Makale / Tarihsel Makaleler

Eklenme Tarihi : 1.02.2023
Okunma Sayısı : 543
Yorum Sayısı : 3
Ali  Osman’dan  Âl-i Osman’a – Âl-i  Osmandan  Yakın  Geçmişe..1- Bölüm-



Değerli Dostlar !

2012  Yılında yazdığım  ve bir  başka  edebiyat  sitesinde  yayınladığım  bu  roman  denememi  sitemize  taşıyorum.

Evet...  Romanımız  bir  tarihi  romandır  ama  aynı  zamanda  bir  belgeseldir.

Bu  romanda  amacım  - maalesef-  tarihin  nasıl  tekerrür  ettiğini  göstermektir. O  sebeple  de  roman  her  ne  kadar  18.  Yüzyılın ilk  çeyreğindeki  Osmanlı  Devletini anlatsa da ( III. Ahmet  ve  Lale  Devri-  Partona  Halil  İsyanı-  I.  Mahmut  Dönemi ) zaman  zaman  kendinizi  1930’daki  Menemen  Ayaklanmasında
,  zaman  zaman  1960  İhtilalinde  bulacaksınız.

Yani  bugüne  kadar  okuduklarınızdan  çok  farklı  bir  kurgu  ama tamamı gerçek  olan  olaylarla  karşınızdayım.

Romanımızdaki  şahsiyetlerin  hepsi  gerçek  kişilerdir  Ali Osman  Efendi  hariç... Tek  kurgu  şahsiyet  odur. 

NOT: Dizi  halinde  yazılan  yazıların  okunmadığını  bildiğim  için  her  gün  art arda  değil  haftada  iki  gün (  Pazartesi  ve  Perşembe  Günleri)  yayınlayacağım.  Her  türlü  eleştiri  ve  uyarılarınızı  bekliyorum  şimdiden...

Neyse...Bismillah  deyip  başlayalım.

*****


İbrahim Paşa bir kaç gündür hep aynı rüyayı, daha doğrusu kabusu görmekteydi : Yatmak için üzerindeki kaftanını sıyırıyor, başındaki kavuğu çıkaracağı zaman başı kavukla birlikte gövdesinden ayrılıyor, o da boynundan oluk oluk kan fışkırırken bu başı elleriyle sivri bir mızrağın ucuna yerleştiriyordu.

Önceleri çok da aldırmamıştı bu rüyaya çünkü küçüklüğünde öğretmişlerdi ki rüyada kan görülürse o rüya ifsad olur ( Yani bozulur. ) Fakat son zamanlarda çok sık görmeye başlamıştı . Artık rahatsız oluyordu. Bunu bir müneccime tabir ettirmeliydi.

Sarayda pek çok müneccim vardı. Lakin onlar da kendisi gibi günlerini şarap meclislerinde geçiren, zevk-u safa düşkünü insanlardı ve de çok dalkavuk idiler. Sırf kendisinden üç beş akçe ihsan kapabilmek uğruna yapamayacakları yalakalık yoktu. Gördükleri gerçekleri değil sadece ve sadece kendisini mutlu edebilecek şeyler söylerlerdi. Oysa İbrahim Paşa geleceğini, kaderinin ona neler çizdiğini öğrenmek istiyordu.

Artık ne şarap, ne de koynunda yattığı körpe cariyeler onu uyutmaya yetmiyordu. Uykularını kaçıran bu habis şey ne ise onu mutlaka öğrenmeliydi. Doğru, dürüst , sözüne güvenilir ve karşısında korkmadan, yalakalık yapmadan konuşabilecek tek bir kişi vardı: Aziz Mahmut Hüdai Dergahının genç mollası Ali Osman Efendi.

Her ne kadar kendisi sadrazam ise de Molla Ali Osman Efendi ayağa çağrılmazdı. Onun ayağına gidilirdi. Özellikle Nemçe ( Avusturya ) küffarı ile yapılan Pasarofça Antlaşmasından sonra iyiden iyiye sapıtmış olsa da , Şeyhülislam ve kazasker efendileri adam yerine bile koymasa da, Ali Osman Efendi’ye hürmeti farklıydı. Gerçi onun müneccimlik yaptığını, ya da rüya tabir ettiğini hiç duymamıştı ama ne olursa olsun bu kötü rüyayı , lafı sağa sola çekmeden dosdoğru ancak Molla Ali Osman tabir edebilirdi.

Kalktı Aynanın karşısına geçerek giyinmeye başladı.

‘’Nedir bu İbrahimlerin çektiği. Peygamber olanını ateşe attılar, makbul olanı maktul oldu. Şimdi de sıra bizim kellemizde mi? ‘’ diyerek acı acı sırıttı. ‘’ İyi de niçin? Memalik-i Osman’da nice eserler yaptırdım. Cami, imaret, yol, köprüler yaptırdım. İstanbul’u lale bahçeleriyle bezettim. Kadınlı erkekli ahali eğlensin diye bunca parklar, dönme dolaplar yaptırdım. Tebaa zengin. Boğazda, Emirgan’da bir sürü köşkler yapılıyor. Bu memlekete matbaayı ben getirdim ki her kes bol bol kitap okuyabilsin. Savaşlara son verdim ki milletim yüzü gülsün. Sulh ve selamet kaplasın ülkeyi.’’

‘’Benim ne İbrahim Peygamber gibi Nemrut’um var beni ateşlere atacak ne de makbulken maktul olan Pargalı serserisi gibi ihtiraslarım… Ne dünyayı titreten bir Süleyman’ım, ne Hürrem, ne de Kösem Valide Sultanlarım var. Gerçi benim de yerimde gözü olanlar var ama Allah başımızdan eksik etmesin, benim hünkarım Ahmed-i Salis ( III.Ahmet ) tırnağımı bile değişmez o serserilerin hiç birisine. Rabbim, Halil’im ( Dostum ) dediği İbrahim’ini ateşten korumak için ‘’Ey ateş…İbrahim için sakin ol ‘’ dediği gibi benim için de der mi acaba?’’

Halil ve İbrahim…İbrahim peygamber zamanında Halil, İbrahim’di  İbrahim de Halil... Nevşehirli İbrahim Paşa zamanında ise Halil ve İbrahim karşı karşıya gelecekler, birbirlerine düşman olacaklar ve Halil yüzünden İbrahim’in boynu cellada teslim edilecekti. Yüce Yaratan’ın ne garip bir tecellisiydi bu .

*******
İbrahim Paşa, hazırlattığı saltanat kayığı ile Üsküdar’a, Molla Ali Osman Efendi’yi görmeye giderken Galata Meyhanelerinden birinde dünyanın o güne kadar tanıdığı en büyük serserilerden biri olan Halil, arkadaşlarıyla birlikte bir taraftan testi üstüne testi şarap deviriyor, diğer taraftan da memleket meselelerini konuşuyordu(!).

Arnavutluk - Hoşperte’den gelmişti İstanbul’a Halil... Önce sokaklarda , boynuna astığı bir tabla içinde çengelli iğne, makara, iplik, düğme, kopça gibi şeyler satan bir satıcı iken daha sonra bu günkü İstanbul Üniversitesi yakınlarında Vezneciler denilen semtteki hamamda tellaklık yapmıştı. Daha sonra bir yolunu bulup kendisini levent olarak donanmaya yazdırmış ama deniz eri olmak ona göre bir iş olmadığından yeniçeri olmuştu . Leventlikte avantadan para kazanmak neredeyse mümkün değildi. Hayatları - Hiç bir halt etmeseler de - denizlerde geçiyordu. Onlar denizlerde ekmek arası balığa talim ederken burada yeniçeriler günlerini gün ediyor, tüccarlıktan, kuyumculuğa kadar her türlü başka işlerden ve özellikle çarşı-pazar esnafından aldıkları haraçlarla oldukça tatlı bir hayat sürüyorlardı. Onlara hiç kimsenin, hatta padişahların bile dokunması mümkün değildi. Bunu ilk kez aklına getiren Osman-ı Sani ( II. Osman- Genç Osman ) olmuş lakin bedelini Yedikule zindanlarında hayatı ile ödemişti.

III. Mehmet’in sünnet düğününde gösteriler yapan bir takım hokkabazların yeniçeri ocağına yazılmasıyla başlamıştı bu ocaktaki bozulmalar ve 1730 yılına geldiğinde artık deftere kayıtlı yeniçeri sayısı yüz binin üzerine çıkmıştı. Oysa Kanuni devrinde bile sayıları en fazla kırk bin civarındaydı. Savaşlarda ölen yeniçerilerin maaş defterleri bazı insanların eline geçiyor ve bunlar hiç bir görev yapmadan devletten her üç ayda bir ulufe ( maaş alıyorlardı ) Bu da yetmezmiş gibi tımarlı sipahilerine verilmesi gereken topraklar artık yeniçerilere verilir olmuştu. Evvelden evlenmeleri, başka işlerle uğraşmaları, toprak sahibi olmaları yasak olan yeniçeriler şimdi bu sayılanların hepsini yapıyorlardı. Daha önce sadece devşirmeler yeniçeri olabilirken III. Mehmet’le birlikte her önüne gelen rüşveti bastırıp kendini yeniçeri ocağına kaydettirebiliyordu. Kayıtlarda yüz binden fazla görülen yeniçeri, savaş zamanlarında yine otuz, otuz beş bini aşmıyordu.

Zaman içerisinde hangi devlet adamının göreve getirileceğine, kimin görevden alınacağına, hatta hangi padişahın tahtta kalması gerektiğine bile karar verenler onlar olmuştu. Hele bir de padişah çocuk yaşta tahta geçmiş yahut zayıf iradeli biriyse meydan tamamen onlara kalıyordu.

O güne kadar devletin düzenindeki bozulmalara karşı olduğu iddiasıyla sık sık ayaklanan yeniçeriler kendi ocaklarında meydana gelen bu bozulmaya karşı ayaklanmayı nedense hiç akıllarına getirmemişlerdi.

Halil kısa bir dönem leventlik yaptığı için ‘’Patrona’’ ( Koramiral ) olarak anılmaktaydı. Serseri güruhu olan arkadaşları ona Patrona Halil derlerdi.

Halil, önündeki şaraptan bir yudum daha çektikten sonra konuşmaya başladı:

******

Devamı  gelecek  bölümde.


( Ali Osman’dan Âl-i Osman’a – Âl-i Osmandan Yakın Geçmişe..1- Bölüm- başlıklı yazı Sami Biber tarafından 1.02.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.