Liseden mezun olduktan sonra hiç görüşemediğim sıra arkadaşım Nazife ile yıllar sonra yolda karşılaştık. Birbirimizi çok özlediğimiz her hâlimizden belli oluyordu. “Böyle ayaküstü konuşmakla olmaz.” diyerek beni evine misafirliğe davet etti. Israrını kıramadım. On beş dakika içerisinde, Kıztaşı’ndan Aksaray’a inen dik yokuşu adımlayıp, evvelce birkaç defa daha gittiğim evlerine ulaşmıştık. Kapıyı açan annesiyle kısa bir hâl, hatır sormanın ardından arkadaşımın odasına geçerek çay, kurabiye eşliğinde, neşeyle eski günlerimizi yâd etmeye başladık.
 
Yağlıboya resim yapmak ortak ilgi alanımızdı. Bunu bildiği için bir ara yerinden fırladı ve odasının köşesinde muhafaza ettiği eserlerinin üstündeki örtüyü kaldırıp teker teker göstermeye başladı. Hepsi de harika şeylerdi. Hayran kalmıştım açıkçası. Gözlerimdeki ışıltıyı fark ettiğinde onun da yüzüne gurur dolu bir ifade yerleşmişti.
 
Ben resim alanındaki ilgimi keyif çizgisine çekerken o bu hobisini ilerletmiş, sergilere katılarak tablolarını satar duruma gelmişti. Özel sektörde moda tasarımcısı olarak çalışmasının yanı sıra hafta sonlarını turist rehberliği yaparak değerlendiriyordu. Hayatı dolu doluydu kısacası. Geliri iyiydi ancak tasarrufa yönelmişti. Sebebi ise başka bir semtten kendine ait bir daire almak istemesiydi. İçimden kocaman bir aferin çektim bu çalışkan kıza.
 
Geçen süre zarfında, ben yüksek tahsilimi yapıp, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştım. O ise hâlâ bekârdı. Hâlbuki güzel, gösterişli, havalıydı ve zengin bir ailenin biricik kızıydı. Eş bulmakta hiçbir sıkıntısının olmaması gerekiyordu.
 
Son derece hassas ruhlu, gelincik kadar narindi ve gonca gül zarafetindeydi. Onu incitmeden, evlenmeyişinin sebebini öğrenmeliydim ama nasıl yapacaktım bunu?
 
Lâfı döndürüp dolaştırıp lise yıllarındaki aşkına getirmeli, oradan ilerlemeliydim.
 
Âşık olduğu delikanlı, karşı apartmanda, kendi dairesinin tam hizasındaki kiralık dairede yaşıyor, tıp tahsili yapıyordu. O gence delice tutulmuştu. Üstelik hisleri karşılıksız değildi. Sayfalar dolusu mektup yazmakla, okul çıkışları kaçamak buluşmalarla, sonraki saatlerde sevdiğini hayal etmekle meşgul olduğu için zaman zaman ödevlerini aksatıyor, durumu öğrenen annesi tarafından da ağır baskı görüyordu.
 
Sevdiğinden bahsetmeden duramaz, diğer samimi arkadaşımız olan Nihan'la bana, gelişmeleri günü gününe aktarır, kafamızı şişirirdi. Dalgalı deniz gibiydi. Bazen bize meçhul, ona ayan diyarlarda, hayalinde ilmek ilmek inşa ettiği saadet şehrindeki sarayının görkemli tahtına kurulmuş nazlı bir prenses, bazense kızgın çöl kumlarında yana yana dönen kör bir sevgi dilencisiydi. Mesut olduğu anlarda yaşadığı eşsiz duyguların ateşi bizim de yüreğimizi ısıtır, dünyamızı aydınlatırdı ama ağlama krizleri tuttuğunda elimiz ayağımız birbirine dolaşır, çaresizce teselli vermeye çabalayarak, öpücük yağmuruna tutardık Nazife’ciği. Ben aşkın bir nevi hastalık olduğuna kanaat getirip, içimden hiç âşık olmayacağım yeminleri ederken, sulu gözlü Nihan da ağlama seansına katılır, birlikte beni deli ederlerdi.  
 
Son iki yılımızı böyle tükettikten sonra mezun olmuş, her birimiz kendi yoluna devam etmiş, dostluğumuza virgül koymak zorunda kalmıştık.
 
Nedense söze bir türlü giremiyor, ancak merakımı dindiremiyordum. En iyisi pat diye sormaktı.
 
"Nazife'ciğim, şu senin doktor adayı Murat vardı ya! Ona ne oldu? Hâlâ görüşüyor musunuz?"
 
İşte, korktuğum başıma gelmişti. Nazife’nin yüzüne geçmişin gölgesi düşüverdi birden. Bakışları devrildi, başı hafifçe yana düştü ve kısa bir suskunluk geçirdi.
 
Tam özür dilemeye ve konuyu değiştirmeye niyetlendiğim sırada kendini toparladı. Yanaklarını alevlendiren kalp acısını tebessümüne kondurarak cevap verdi.
 
“Nerdeee?” dedi ellerini yana açarak. “Hiç beklemediğim bir anda kalbimi neşteriyle parçaladı ve bitti.”
 
Arkadaşımın melül mahzun hâli beni de etkilemiş; Doktor Murat’ın o neşteri sanki benim de kalbime derin bir kesik atmıştı.
                                                                                   
“Nasıl olur canım? Hani siz birbirinizi çok seviyordunuz ya! Kötü bir şey mi oldu? Mahzuru yoksa anlatabilir misin?”
 
“Murat tıbbı bitirince askere gidip gelecekti ve beni ailemden istetecekti. Öyle sözleşmiştik. Askerde iken koptu iletişimimiz. Mektuplaşmaya son verdi, telefonlarıma çıkmadı, beni kapkara bir zindanın içine attı. Askerlik sonrası da arayıp sormadı. Meraktan kendimi yiyip bitiriyordum. Nihayet, yakın bir arkadaşı vasıtasıyla haber gönderdim. “Beni beklemesin. Sözümü tutamadığım için de affetsin.’ demiş. Affettim mi? Hayır ama beddua da etmedim. Allah’a havale ettim.”
 
“Ah bu erkekler!” dedim içimden. Bu esnada Nazife’ciğin gözlerinden pıtır pıtır yaşlar boşalmaya başlamıştı. Bir yandan elini tutarak manevi kuvvet vermeye, diğer yandan teselli etmeye çalışıyordum.
 
“Merak etme arkadaşım. Ah alanın yanına kâr kalmaz. Elbette bulur cezasını. Ya bu dünyada, ya da ahirette... Sen kendini daha fazla üzme, e mi?”
 
Bakışları yerde, derin bir iç geçirdi. Kısık ve kırık bir ses tonuyla, “Cezasını buldu zaten.” dedi.
 
“Nasıl buldu?” dememe kalmadan başını yerden kaldırıp, anlatmaya devam etti.
 
“Birkaç yıl sonra, bir gazete haberinden öğrendim ki, geçirdiği trafik kazasında eşi ve çocuğu ölmüş, kendisi ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştı. Epeyce tereddüt yaşadıktan sonra hastanede ziyaretine gitmeye karar verdim. Feci bir hâlde buldum onu. Kırıklar, iç kanama, beyin sarsıntısı… Her tarafı sargılar ve hortumlar içindeydi. Kolunun birini kesmişlerdi. O vaziyette doktorluk da yapamazdı artık. Yatağının yanına yaklaşıp seslenince gözlerini araladı ve o yarı şuurlu hâliyle beni hemen tanıdı. ‘Hakkını helâl et.’ dedikten sonra tekrar kendinden geçti. İşte o zaman daha önce affetmediğime pişman oldum.”
 
Ben de Nazife gibi bu kazayı Murat’ın kalleşçe davranışına bağlamıştım. Belki de kalbimdeki adalet hissi bana böyle düşündürtmüştü. Doğrusunu yalnızca Allah bilirdi tabii.
 
Bir genç kızın masum, saf, tertemiz duygularıyla oynamak, evlilik vaadiyle oyalamak ve hiçbir suçu, günahı yokken terk etmek… O genç kızı manen öldürmek, ömrünün kalan kısmında insanlara duyacağı sevgi ve güveni kökünden söküp atmak demekti. Keşke Murat bu vebali hiç üstüne almasaydı. Ya zamanla duygularının değiştiğini güzel bir şekilde anlatıp, ikna ederek Nazife’den ayrılsaydı, ya da sözünü tutsaydı... Gönül böyle isterdi ama hayatta her şey en mükemmel seyrinde cereyan etmiyordu ki! Olmamıştı işte! Murat da sözünü çiğnemişti.
 
“Kader denen bir şey var Nazife’m. Demek ki senin de alnına bu yazılmış. Ancak hayat devam ediyor. Evlenmeyi hiç düşünmedin mi Murat’tan sonra?”
 
Direnci kırılmış yaprakların fırtınaya kapılarak istemsizce sağa sola savrulmalarından ne farkı vardı ki duygu geçişlerinin? Şimdi de buruk bir tebessüm kondurmuştu yüzüne. Az önce hatırlattığım kader gerçeğinin cilvesini hatırlattı o da bana.
 
“Sevdiğim beni sevmedi, beni sevenleri de ben sevemedim canım.”
 
Oturduğu koltuktan ağır hareketlerle kalkıp pencereye yöneldi. Ben de ardından… Vaktiyle uzun uzun bakıştığı sevgilisinin oturduğu daireye sabitlemişti gözlerini.
 
“İşte bu manzara...” diye fısıldadı. “Değişmedikçe, yaram kanamaya devam edecek.”
 
Şimdi anlamıştım neden yeni bir ev almak için para biriktirdiğini. Elimi yavaşça, yıllarca yaşadığı üzüntünün yorgunluğundan düşmüş omzuna koydum. Birlikte öylece seyre daldık maziyi.
 
Derken, sahne değişti, karşı pencerenin perdesi çekildi, camı açıldı ve bir kadın pervazdaki çiçekleri sulamaya başladı. Kısa metrajlı dramatik hayat filminin bu son sahnesinin Nazife’yle hiç mi hiç ilgisi yoktu. Koltuklarımıza geri döndük.
 
Mücella Pakdemir

( Bu Manzara Değişmeli başlıklı yazı M.Pakdemir tarafından 28.09.2022 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.