İbrahim Paşa bir
kaç gündür hep aynı rüyayı, daha doğrusu kabusu görmekteydi : Yatmak için
üzerindeki kaftanını sıyırıyor, başındaki kavuğu çıkaracağı zaman başı
kavukla birlikte gövdesinden ayrılıyor, o da boynundan oluk oluk kan
fışkırırken bu başı elleriyle sivri bir mızrağın ucuna yerleştiriyordu.
Önceleri çok da aldırmamıştı bu rüyaya çünkü küçüklüğünde öğretmişlerdi ki
rüyada kan görülürse o rüya ifsad olur ( Yani bozulur. ) Fakat son zamanlarda
çok sık görmeye başlamıştı . Artık rahatsız oluyordu. Bunu bir müneccime
tabir ettirmeliydi.
Sarayda pek çok müneccim vardı. Lakin onlar da kendisi gibi günlerini şarap
meclislerinde geçiren, zevk-u safa düşkünü insanlardı ve de çok dalkavuk
idiler. Sırf kendisinden üç beş akçe ihsan kapabilmek uğruna yapamayacakları
yalakalık yoktu. Gördükleri gerçekleri değil sadece ve sadece kendisini mutlu
edebilecek şeyler söylerlerdi. Oysa İbrahim Paşa geleceğini, kaderinin ona
neler çizdiğini öğrenmek istiyordu.
Artık ne şarap, ne de koynunda yattığı körpe cariyeler onu uyutmaya
yetmiyordu. Uykularını kaçıran bu habis şey ne ise onu mutlaka öğrenmeliydi.
Doğru, dürüst , sözüne güvenilir ve karşısında korkmadan, yalakalık yapmadan
konuşabilecek tek bir kişi vardı: Aziz Mahmut Hüdai Dergahının genç mollası
Ali Osman Efendi.
Her ne kadar kendisi sadrazam ise de Molla Ali Osman Efendi ayağa
çağrılmazdı. Onun ayağına gidilirdi. Özellikle Nemçe ( Avusturya ) küffarı
ile yapılan Pasarofça Antlaşmasından sonra iyiden iyiye sapıtmış olsa da ,
Şeyhülislam ve kazasker efendileri adam yerine bile koymasa da, Ali Osman
Efendi’ye hürmeti farklıydı. Gerçi onun müneccimlik yaptığını, ya da rüya
tabir ettiğini hiç duymamıştı ama ne olursa olsun bu kötü rüyayı , lafı sağa
sola çekmeden dosdoğru ancak Molla Ali Osman tabir edebilirdi.
Kalktı Aynanın karşısına geçerek giyinmeye başladı.
‘’Nedir bu İbrahimlerin çektiği. Peygamber olanını ateşe attılar, makbul
olanı maktul oldu. Şimdi de sıra bizim kellemizde mi? ‘’ diyerek acı acı
sırıttı. ‘’ İyi de niçin? Memalik-i Osman’da nice eserler yaptırdım. Cami,
imaret, yol, köprüler yaptırdım. İstanbul’u lale bahçeleriyle bezettim. Kadınlı
erkekli ahali eğlensin diye bunca parklar, dönme dolaplar yaptırdım. Tebaa
zengin. Boğazda, Emirgan’da bir sürü köşkler yapılıyor. Bu memlekete matbaayı
ben getirdim ki her kes bol bol kitap okuyabilsin. Savaşlara son verdim ki
milletim yüzü gülsün. Sulh ve selamet kaplasın ülkeyi.’’
‘’Benim ne İbrahim Peygamber gibi Nemrut’um var beni ateşlere atacak ne de
makbulken maktul olan Pargalı serserisi gibi ihtiraslarım… Ne dünyayı
titreten bir Süleyman’ım, ne Hürrem, ne de Kösem Valide Sultanlarım var.
Gerçi benim de yerimde gözü olanlar var ama Allah başımızdan eksik etmesin,
benim hünkarım Ahmed-i Salis ( III.Ahmet ) tırnağımı bile değişmez o
serserilerin hiç birisine. Rabbim, Halil’im ( Dostum ) dediği İbrahim’ini
ateşten korumak için ‘’Ey ateş…İbrahim için sakin ol ‘’ dediği gibi benim
için de der mi acaba?’’
Halil ve İbrahim…İbrahim peygamber zamanında Halil, İbrahim’di İbrahim de Halil... Nevşehirli İbrahim Paşa
zamanında ise Halil ve İbrahim karşı karşıya gelecekler, birbirlerine düşman
olacaklar ve Halil yüzünden İbrahim’in boynu cellada teslim edilecekti. Yüce
Yaratan’ın ne garip bir tecellisiydi bu .
*******
İbrahim Paşa, hazırlattığı saltanat kayığı ile Üsküdar’a, Molla Ali Osman
Efendi’yi görmeye giderken Galata Meyhanelerinden birinde dünyanın o güne
kadar tanıdığı en büyük serserilerden biri olan Halil, arkadaşlarıyla
birlikte bir taraftan testi üstüne testi şarap deviriyor, diğer taraftan da
memleket meselelerini konuşuyordu(!).
Arnavutluk - Hoşperte’den gelmişti İstanbul’a Halil... Önce sokaklarda ,
boynuna astığı bir tabla içinde çengelli iğne, makara, iplik, düğme, kopça
gibi şeyler satan bir satıcı iken daha sonra bu günkü İstanbul Üniversitesi
yakınlarında Vezneciler denilen semtteki hamamda tellaklık yapmıştı. Daha
sonra bir yolunu bulup kendisini levent olarak donanmaya yazdırmış ama deniz
eri olmak ona göre bir iş olmadığından yeniçeri olmuştu . Leventlikte
avantadan para kazanmak neredeyse mümkün değildi. Hayatları - Hiç bir halt
etmeseler de - denizlerde geçiyordu. Onlar denizlerde ekmek arası balığa
talim ederken burada yeniçeriler günlerini gün ediyor, tüccarlıktan,
kuyumculuğa kadar her türlü başka işlerden ve özellikle çarşı-pazar
esnafından aldıkları haraçlarla oldukça tatlı bir hayat sürüyorlardı. Onlara
hiç kimsenin, hatta padişahların bile dokunması mümkün değildi. Bunu ilk kez
aklına getiren Osman-ı Sani ( II. Osman- Genç Osman ) olmuş lakin bedelini
Yedikule zindanlarında hayatı ile ödemişti.
III. Mehmet’in sünnet düğününde gösteriler yapan bir takım hokkabazların yeniçeri
ocağına yazılmasıyla başlamıştı bu ocaktaki bozulmalar ve 1730 yılına
geldiğinde artık deftere kayıtlı yeniçeri sayısı yüz binin üzerine çıkmıştı.
Oysa Kanuni devrinde bile sayıları en fazla kırk bin civarındaydı. Savaşlarda
ölen yeniçerilerin maaş defterleri bazı insanların eline geçiyor ve bunlar
hiç bir görev yapmadan devletten her üç ayda bir ulufe ( maaş alıyorlardı )
Bu da yetmezmiş gibi tımarlı sipahilerine verilmesi gereken topraklar artık
yeniçerilere verilir olmuştu. Evvelden evlenmeleri, başka işlerle
uğraşmaları, toprak sahibi olmaları yasak olan yeniçeriler şimdi bu
sayılanların hepsini yapıyorlardı. Daha önce sadece devşirmeler yeniçeri
olabilirken III. Mehmet’le birlikte her önüne gelen rüşveti bastırıp kendini
yeniçeri ocağına kaydettirebiliyordu. Kayıtlarda yüz binden fazla görülen
yeniçeri, savaş zamanlarında yine otuz, otuz beş bini aşmıyordu.
Zaman içerisinde hangi devlet adamının göreve getirileceğine, kimin görevden alınacağına, hatta hangi padişahın
tahtta kalması gerektiğine bile karar verenler onlar olmuştu. Hele bir de
padişah çocuk yaşta tahta geçmiş yahut zayıf iradeli biriyse meydan tamamen
onlara kalıyordu.
O güne kadar devletin düzenindeki bozulmalara karşı olduğu iddiasıyla sık sık
ayaklanan yeniçeriler kendi ocaklarında meydana gelen bu bozulmaya karşı
ayaklanmayı nedense hiç akıllarına getirmemişlerdi.
Halil kısa bir dönem leventlik yaptığı için ‘’Patrona’’ ( Koramiral ) olarak
anılmaktaydı. Serseri güruhu olan arkadaşları ona Patrona Halil derlerdi.
Halil, önündeki şaraptan bir yudum daha çektikten sonra konuşmaya başladı:
******
Devamı gelecek bölümde.