Giriş:
Hayati Sarı yüksek lisans
için Kanada’ya gider. Toronto Üniversitesinde eğitimini başarıyla tamamladıktan
sonra uluslararası bir şirkette işe başlar. Şirkette tanıştığı Kanadalı bir
bayanla evlenir ve böylece Kanada’ya yerleşir.
Yıllar sonra köyünü
ziyarete gelir. Köydeki keyfi krallarda bile yoktur ama bu hal pek uzun sürmez.
Bir manzara karşısında perişan olur…
NOT: Zahide adindaki roman çalışmam öyküler olarak yayınlanmaktadır
Gariban mezarı
İleride daha az gelebileceği
aklına gelince, hüzünlendi. Oturduğu yerden kalkıp aşağı doğru yürümeye başladı.
Karnı bayağı acıkmıştı; eve varınca yemek derdi yoktu. Dün akşamdan ve
kahvaltıdan çok yemek artmıştı. Evde kimse yoksa canının istediğini ısıtıp
yiyebilirdi. Köy mezarlığı yolunun
üzerinde değildi, uzakta olmasına rağmen dikkatini çekti. Hâlbuki eskiden bu
yoldan giderken, dikkatlice bakmadıkça mezarlık fark edilmezdi. Dikkatini çeken
köy mezarlığındaki koca koca mermerden yapılmış mezar taşlarıydı. Mezar değil sanki
birer türbeydi. Eve gitmekten vaz geçti, mezara doğru yürüdü. Annesinin, babasının,
ablasının ve arkadaşının kabirlerini ziyaret edecekti.
Yarım saate yakın
yürüdükten sonra mezara geldi; eski mezarlıktan sadece havlu kalmış. Geri kalan
kısmı tamamen değişmiş. Mezarlık büyük büyük adalara ayrılmış. Adalar
arasındaki yollara ise taş döşenmiş. Her adada bir çeşme vardı ve çeşmenin
yanında mezarları sulamak için şişe konmuş. Mezarlığın ortasına küçük bir
taziye binası yapılmış ve bu binanın çevresine beyaz ve kırmızı renkli güller
ekilmiş. Taziye binasına girmeden önce mezarlığı seyretti; mezarlık değil sanki
çiçek bahçesiydi. Her mezarlığın başında rengârenk çiçek vardı, yolların
kenarında ise kısa kısa ağaçlar dikilmiş. Mezarların neredeyse hepsi
mermerdendi. Köylüleri araba, ev yanı sıra mermer mezar yarısına da girmişler
sanki. Eski mezar taşları da yıkılıp yerlerine mermer dikilmiş.
Taziye binasına girdi.
Genişçe bir salonda plastik masalar ve plastik sandalyeler vardı. Ayrıca,
bayanlar ve erkekler için iki ayrı mescit yeri ayrılmış. Duvardaki bir panoya,
mezarlığın haritası asılmış. Bu haritadan arkadaşının mezarlığını buldu.
Mescidin şadırvanında abdest aldı. Mescitten Yasin’i Şerif okumak için kitapçık
alıp çıktı.
Sarılar aile mezarlığına
geldi; annesinin ve babasının da mezarlarının mermerden yapılmış olduğunu
gördü. Uzun uzun mezarlara baktı. Daha fazla gözyaşlarına hâkim olamadı. Hem
ağladı hem de Yasin’i şerif okudu. Bol bol dua etti. Ne annesi ne de babası
öldüğünde yanlarında bulunabilmişti. Anca cenaze namazına yetişip
defnedilmelerine şahit olabilmişti. Ne vedalaşabilmiş, ne helalleşebilmiş ne de
soğuk yüzlerini görebilmişti. Gerçi Bekir abisi kendi adına helallik istemiş,
annesi de babası da hakkını helal etmişti.
Çok defa annesini ve babasını rüyasında görmüştü. Onları hep iyi görmüş,
içi ferahlamıştı. Ablasının mezarına da gitti, iyice hüzünlendi. Ablası genç
yaşta kansere yakalanmış, bir kaç yıl hastalıktan sonra vefat etmişti.
Hastalanmadan önce sözlenmişti, evleneceğinden dolayı çok mutluydu. Hep evine
çeyizle meşguldü. Mutluluğu, heyecanı
sadece bir kaç ay sürmüştü, hasta olduğu öğrenilince sözlüsü vaz geçip çok
geçmeden başka bir kızla evlenmişti. Hâlbuki ablası o oğlanı deliler gibi
seviyordu, babası evliliğe karşı çıkmasına rağmen yalvar yakar babasını ikna
edebilmişti.
Ablası sözlüsünün hemen
cayıp acele evlenmesi karşısında yıkılmıştı adeta. Hastalıkla mücadeleden vaz
geçmişti.
Ablasının mezarı başından
zorlukla kalkabildi. Arkadaşını mezarına doğru giderken bakımsız bir mezarlık
dikkatini çekti. Sadece mezar taşı vardı, diğerleri gibi mezarın kenarları
mermer ile yapılmamış. Taşa bakılırsa, çok eski bir mezar da değildi, belli ki
gariban mezarıydı. Sahi sülalesinde bu kadar gariban var mıydı, kimdi bu
gariban? Aile mezarlığında olduğunda göre kesin akrabası olmalıydı. Mezar taşı
okumanın iyi olmadığını biliyordu ama yine de merakını gidermek için okudu:
Zahide Sarı….
Mezar taşını okuyunca çok
kötü oldu, dizinin bağı çözüldü. Oturup kaldı. Ne yapacağını, ne düşüneceğini
bilemedi. Otururken son gece gördüğü rüyayı hatırladı, Çolak Zahide’yi
görmüştü.
Rüyasında Zahide 7 veya 8
yaşlarındaydı, henüz kolu kırık değildi. Yaz günü evinin önünde kız
arkadaşlarıyla ip sekiyordu. Kendisi oynayan kızlara bakarak oradan gidiyordu.
Zahide ip sektikten sonra kendisini gördü, hafif gülümsedi. “Hayati abi, hadi
sen de ip sek!” diye çağırdı. “Abim, oğlanlar ip sekmez ki” deyince diğer
kızlarla beraber güldü.
Hayati rüyayı iyice
hatırlamaya çalıştı. Zahide sarı saçlı, mavi gözlü, diğer kızlardan hafif uzun
boyluydu. Üzerinde uzun kırmızı bir fistan vardı. Fistan galiba çiçek desenliydi.
Zahide, gerçek hayattayken
de sarı saçlı, mavi gözlü, hafif uzunca bir kızdı. Sokakta kızlarla oynadığını pek
hatırlamıyordu. Köyde ilkokuldayken teneffüslerde görürdü. Hayati beşinci
sınıfta iken, Zahide galiba ikinci sınıftaydı. Daha sonraları zaten Hayati
şehre okumaya gitmiş, sadece okul tatillerinde köye geldiğinde ara sıra
görürdü. Bakkaldan bir şey almaya gidip gelirken veya düğünlerde, bayramlarda
görebilirdi. Zahide büyüdükçe daha da güzelleşen biriydi. Galiba 9 yaşında kolu
kırılmış, çolak kalmıştı. Hayati onu çolak haliyle de çok severdi.
Kenan abisinin düğün
davetiyesini vermek için Tosun Memed’in evine gittiğinde kapıyı Zahide açmıştı.
Hayati, Zahide’ye hal hatır sormuştu; Zahide
utancından cevap verememiş sadece gülümseyebilmişti. Davetiyeyi alırken ise yüzü kızarmıştı. Halen
neden yüzünün kızardığını anlamamıştı ama o anda Zahide’ye içi ısınmıştı. İki
hafta sonra abisinin düğününde ise Zahide’yi giyinmiş, kuşanmış ve süslenmiş
görünce çarpılmıştı. Daha sonra
Zahide’ye olan ilgisi aşktan ziyade acıma hissindendi; evde annesi tarafından
hor ve hakir görüldüğünü defalarca duymuştu. Zahide güzelliğinin yanı sıra
uzaktan gördüğü kadar olabildiğince mütevazı, ağır başlı, utangaç ve masumdu
biriydi. Bakışıyla insana güven ve değer
verendi, bakışıyla insanın içini ferahlatırdı.
Çolak kalması sanki kendi suçuymuş gibi hep mahcup bir hali vardı.
Üniversiteyi bitirdiğinde
çolak olmasına aldırış etmeden evlenmek istemiş ama annesi şiddetle karşı
çıkmıştı. “Ne yapacaksın elin çolak, salak, saf kızını! Kendisine hayrı yok,
hizmetçisi mi olacaksın!” diye kestirip atmıştı. Bir kaç kez annesine yalvarıp yakarmayı
denemiş, araya Şaziye yengesini sokmuştu ama annesinin bir kere inadı tutmuştu.
Annesini ikna etmeden babasına konuyu açmak zaten olabildiğince gereksizdi. Zahide’nin
çolak olduğunu biliyordu ama Ankara’da doktorlarla görüşmüş, konu hakkında
yeterince bilgi almıştı. Edindiği bilgilere göre iyi bir ameliyat ve fizik
tedavisi sonucu kolu yüzde 90 iyileşebilecekti. En büyük sıkıntı, ağır şeyler kaldıramayacaktı.
Zaten Zahide hamallık yapacak değildi veya inşaatta da çalışmayacaktı. Doktorların anlattıklarına göre ev işlerini
rahatlıkla yapabilecek kadar kolu iyileşecekti. Gerekirse yardım edecekti.
Zaten üniversite bitirmişti, iyi bir iş bulunca eve hizmetçi de tutacaktı.
Daha sonraki yıllar
annesinin istediği kızların hiç birinin yüzlerine bile bakmadı; “benim
istediğim olmuyorsa, sizin istediğiniz de olmasın!” diye inat etti.
Kanada’ya gitmeden önce
köyünü ziyarete geldiğinde uzaktan Zahide’yi görmüştü. Çok değişmişti; olabildiğince bakımsız, zayıf, insanlardan
kaçan, insanlardan korkan biriydi. Çok genç yaşta dünyadan göçüp gidebileceği
aklının ucundan bile geçmemişti.
Hayati, düşüncelerden
sıyrılıp zorlukla kendini toparladı. Mezardaki otları yolup attı. Taziye evinin
yanındaki bahçeden üç beş fidan gül koparıp getirdi, Zahide’nin mezarı başına
dikti. Sonra çeşmeye gidip bulabildiği bütün şişelere su doldurup getirdi.
Gözyaşları da mezarın kuraklıktan çatlamış toprağını suladı. Oturup bir Yasin’i
Şerif daha okudu. Zahide’nin mezarından ayrıldıktan sonra arkadaşının mezarını
ziyaret etmeyi unuttu, hızlıca eve gitti. Zahide’nin başına gelenleri hemen
öğrenmek istiyordu.
Güneş gözlüğünü takip hızlı
adımlarla abisinin evine gitti. Eve geldiğinde ikindi ezanı okunuyordu. Havuda
marabadan başka kimse yoktu. Selam verip içeri girdi.
Abisi hem yere seccade
sererken kardeşinin yüzüne dikkatlice baktı.
-Oğlum bu halin ne senin?
Ağlamaktan gözlerin şişmiş?
-Abi, namazını kıldıktan
sonra konuşuruz. Benim yüzümden namazını geciktirme. Namazdan sonra bana da dua
et, çok ihtiyacım var.
-Tamam, hemen kılıp
geliyorum.
Abisi namaz kılmak için
yan odaya geçti. Bu ara Fadime içeri girdi.
-Amca, Kanada’ya gittin
sandım! Sabahtan beri köyde gezmediğine göre kasabaya mı gittin? A a, ne olmuş
sana böyle? Gözlerin ağlamaktan şişmiş?
-Korkulacak bir şey yok
Fadime. Annemin, babamın, ablamın mezarını ziyarete gittim, çok duygulandım.
-Ara sıra biz de gideriz
ama hiç ağlamaktan gözlerimiz şişmez? Çay veya kahve yapayım mı? İyi gelir!
-Çay dedin de aklıma
geldi, baban namazını kılsın gelsin hep beraber içeriz.
Fadime çay koymak için
mutfağa geçti. Hayati koltukta: “nerden nereye?” diye düşünmeye başladı. Daha
dün heyecanla memleket yolcusuyken bugün mezarda ağlamaktan gözü şişmiş bir
vaziyetteydi. Annesine, babasına, ablasına ama en çok Zahide’ye üzülmüştü. Sahi
Zahide neden ölmüştü? Üstelik neden mezarı o kadar bakımsızdı? Tosun Memed abisi çok zengin biriydi,
haddinden fazla parası pulu olan biriydi. Daha sabah Tosun Zeki’yi görmüştü,
bindiği büyük arabayla hava atıyordu. Üstelik muhtar adayı idi. Mezara çiçek ekmek
veya başucuna bir fidan dikmek çok mu zordu? Haftada veya ayda bir ziyaret edip
mezarı canlı tutmak da hiç zor değildi. Genç bir kızın mezarını bu kadar ihmal
edecek insanlar muhtar olsa ne olmasa ne olurdu? Bu işin içinde kesin işler
vardı, mutlaka öğrenmeliydi. Abisinin içeri girdiğini fark edemedi.
-Hayatı, gözlerin şiştiği
yetmemiş gibi çok uzaklardasın. İçeri girdiğimi bile fark edemedin. Hayırdır,
neyin var?
-Abi Allah kabul etsin.
-Âmin.
-Abi, mezara gittim. Annemi, babamı, ablamı ziyaret
ettim. Çok üzüldüm.
-Biz de ziyaret ediyoruz,
üzülüyoruz ama senin gibi perişan olmuyoruz?
-Abi, ben üzgündüm ama
Zahide’nin mezarını görünce perişan oldum. Hayattayken garibandı ama mezarı da
gariban. Bakımsız, ne çiçek ekilmiş ne de bir fidan. Otlar almış başını gitmiş.
Toprak susuzluktan çatlamış. Sanki
anasız, babasız kimsesiz birinin mezarı gibi. Sahi Zahide’ye ne oldu, mezarı
neden bu kadar bakımsız?
Hayati, yine çok duygulandı. Gözyaşlarına hâkim
olamayıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bekir yanına gelip sırtını sıvazladı.
Hayati abisine sarıldı, abisine değil sanki babasına sarılmış gibi oldu.
Kardeşinin ağlamasına dayanamayan Bekir’de ağlamaya başladı.
Fadime içeri girdiğinde
şaşırdı kaldı, babası ve amcası sarılmışlar hüngür ağlaşıyorlardı.
-Baba! Amca! Neler oluyor?
Neden ağlıyorsunuz? Bilmediğim bir şey mi var yoksa?
-Yok kızım, senden bir şey
saklamıyoruz. Amcanı teselli ederken ben de dayanamadım işte.
-Amca, neden bu kadar
üzgünsün? Kötü bir şey mi var?
Hayati, kendisini zor
toparladı. Masada duran sürahiden bir bardak su içtikten sonra güçlükle
konuşabildi.
-Zahide’nin bakımsız,
gariban mezarı bana çok dokundu. Abi, Zahide’ye ne oldu, niye öldü? Tosunlar
mezara neden sahip çıkmıyorlar? Neden anlatmıyorsun?
-Hayati, anlatacağım. İlk
önce çay içelim. Bu ara karnın açsa bir şeyler ye.
-İştahım yok ama çay
iyi gelir. Bu ara köyü gezdim, ne kadar zenginleşmiş insanlar böyle. Evler
yenilenmiş, ikişer üçer katlı olmuş, her evin önünde en az bir araba.
Arabalarda maşallah, koca koca iyi ve lüks şeyler. Köyün zenginleştiği mezara
bile yansımış, tüm mezarlar mermerden. Kahvede biraz sohbet ettik, kimse haline
şükretmiyor! Bu ara Avşarların kahvehaneye girdim, adamların kolumdan tutup kovmadıkları
kaldı! Nedir Avşarların bana olan tavrı? Ben yokken baya bir şeyler olmuş bu
köyde ama benimle ne alakası var?
-Çay içelim hepsini izah
edeyim, sabırsızlanma.
Fadime, çayları getirdi.
Bir tabakta amcasına iki dürüm de yapmış.
-Amca, sabahtan beri bir
şey yemedin galiba. En çok sevdiğin dürümü yaptım, iştahın olmasa bile kesin acıkmışındır.
Hayatı dürümleri iştahla
yedi, az da olsa keyfi yerine geldi.
-Abi, bugün sabah
Fadime’nin kendine de dedim: evleneceği oğlan dünyanın en şanslı insanı.
Maşallah, ne kadar anlayışlı bu kadar. Çok iyi evlat yetiştirmişsiniz valla.
Herkes sizin gibi evladını iyi yetiştirebilseydi.
-Fadimem bir tanedir
benim, evin küçük kızı ama herkesten daha çok anlayışlıdır. O gidince ne
yapacaz bilmem. İnşallah kocası bize sık sık gelmesine kızmaz. Fadime’nin iyi
yetişmesi, yengenin iyiliğindendir.
Bilirsin, kızı annesi yetiştirir babası
değil.
Çay muhabbetinde yengesi
de geldi.
-Yengem, bu halin ne senin
böyle?
-Yenge, Zahide’nin
mezarını gördüm.
-Anladım...
-Abim çaydan sonra olup
bitenleri anlatacak. Vaktin varsa sende yanımızda dur. Senin anlatacaklarında
vardır mutlaka.
-Olur, ama akşam yemeğinden
sonra anlatsak? Şimdi biraz işlerim var.
-Tamam, ben de bu ara
biraz uzanayım.
Akşam yemeğinden sonra
abisi, yengesi ve Fadime Zahide’nin başına gelenleri uzun uzun anlatmaya
başladılar.