Artık günlerin, gecelerin, saatlerin hiçbir anlamı kalmamıştı. Zaman erimiş, tek bir karanlık perdeye dönüşmüştü. Adam çoktan kabullenmişti: içine işlemişti bu sessizlik, bu yazıların gölgesi. Eskiden korktuğu şey, damarlarında dolaşan bir alışkanlığa dönüşmüştü.
Masaya döndüğünde defter kendi kendine açılmıştı. Sayfaların tamamı doluydu. Ama yazılanlar onun kaleminden çıkmamıştı: kendi yaşamadığı hatıralar, kendi söylemediği cümleler, kendi bilmediği sırlar… Defter, onun yerine yazmıştı. Sanki bütün gizleri, en saklı utançları ve susturulmuş itirafları sayfalara dökülmüştü.
Son sayfada bir boşluk kalmıştı. Bir tek satır… Bir mezar taşı gibi onu bekliyordu. O an odanın içi karardı. Derin bir fısıltı yankılandı:
“Son satır senin olacak. Ya yaz, ya sus sonsuza dek.”
Kalem kendi kendine doğruldu, avucuna yerleşti. Ellerinin titremesi, karanlığa alışmaya çalışan gözleri… Boğazına düğümlenen çığlık yüzyıllardır bekleyen bir sel gibi kabarıyordu. İçinden bir ses fısıldadı:
“Ya şimdi yazarsam, ben de onlardan biri olursam? Ya yazmazsam, tamamen yok olursam?”
Tereddüt nefesini yaktı. Sonra kalemi kâğıda bastı. Çizgiler belirdi, tek bir kelime yazıldı. Ama o kelimeyi kendisi bile göremedi. Çünkü yazıldığı anda lamba söndü, sayfa kapandı.
Oda ölüm sessizliğine gömüldü. Ne nefes kaldı, ne zaman. Sadece derinden gelen bir fısıltı:
“Satırlar susmaz… sadece sahip değiştirir.”
Ve o an, defterin yeni sahibi belliydi.
İsmail Gökkuş
(Son)