- Amca, bana bir çimen ekmek verir
misin?
Yaşar efendi kalın ve gür sesli birinin kendisinden küçük çocuk gibi bir
şey istemesine ilk kez şahit oluyordu. Gazetede
okuduğu haber zaten kafasını karıştırmıştı; bir anda duyduguna anlam veremedi.
Okumayı bırakıp gözlüğünün altından bakarak kendisinden çimen ekmek isteyeni süzdü.
Karşısında 25 - 30 yaşlarında, orta boyda, ince, bakımlı, yaz mevsimine göre çok koyu elbiseler giymiş
gözlüklü ve esmer bir genç duruyordu. Şaşkınlığından sadece: “efendim? diyebildi.
- Amca, bir çimen ekmek istemiştim.
Yaşar efendi, gencin yüz ifadesine iyice baktı, kaşları hafif çatık, hatta asık suratlı
denebilecek kadar yüzü gergindi. Kendisini
alaya alır bir hali yoktu veya kendisiyle dalga geçmeye çalışan biri de değildi.
Karşısında duran gencin akli dengesinin yerinde olup olmadığından anlamaya
çalışyordu...
- Amca, neden bu kadar şaşırdınız, sizden yanlış bir şey mi istedim acaba?
Yaşar efendi şaşırdığı yetmiyormuş gibi üstelik mahcup da oldu; kendisi için
veli nimet olan biri yani müşteri hakkında kötü düşünürken, genç ise
olabildiğince ciddi ve de nazikti. Bakkal kendini toparlamaya çalıştı.
- Hayır evladım, benden yanlış bir şey istemedin. Yıllardır kimse gelip benden
çimen ekmek istemediği için şaşırdım. Sahi, burada çimen ekmek satılabileceğini
nerden biliyorsun?
- Ben yıllar önce karşıdaki Şafak ilkokulunda okudum. Çocuklar teneffüste gelir senden ekmek alırlardı.
Bir defasında dayım da bana almıştı….
- Kaç yıl Almanya’da kaldın evladım?
- Avustralya’da idim…18 yıl önce gitmiştim.
- Avustralya haa?! Daha önce hiç gelmedin mi yani?
- Hayır, hiç gelemedim… Daha üç gün önce geldim; belediye de resmi işlerim
var. Yoldan geçerken senin dükkânı görünce hemen geldim.
- Evladım, 18 yıl sonra ayağının tozuyla bakkalıma gelmen beni çok
sevindirdi. Bunca sene sonra gelip çimen ekmek isteyişinin bir sebebi olmalı?
- Dedim ya, belediye de işim var…
- Geldiğin yerde resmi daireler kaçta açılır bilmem ama bizim burada mesai
saat 9 başlar. Sen erken yola çıkmışsın. Hem saat 9’da varsan da, memurlar uyku
sersemliğiyle vatandaşa yardımcı olmazlar. Hele senin gibi yurt dışından gelen
birini, bir bahane bulup, başından savarlar. Bak ne diyecegim, az önce çay
demledim. Evden kendime iki çeyrek çimen ekmek getirdim. Çimen ekmeklerle,
zeytinle, peynirle şöyle bir güzel kahvaltı yapalım. Bu ara muhabbet ederiz, ne
dersin?
-Tamam amca, hatırını kırmayım. Tanışalım, benim adım Bekir.
-Menmun oldum evladım, ben bakkal Yaşar.
Yaşar efendi, dükkânın arkasındaki küçük odaya geçti. Masaya sofra bezi serip bunun üzerine evden
getirdigi ekmekleri koydu. Çayı bardaklara koyduktan sonra vitrinden zeytin, peynir,
sucuk ve reçel getirdi ve Bekir’i içeri çağırdı. Kahvaltıda Bekir’in çok durgun
olduğunun farkına vardı. Hatta çimen ekmeği bile o kadar iştahsız yiyordu ki,
bir anlam veremedi. Onca yıl sonra istediği bir şeyi yediği halde, yutmakta
zorlanıyordu sanki. Bugünkü ekmeğin tadı belki eskisi gibi değil ama neyin tadı
kaldı ki? Gerçi ikram ettiği ekmek de böyle iştahsız, isteksiz yenecek kadar da
kötü olamazdı.
- Bekir, sen kahvaltını yapmış mıydın?
-Hayır Yaşar amca.
-Çok yavaş yiyorsun, yoksa kahvaltılıkları mı beğenmedin?
- Olur mu öyle şey! Avustralya’da da kahvaltı yaptığım gıdalar bunlar, iştahım
yok…
Yaşar efendi iştahla kahvaltısını yaparken pek belli etmeden Bekir’in
halini gözetliyordu. Bekir, durgun olduğu kadar da dalgındı… Uzaklara dalmış, üzgün
bir hali vardı. Bu genç yaşta sanki dert küpüydü. Bekir, süzüldüğünü fark etti.
- Yaşar amca, halen neden bunca yıl
sonra gelip senden çimen ekmek istediğimi merak ediyorsun galiba?
- Evet evladım, anlatırsan dinlerim.
-Amca, ağzımın tadı yerindeyken yediğim son şey çimen ekmekti, bu yüzden çimen
ekmek benim için iştah demek, tad demek, lezzet demek…. Daha sonra ne yediysem,
ne içtiysem hiç bir zaman doğru dürüst tad alamadım.
- Farkındayım çok dertli birine benziyorsun, istersen bana açılabilirsin.
Ben bakkaldan çok bu mahallenin dert babasıyım, nice insanlar gelip benimle
dertleştiler ama kimsenin sırrını ifşa etmedim. Zaten bu yüzden mahalle
dertlilileri bana güvenip sırlarını benimle paylaşırlar.
-Amca ben anlatırım ama derdim çok, başını ağrıtmak istemem.
-Çekinme Bekir, ben alışkınım.
Bekir, biraz düşündü… Gözü doldu ve tane tane anlatmaya başladı.
Kendini bildi bileli babası ağır hastaymış. Annesi hem üç çocuğa hem de hasta
olan kocasına bakarmış. O günlerde doktor muayeneleri ve ilaçlar çok pahalıymış
ve hiç bir yerden yardım alamazlarmış. Gerek baba tarafı gerekse anne tarafı da
yardım etmezlermiş çünkü annesi ile babasının evlenmesine iki tarafta karşı çıkmış.
Annesi evden kaçıp evlenmiş.
Bekir, evin büyük çocuğu olduğundan çok küçük yaşlarda çalışmaya başlamış. İlk
zamanlar, annesi ile beraber işe gidermiş. Daha sonraları kendisi simit,
dondurma veya balıklı şeker satmış.
İlkokul dörtte iken babası vefat etmiş. Babasını kaybettikten sonra daha çok
çalışması gerekmiş çünkü babasının çok borcu varmış. Alacaklılar annesini
tehdit etmişler. Bekir, okul saatleri dışında bir terzinin yanında çalışmaya başlamış.
Terzi de iş olmayınca, yandaki yorgancıda onda da iş olmazsa beş dükkân ötedeki
ayakkabı tamircisinde çalışmış. Çarşıdaki esnaflar, durumlarını bildiklerinden
Bekir’i çalıştırmakla veya biraz fazla haftalık vermekle yardımcı olurlarmış. Bir yıl bu şekilde devam etmişler. 5. sınıfın
son günlerinde Bekir’in dayısı Avustralyadan gelmiş. Kendisini alıp çarşıya götürmüş.
Bekir biraz durakladı, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Yaşar efendi, çayını
tazeledi. Ağlamak isteyenlere çay verdiğinde çok kez insanların sakinleştiğine şahit
olmuştu. Bekir de çay içerken sakinleşti.
- Dayım beni ilk önce traş ettirdi, yeni elbise ve ayakkabı aldı. Daha
sonra fotoğrafımı çektirdi. Resmi dairelere gittik ve formlar doldurttu. Dayım,
asık suratlı biridir, sormaya cesaret edemiyordum ama neler olduğunu merak
ediyordum. Bütün cesaretimi toplayıp sordum. “Sonra anlatırım!” deyip geçiştirdi.
Çarşıdaki işlerimiz bittikten sonra eve geliyorduk. Sigarasını yakamadı, çakmağının
gazı bitmiş. Senin bakkalı gösterip kibrit alabileceğini söyledim. 18 yıl önce buraya geldik, dayım bir kutu
kibrit aldı. Çimen ekmekleri görünce bir çeyrek bana bir çeyrek de kendine aldı.
Ben o kadar iştahla ve hızlı bir şekilde yedim ki; dayım bayağı güldü. Bana
para verdi, bir ekmek daha aldırdı. Biz zaten Ramazan’dan Ramazan’a karnımızı tıka basa doyuruncaya kadar yemek
yerdik. Annemi yanında çalıştıran bir hacı teyze vardı, çevresinden topladığı
fitrelerle bize makarna, bulgur, yağ, un,
şeker, çay vesaire alıp getirirdi. Kurban bayramlarında da bol bol
kelle-paça, ciğer, dalak gibi şeyler yerdik.
Mahalleliler kestikleri kurbanların istenmeyen taraflarını bize getirirlerdi…
Eve geldikten sonra kız kardeşim koşarak yanıma geldi ve dayımın beni yurt
dışına götüreceğini söyledi. Başıma sanki kaynar sular dökülmüştü, inanmak
istemedim. Annem az ilerideki bir bahçede çapa işinde çalışıyordu, koşarak yanına
gidip sordum. Evet, Avustralya yolcusuydum… Hıçkıra hıçkıra ağladım, “olmaz,
sizi bırakıp gitmem! dedim. Annem beni sakinleştiremeyince, boynuma sarılıp ağladı.
Meğer borcumuz çokmuş… Benim çalışıp kazandığım parayla ödenemeyecek kadarmış….
Hiç unutmuyorum: “oğlum, Bekirim… Baban öldü, babasız kaldınız. Ben bu şekilde çalışmaya
devam edersem, bir gün yıkılırım... O zaman annesiz de kalırsınız… Uzaklara
gitmeni ben de istemem ama başka çaremiz yok ki… Ne olur, dayınla git, hem
kendini hem de kardeşlerini kurtar…” dedi.
Işte o gündür bu gündür ne yedim ne içtiysem hiç bir şeyin tadını alamadım,
Yaşar amca…
Bekir’in gözyaşını tavşankanı gibi demli çay durdurmaya yetmedi, damla
damla akmaya başladı… Yaşar efendi karşısında ağlayan genci teselli etmenin
yolunu bulmada zorlanmadı.
- Evladım, sen Avşar Ayşenin oğlu musun yoksa?
-Evet, nerden tanıyorsun?
-Seni bu mahallede duymayan kalmadı ki…. Yurt dışına gidip annesine yıllardır
bakan, kardeşlerine bakmakla kalmayıp üstelik okutan hayırlı evlat olarak gıyaben
hepimiz tanırız seni. Değil alnından, eli
öpülesi birisisin sen Bekir! Senin gibi kaç hayırlı evlat çıkar böyle?
-Estağfurullah Yaşar amca, benim durumumda olan her evlat aynısını yapardı…
-Sen öyle zannet… Dedim ya ben mahallenin dert
babasıyım, ne insanlar bilirim ben. Zevki için eşi ve evlatlarını başkalarına muhtaç eden, süründüren nice babalar var şu mahallede… Neyse, Avustralyada ne yaptın bunca zaman?
Bekir,
Avustralya’ya gidince bir yıl sadece lisan öğrenmiş. Bir gün öğretmeni dayısı ile konuşmaya gelmiş ama konuşma kısa sürede tartışmaya dönüşmüş. Meğer dayısı lokantasında daha iyi çalıştırabilmek için yeğeninin ahcılığı veya garsonluğu öğreneceği bir okula gitmesini
istermiş ama öğretmeni onun zeki biri olduğundan iyi bir okula gitmesinde ısrar edermiş. Sonunda öğretmen Bekir’i dayısından alıp çocuk esirgeme kurumuna verdirmekle tehdit etmiş. Dayı, istemeye istemeye Bekir’in iyi bir okula yazılmasına razı olmuş. Öğretmen gittikten sonra dayı bağırıp çağırıp Bekir’i azarlamış: “anası, kardeşleri memlektte açlıkla boğuşuyorlar ama beyefendi yüksekokullar da okuyacakmışmış... Şimdiye kadar bu
memlekette kim okumuş da
sen okuyacaksın ulan! Okumak senin
neyine! Mis gibi iş sana,
çalış çalışabildiğin kadar! O ögretmen
olmasa ben sana yapacağımı bilirim ama neyse! “ Bekir, zaten geldiği hafta hemen lokantada bulaşıkçılık yapmaya başlamış ama dayısını sakinleştirmek için nerede okursa okusun lokantadaki işini hiç aksatmayacağına söz vermiş. Aynı zaman da kendi kendine de okumaya, yüksek tahsil yapmaya yemin etmiş!
Bekir, hem
Avustralya’da ortaokul ve lise okumuş hem de dayısının lokantasında
ilk zamanlar bulaşıkcı olarak daha sonraları ise bazen garson bazen de ahcı olarak çalışmış. Lokantaya ait bir
odada kaldığı ve lokantadan yeyip içtiği için fazla mafrafı olmamış. Bu yüzden annesine bol bol para göndermiş. Bazen işler çok yoğun olduğunda okula gidememiş veya dersine çalışamamış. 6 yılda bitereceği okulu 8 yılda bitirebilmiş ama
sonunda üniversitede tıp okumaya başlamış.
-Maşallah, maşallah! Hem okudun hem de çalıştın ha! Bravo! Bravo!
-Amca, dile
kolay… Gel sen onu bana sor…
-Her şeyin bir bedeli vardır evladım, elbette zorluk çekeceksin.
Zaten zorluk görmeyenler
pek adam olamıyorlar! Neden? Eldeki imkânın
ne farkındalar ne de kıymetini bilebiliyorlar! Evet, sen devam
et…
- Yengem beni
daha ilk günden hiç sevmedi, beni hep küçük gördü ve dışladı. Dayımın evi çok büyük olmasına rağmen yengemin yüzünden lokantanın
daracık odasında kaldım. Ben üniversiteye başlayınca bana karşı tavrı 180 derece değişti: iltifatlar, ikramlar bir birini
kovalamaya başladı. Meğer kızını, sırf üniversiteli olduğum için, sırf doktor olacağım için, sırf orada burada caka
satabilmek için benimle evermeye
karar vermiş. Bir gün yengem bana konuyu açtı ve ben tereddüt
etmeden kabul ettim. Dayımın iyiliği karşısında hayır diyemezdim. Üstelik Esra’yı beğeniyordum.
Esra benimle
evlenmeyi şiddetle reddetmiş! Biraz üzüldüm ama çok dokunmadı, benim derdim bana yetiyordu. Sanki evliliği ben reddetmişim gibi bütün suç, kabahat benim oldu. Yengemin tavrına alışıktım ama dayımda bana ters davranmaya
başlayınca çıkıp gittim.
Yıllar sonra ilkokul öğretmenimi bulup yardım istedim; başka bir şehirde üniversiteye yazılmama ve devletten burs almama yardımcı oldu. Aldığım
burs sadece kendime yetiyordu yani anneme para gönderemiyordum. Bu şehirde küçük bir lokantada iş
buldum ve yine hem okuyup hem de çalıştım. 7 yıllık tıp eğitimini 9 yılda
bitirebildim, şimdi ise
üniversitedeki bir profesorun yanında asistan olarak çalışıyorum. Oturum gibi resmi işlemlerim biraz uzun sürdü. Sonunda o sorunu da aşıp hemen memlekete geldim….
Üniversiteyi bitirdiğime çok sevinemedim; mezuniyet töreni için dayımı, yengemi ve dayımın çocuklarını davet etmiştim. Hiç biri gelmediği gibi bir tebrik mesaji bile göndermediler. Ilk okul öğretmenim geldi; annem gelmiş gibi sevindim…
- Ağlama evladım, ağlama… Gülmek belki de en çok senin hakkın, bak zor şartlar altında
hem kendini hem de anne ve kardeşlerini kurtarmışsın… Ağlamaya devam edersen, beni de ağlatacaksın…
- Yaşar amca, özür dilerim…. Ilk kez bu kadar birine açıldım, duygularıma hâkim olamadım.
- Bekir, aslında çimen ekmeğin benim için de ayrı bir yeri var. Istersen şimdi de ben anlatayım?
- Olur, neden
olmasın?
Yaşar efendide biraz duygulandı ve anlatmaya başladı. 42 yıl önce inşaatta çalışırken kaza geçirmiş ve ağır iş yapamaz olmuş. Bozşehirde yeni olduğu için pek çevresi yokmuş. Yana yana iş
ararken bir gün hanımı, yeni açılan Şafak ilkokulun önünde çimen ekmek satmasını önermiş.
Okulun önünde simit, dondurma, macun gibi şeyler satılırken neden çimen
ekmek satılmasın diye düşünmüş. Yaşar efendi istemeyerek
kabul etmiş. Hanımı çimeni kardığından, köylüsünden uygun fiyata ekmek
aldığından iyi para kazanıyormuş. Üç beş ay okul önünde çimen ekmek satmış. Bayrak lisesi de açılınca, işler daha da iyi gitmeye
başlamış.
Bir gün inşaatten tanıdığı biri Yaşar efendiyi satış yaparken görmüş ve gülmekten yerlere yıkılmış. Zaten yılışık biri olduğundan
pek aldırış etmemiş ama ertesi gün aynı yılışık yanında inşaattan tanıdığı üç beş kişi ile gelip kendini
alaya alınca çok ağrına gitmiş. Ne kavga edecek gücü kuvveti varmış ne
de lüksü. Ekmek tezgâhı, evini geçindirdiği tek tekne imiş yani bu tekneyi batırmaya hiç lüksü yokmuş.
Zibidi takımı gidince, yanına
kendinden üç beş yaş büyük biri gelmiş. Meğer bakkalın o zamanki sahibi imiş.
“Yaşar usta, üç beş aydır okulun önünde satış yapıp rızkını kazanıyorsun. Farkındayım, ne yoldan gelip geçenlerle ne de başkalarıyla ilgileniyorsun. Hatta sana sataşan serserilere bile sabrettin, çok takdir ettim. Az ilerideki bakkalın sahibiyim, iki hafta sonra Fransaya çalışmaya gideceğim.
Anlaşabilirsek eğer dükkânı sana devretmeyi düşünüyorum, senden daha düzgün ve dürüst birini bulamam. “
Yaşar efendi bakkalı devralmış ve borcunu bir yıla
kalmadan ödemiş. Bir kaç yıl sonra dükkânı ve üst kattaki evi de satın almış. Bir zamanların Yaşar ustası artık bakkal olmuş.
Yaşar efendinin duygulandığını gören Bekir, çayları tazeledi.
- Sağol Bekir... Sabrın sonu selamet derler ya, ben bu gerçeği iliklerime kadar yaşadım. Sabrettim, sebat ettim 40 yıldır şu küçük bakkalda çalışıp evimi geçindirdim. 3 kız, iki de oğlan
evladı yetiştirdim ve hepsini de okuttum. Okuduktan sonra kendileri evlendiler, zaten
bu küçük bakkaldan kazanılan parayla günümüzdeki bol şağşağalı, gösterişli düğünlere güç yetmez. Hepsi Bozşehir dışında iş, güç, makam, mevki sahibi oldular çok şükür. Bana artık yük olmuyorlar.
Son zamanlar bakkallara
rağbet kalmadı. Yine de her gün dükkanı açıp eşle, dostla burada zaman geçiriyordum ama geçen ay
dükkanı ve evi sattım. Bir
iki haftaya Konya’ya kızımın yanına taşınacağız, benim için çok zor olacak... Hanım bayağı yaşlandı, kızım annesine bakacak.
-Amca, kızının ve torunlarının yanında kesin çok rahat edersin. Konya gibi güzel ve manevi bir şehirde muhabbet edecek çok insan bulursun.
-Bekir, son bir şey sormak istiyorum. Gurbete gittin,
kendini, kardeşlerini
ve anneni kurtardın. Yıllar sonra yine çimen ekmek yedin, ağzının tadı şimdi yerinde mi?
-Hayır amca, az önce zor yutkundum. Şikayet etmiyorum ama ben hiç çocukluğumu yaşayamadım.... Akranlarım gibi ne oynadım, ne gezdim ne de şımarabildim.... Delikanlılığımı da, gençliğimi de yaşayamadım.... Çok küçük yaşta baba ocağından binlerce kilometre uzaklarda, anasız, babasız, kardeşsiz yani sevdiklerimden mahrum olarak yaşamak, para kazanmak ve okumak, dile kolay ama yaşamayan bunu bilemez... Tek tesellim, bu dünyada ağzımın tadı yok ama isyan etmezsem
eğer ahirette Allah celle celalühü ağzımı fazlasıyla tadlandıracaktır diye inanıyorum...
Yaşar efendi, küçücük yaştan beri hep çile çekmiş, yıllarca ezansız bir memlekette yaşamış, üstelik çok genç olan birinden duyduğu bu
kadar olgun söz karşısında daha fazla dayanamadı ve Bekir’in boynuna sarılıp ağlamaya başladı....
Abdullah
konuksever