işlerimi yoluna koydum, imkânım olunca da çıktım geldim. Kimseye ağam da demedim paşam da demedim. Başkalarının cebindeki parayla hesap kitap yapılırsa olacağı bu olur, varlık içinde yokluk çekersiniz!

-Arkadaşlar, Hayati doğru söylüyor. Bizim Mollayı alaya alırız, güleriz, eğleniriz, cimri filan da deriz ama adam kimseden beş kuruş almadan yaşar. Kimseye minnet etmez, kimseden kaçınmaz, kimseden çekinmez! Bizim her şeyimiz fazlasıyla var ama bilinmeyen bir numara arasa, korkudan dizimizin bağı çözülür. Bankadan arasalar, kalbimiz duracak gibi olur. Yalan mı?

 

Kahvehane insanların çoğaldığını gören Zeki’nin yüzü güldü. Herkese çay ısmarladı. Ardından ayağa kalkıp konuşmaya başladı.

 

-Arkadaşlar, 6 ay sonra muhtar seçimi olacak. Tosunlardan Mustafa emmi, aday olmayacakmış. Bana: “yeğenim, sen devam et!” dedi. Ben de düşündüm, taşındım, bir daha düşünüp taşındım sonunda kabul ettim. Tosunların adayı benim. Oylarınızı bana verirseniz, pişman olmayacaksınız. Mustafa emmi çok hizmet etti ama ben daha çok işler yapacağım. BAĞ-KUR emeklisi oldum, artık malın mülkün peşinde koşmama gerek kalmadı. Çiftliği büyük oğlana devrettim, işleri o takip ediyor. Zaten bildiğiniz şeyler ama niye anlattım?

Kasabaya, gerekirse şehre gitmeye fazlasıyla vaktim var. Üstelik şehirde okumuş kardeşim, yeğenim, bir de oğlum var, devlet dairelerinde itibarım var yani.

Ne yapacağım, birincisi köyü baştan başta asfaltlı olacak.

İkincisi, köyün ana yollarını ışıklandıracağım.

Üçüncüsü köye büyükçe bir salon yaptıracağım. Vatandaş her türlü kutlamasını yani düğün, nişan, kına, asker uğurlama, toplu ziyafet vesaire orada yapacak.

Diğer bir projem, kasabada yaşayıp ta köye göçme imkânı olan köylülerimi tekrar köye davet edeceğim. Bu sayede nüfus artınca belediyelik için uğraşacağım. Belediye olursak eğer, lisemiz de olur. Çocuklarımız kasabaya okumaya gitmelerine gerek kalmaz.  

Ayrıca, köyden her gün kasabaya minibüs seferleri düzenleyeceğim. Önümüzdeki cumadan sonra geçmişlerimin hayrına yemek ziyafeti var, hepiniz davetlisiniz. Hayati, sen önümüzdeki Cuma köyde misin?

-Bilmiyorum, belki kasabada olurum.

-Köyde olursan mutlaka beklerim. Bu ara seni bulmuşken bir hatıra fotoğrafı çekinelim. Her zaman görüşemiyoruz.  

 

Zeki ilk önce Hayati ile daha sonra toplu olarak fotoğraf çektikten sonra kahveden çıkıp gitti. Hayati, kalan köylüleriyle biraz daha sohbet etti. Bahçeleri, bağları gezmek için müsaade isteyip çıktı.

Hava iyice ısınmıştı ama güneş sanki ilaç gibi geliyordu. Yavaş yavaş bahçelere doğru yürüyordu. Güneşe hasretti, Toronto’da fazla güneş olmaz. Güneş olsa da aşırı rutubetten dolayı hava boğucu olur. Böylesi doğal bir ortam bulması hayli zor, her taraf bina, yol veya başka bir yapıdır. Yeşillik alanları fazlasıyla var ama bunlar doğallıktan çok uzaktır. Üstelik doğup büyüdüğü köye hiç benzemez. Toronto’ya döndükten sonra şehir dışında bulunan bahçe evleri kiralayıp toprakla da vakit geçirmeye karar verdi. Hafta sonları bahçe evinde toprak uğraşmakla topraktan kopmamış olacaktı. Üstelik bahçe evlerinin bulunduğu bölgeler daha sessiz, daha doğal ve havası temizdir. Büyük şehir hayatının sıkıntılarından bunalmıştı; hava kirliydi. Özellikle rüzgârın olmadığı zamanlarda bunu iyi hissedebiliyordu. Nefes almakta bazen zorlanıyordu. Kalabalık ve yoğun hayatta iyice sinirlerini geriyordu. Daha fazla sinir hastası filan olmadan önlem almalıydı.

 

-Hoş geldin! Kayboldun mu?

 

Hayati, kendine seslenilmesiyle derin düşünceleri bırakıp çevresine bakındı. Yaşlı biri kendine bakıyordu. Arkadaşının babası Durmuş amcayı hemen tanıdı. Gözlüğünü çıkarıp Durmuş amcanın elini öpmek istedi.

 

-Hoş bulduk Durmuş amca, elini öpeyim.

-Sen beni tanıdın da, sen kimsin?

-Oğlunun arkadaşı Hayati Sarı

-El öpenlerin çok olsun yeğenim. Oğlumu görmüş gibi oldum, Allah senden razı oldun. Nasılsın iyi misin?

-Sağ ol amca, hamdolsun. Siz de iyisinizdir inşallah?

-Bu günlere de şükür evlat. Sen Ankara’da pek güneş görmüyorsun galiba, benzin çok açık. Hasta mısın yoksa?

-Güneş görmüyorum amca, hep kapalı alanda yaşayınca …

-Gel benim bahçede biraz soluklan, gölgelen. Başına güneş geçmesin, çok kötü olursun.

Duran amcayla az ilerideki bahçeye gittiler. Bahçede küçük bir kulübe vardı, oraya oturdular. Amca ekşi yoğurttan ayran ikram etti. Ayranı içtikten sonra başına güneş geçmesin diye şapka verdi ve bahçeyi gezmeye başladılar. Hayati’nin dikkatini çeken ağaçların hepsi küçüktü, eski o koca koca ağaçlardan hiç yoktu.

 

-Duran amca, nerde o eskiden ki koca koca ağaçlar?

-Yeğen onların hepsini kesip yerine kısa ağaçlar diktik. Bunlar hem verimli hem de bakımı kolay. O kocaman ağaçların her şeyi bir dertti; budaması, ilaçlaması ve mevsimi geldiğinde meyveleri toplaması. Bu küçük ağaçlarda her şey elinin altında sanki. Ama o eski tatlar kalmadı, vesselam!

-Bu yıl hasat nasıl?

-Şükredene çok iyi, nanköre çok kötü. Bu yıl erik yılı,  verim çok iyi. Az ilerideki suda yıka da ye. Az bekle, şu kaysılar da çok güzel.

 

Hayati kaysıları ve erikleri yıkadıktan sonra oturup yedi, midesine bayram yaptırdı.

 

-Selami nasıl amca, köye geldi mi?

-Gelmedi, Selami’nin İstanbul’a tayini çıktı. İki yıldır gelmiyor. Burnumda tutuyor kerata! Annesi varken, iyi kötü geçinip gidiyorduk. Annesi de ölünce, tek başıma kaldım. Kimse kapımı çalmaz.  Ölsem kalsam kimsenin haberi olmayacak! Harmandan sonra belki ben İstanbul’a giderim. Nasıl senin Ankara’da işlerin, iyi mi? Eşin, çocukların da geldiler mi köye?

-Amca, başın sağ olsun. Hiç duymadım. Ben Ankara’da değilim. Yurt dışına gittim, oraya yerleştim. Ankara’daki eşimle boşanmıştım, çocuğumuz yoktu.

-Dostlar sağ olsun evladım. Almanya’da mısın?

-Hayır amca, Kanada’dayım. Bir Kanadalı kadınla ile evlendim, oraya yerleştim. Üç beş yıla bir böyle çıkıp geliriz artık. Orası çok uzak, Almanya’dakiler gibi her yıl gelemiyoruz.

-Eşin Müslüman oldu mu?

-Elhamdülillah Müslüman oldu, yoksa evlenmezdim.

 

Biraz daha havadan sudan sohbet ettikten sonra ırmaktan şu içmek için ayrıldı. Köyün en yüksek tepesine çıkması gerekiyordu ama o buz gibi suyu içmek için yorulmaya değerdi. Bahçelerdeki ilaçlardan dolayı ırmaktaki su kirliydi. Yarım saatlik yürüyüşten sonra İncesu ’yun çıktığı yere gelebildi. Kana kana çelik gibi su içti. Elini, yüzünü yıkadı. Yanında şişe getirmediğine çok pişman oldu. Köyde kaldığı süre, pınar suyu içerdi.

Suyu içtikten sonra bir kayanın üzerine oturup çevreyi seyretmeye başladı. Üful üful esen yeli sigara kullananların duman çektiği gibi içine çekti; ciğerlerine bayram ettirdi. Yel, karşı dağdaki ağaçların ve çiçeklerin kokularını almış buraya getirmişti, nefes aldıkça içi açılıyordu. Havadaki güzel kokular hiç bir esansta yoktu. İmkân olsa da şişeyle su satıldığı gibi büyükçe tüplerde böylesine güzel hava da satılsaydı. Kesin bu tüplerden alır günde bir kaç saatliğine de olsa keyif çatmak için teneffüs ederdi. Aslında güzel bir fikirdi, neden olmasındı? Kanada’ya dönünce teknik üniversitede okumuş arkadaşlarına bu fikri açacaktı.  Hem hava olabildiğince temizdi; şehirlerdeki o pis havayı teneffüs etmekten iyice gına gelmişti.

Yıllar sonra geldiğine kesin değmişti; sanki çocukluğuna geri gitmişti. Ne iş derdi vardı, ne aş derdi ne de başka bir dert. Uzun uzun çocukluk yıllarını düşündü, bazen şehre okuyama gittiğine o kadar pişman oluyordu ki. Köyde kalsaydı belki buraların kıymetini hiç fark edemeyecekti. Her hâlükârda Gürler’e artık üç beş yılda bir gelebilecekti. Meryem ile çocukları olunca belki üç beş yılda bir defa bile gelemeyecekti. Küçücük bir çocukla 24 saatlik meşakkatli bir yolculuğu göze alamıyordu.

 

( Zahide - Gürler Köyü başlıklı yazı hotamisli tarafından 1.07.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.