DİLEK

O sene okuldaki sosyal kulüp çalışmalarında görevli olduğu kulübün yıllık çalışma programını yaparken nerelere gidebileceklerinin hesabını yaptı, aklından geçen ilk yere gitmeyi kesinleştirdikten sonra çalışmalara başladı. Onların yanına ne zaman gidileceğinin ve neler götürüleceğinin faydalı olacağı hususunu arkadaşlarıyla istişare ederek karar verdi. En çok özlemini duyduklarını onlara götürmek imkansızdı onlar için. Belki özlemlerini hasretlerini bir nebzecik de olsa dindirmek için yüreklerindeki kor ateşe bir damla su serpebilirlerdi.
Yapılan planın uygulanması için kollar sıvandı. Gerekli görüşmeler yapıldı. Randevular alındı. Üst makamlardan izinler alındı. Toplantılar yapıldı. Kimlerin neler yapabileceği konuşuldu.
Yapılacak ilk iş olarak bir kampanya yapmak gerekiyordu. Afişler hazırlandı, panolara asıldı. Sınıflar tek tek dolaşılarak kampanya anlatıldı ve katılım istendi. Herkesin katkı yapacağından hiç şüphe yoktu. Çünkü bu milletin en küçüğünden en büyüğüne kadar yardım sever bir ferdi vardı. Yardım deyince akan sular durur, elde avuçta ne varsa kendi ihtiyaçları ertelenir, yardım edilecek yere bir an önce ulaştırılırdı. Gidilecek yer, yapılacak kampanya, götürülecek hediyelikler oradakilerin durumu için yeterli bir sebepti.
Anneleri (onlar çalışan bayanların hepsine anne diyor) tarafından kendilerini ziyarete gelineceği daha önce söylenmişti. Belki gelenlerin yanında nasıl davranmaları gerektiği bile anlatılmıştı. Gelenler büyükçe bir alana alındı ve başlandı beklenmeye, küçük bedenleri ve kocaman yürekleri olan, daha bu yaşta omuzlarında bu yükü taşımak zorunda bırakılan canlar gelecek diye. Odalarından gelenlerin yanına doğru bir gelişleri vardı ki görmeye değer. Sanki gelenler gerçekten anne ve babaları ya da en yakın akrabalarıydı. O kadar hızlı, o kadar heyecanlı idiler ki o heyecanı orada bulunan herkesin tatmaması mümkün değildi. Yanlarına gelen çocuklar sanki kendi yavrularıydı. Başka anne ve babadan da olsalar onlar kendi yavrularından daha sıcak bir samimiyetle sarıldılar gelenlere. O körpe kuzuları bağırlarına basarken misafirler, onların yaşadığı annesizliği, babasızlığı hissettirmemeye çalışmak hiç de kolay olmadı. Sarıldıkça, samimiyet ilerledikçe içlerindeki o kocaman dağ gibi hasretlik duyguları küçülüyor küçülüyor ve eriyip gidiyordu. Fakat bilmiyorlardı ki yarım saat sonra aynı ızdıraba düçar olacaklardı. Yine hasretlik, yine yol gözlemek onların değişmeyen kaderi olmaya devam edecekti.
Getirilen çikolata ve şekerlerden ikram edildikten sonra oyuncaklar da dağıtıldı. Birini kucağından bırakırken diğeri sıra bekliyormuşçasına atlıyordu kucağına. Bazıları okuldan gelen abi ve ablalarıyla sohbete dalmışlar, bazıları aldıkları oyuncaklarıyla bir köşeye çekilerek oynamaya başlamışlardı. Çocukların içinde karmaşık duyguların çocuklara nasıl yansıdığının hesabını bile yapamıyorlardı. Çok aşırı ilgi mi gösteriliyordu, yoksa gösterilen ilgi ve alaka yetersiz bile mi kalıyordu?
Uzun saçlı, uzun kol ve bacaklı, içi pamuk dolu, kızıl saçlı bez bebeği kucağına bastırmış bir taraftan okşuyor, bir taraftan da bez bebeğin yanağına öpücükler konduruyordu. Büyümüş de anne olmuş ve bebeğini kimseye güvenmeyen bir anne edası vardı üzerinde. Bir müddet uzaktan seyreyledi onu. Ne kadar da içten ve samimi idi. Çevresindekilerden uzaklaşmış kendine bir dünya kurmuştu. Neler yaşıyordu acaba kendi dünyasında. Onu bu rüya dünyasından ayırmak istemiyordu. Ancak duygularını paylaşmak içinde yerinde duramıyordu. Yaslandığı tel örgüye doğru yavaş adımlarla ilerledi. Yanına vardığımı gölgesini görünce fark etti yumurcak. Bebeğini sıkıca sardı ve gözlerine öyle bir baktı ki o bakışlar karşısında adeta erim erim eridi. Dizleri titremeye başladı. Neredeyse yığılıp kalacaktı olduğu yerde. Ne diyeceğini nasıl davranacağını bilemeden öylece bakıştılar. İçinden hangi şartların onu buraya getirdiğinin muhasebesini yaptı. Acaba öldüler mi? Yoksa şiddetli geçimsizlikten kaynaklanan bir ayrılığın ateşi mi onu yakan? Belki de çocuklarına bakamayacağı için devletin şefkatli kollarına mı bırakılmıştı?
“Akıllı durmuyor mu?” annesi diyerek bebeğin saçlarını kendisi de okşamaya başladı. Zoraki bir gülümseme hissetti allanmış yanaklarında. Hazan mevsiminin son demlerini yaşayan bir gonca gül gibi soluktu benzi. Hem bebeğini hem de kendisini kucağına alırken bebeğinin adının ne olduğunu sordu. Daha alalı 15-20 dakika olmuştu. Sanki yıllardır beraber yaşıyorcasına ne kadar da içten ilişki kurmuştu bez bebekle. Hiç düşünmeden “Dilek” dedi. Ve durdu bir süre. Hiç müdahale etmeden bir düşünceye daldı kocaman adam. Neden “Dilek” diye sorgulamaya başladı zihnindekileri. Dilek kimin adıydı acaba? Annesinin mi, teyzesinin mi, yakın bir akrabasının mı? Ya da “Dilek” derken çok istediği bir şeyi murad ederek bir dilek mi dilemişti? “Dilek” ismini neden koyduğunu sormak istemedi. Olur ki bir yarasını deşerim diye çekindi. Onun yaşadığı üzücü olayları belki depreştiririm diye korktu. “Dilek çok güzel bir isimdir. Çok yakışmış” dedi. Adını koluna yazalım mı? diye devam ederken bebeği çocuktan almaya çalıştı. Çocuk bebeği yavaşça uzattı ve kabul ettiğini başını sallayarak belli etti. Cebinden kalemi çıkarıp bez bebeğin koluna kocaman harflerle “DİLEK” yazdı. Çocuk hafifçe gülümsedi. O da çocuğa aynı şekilde gülümserken çocuğu da bebeğini de bağrına bastı. Bir müddet daha konuştular, onu yanında götürdüğü küçük kızıyla tanıştırdı. Ama içindeki kor ateş iyice harlanmış artık kendini tutamayacak gibiydi. Gözyaşlarını çocuğa hissettirmeden nasıl ayrılacağımı düşünürken annelerden birisinin “Artık gidiyoruz” sesiyle çocuk kucağından kalkarken bebeğini de sıkıca sardı kollarına. O kollarının arasından ayrılırken gözyaşlarını saklamak için arkasından bile bakamadı. Yönünü çevirdi. Arkasında duran ve sessizce onları izleyen küçük kızıyla göz göze geldi. “Baba neden ağlıyorsun? Çok sevdiysen O’nu da alalım eve götürelim. Kardeş oluruz” dedi küçük kızı. “Hayır kızım onun yeri gerçek anne ve babasının yeri” İnşallah en kısa zamanda onların yanında olur, diyerek belki de son dileğinin bu olmasını temenni etti. “Baba elimi acıtıyorsun” sesiyle kızına döndü ki farkında olmadan ellerini sıkıca kavramış çocuğun canını yakmıştı. Oradan uzaklaşıyordu ama kalbinde ve ruhunda hala “DİLEK” sözcüğü yankılanıyordu.
( Dilek başlıklı yazı Mehmet ACAR tarafından 1.04.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.