TAKLACI GÜVERCİN
Pırıl pırıl bahar, adımlarını henüz atmıştı. Kırlar ve ağaçlar, yemyeşil yeni elbiselerini giymişti. Kuşlar, her yerde izleri görülen bahara “Hoş geldin!” diyerek yerlerinde bir an olsun duramıyordu. Kelebekler, sevinçlerinden sağda solda durmadan uçuşuyordu. Böcekler, kışın hapsoldukları topraktan gün yüzüne çıkıyor ve toprağı böylece havalandırmış oluyorlardı.
Dereler,
dağların eteklerinde eriyen karlarlarla bir başka çağıldıyor; denize bir an
önce kavuşabilmek için adımlarını hızlı hızlı atıyordu. Evlere kışın hapsolan
çocuklar can havliyle kendilerini sokağa, parklara atıyorlardı.
Ekrem,
böyle bir günde biraz geç uyandı. Kahvaltı sonrası odasını havalandırdı.
Pencerenin önünde üfül üfül bahar kokan mis gibi havadan soluklandı. Ciğerleri,
bu havayla bayram etmişti. Bahar coşkusunu hisseden ve gören Ekrem,
karşısındaki dağın eteklerine kadar uzanan, yalnız ağaçları bulunan düzlüğe;
üstünden beyaz örtüyü silkeleyip yemyeşil bir örtüye bürünen dağa baktı. İçi
kıpır kıpır oluverdi. Oralara uzanmak, kendisini oralara atmak istedi.
Annem,
acaba bana izin verir mi, diye düşünmeye başladı. “Yok yok! Annem bana izin
verir.” dedi ilk önce. Fakat az sonra bir ikilem yaşayarak “Oralarda üstüm
başım çamur olur diye annem ya izin vermezse…” diye tereddüt yaşadı. Her şeye
rağmen içinde konuşan umutla yine de soluğu annesinin yanında aldı. Annesi,
mutfakta bir şeylerle uğraşıyordu; muhtemelen de bulaşık yıkıyordu. Annesi, oğlunun
içini okumuş gibi:
- Ne
oldu? Hayrola, dışarıya mı çıkmak istiyorsun?
- Evet
anne! Dışarıya çıkmak istiyorum biraz. Hava çok güzel bu gün.
- Tamam,
çıkabilirsin. Fakat üstünü başını kirletme! Sakın ola, fazla uzaklara da
gideyim deme!
Ekrem,
kopardığı izinle dışarı çıktı. Baharın güzelliklerini yakından görme fırsatını
yakalamıştı. Koyunlarının ağılının bulunduğu yere doğru gitmeye karar verdi.
Koyunlara baktıktan sonra biraz taş sektirdi, elindeki çubukla oynadı.
Bir
ara ağılın çatısından bir şeyin düştüğünü, onun da sanki uçmakta zorlandığını
fark etti. Acaba ne olabilir merakıyla onu aramaya koyuldu. Bir süre aradı
durdu oralarda. Sonunda büyük varilin arkasında sessiz sedasız bir şeyin
durduğunu gördü. Bu, süt kadar bembeyaz, paçalı bir güvercindi.
Kanadı
kırık olmalıydı. Yoksa kendisinden ürkerek çoktan uçup giderdi. Yorgun düştüğü
için kolaylıkla yakalayıverdi güvercini. Kalbi küt küt çarpan güvercin, Ekrem’e
“Ne olur, bana yardım et! Kanadım kırık olduğu için uçamıyorum.” diye bakıyordu.
Ekrem, onu nazikçe avuçlarına aldı ve güzelce sevdi. Kendisine güven duyan bu
güvercine biraz yem ve su vererek işe koyuldu. Bir yudum su, birkaç tane yem
yetti güvercine. Çünkü o, kanadının derdindeydi.
Bu cins güvercinler, aynı zamanda takla da atabiliyorlardı. Onun bu özelliği ve ayaklarının paçalı olması onların alınıp satıldığı bir piyasa oluşturmuştu. Güvercinin kanadını bir güzel temizledi. Kanadını bir bez parçasıyla sıkıca sararken bu güvercinin sahibi kim acaba diye düşünmeye başladı. Onunla konuşarak, onu severek güzel vakit geçirdi burada.
“İyileşeceksin
inşallah! Birkaç gün seni burada misafir edeceğim. Emin ellerdesin. Bana
kesinlikle güvenebilirsin. Kaygılanmana hiç gerek yok. Ben, yanına gidip geleceğim
arada bir. Şimdi gitmem kazım. Annem, beni çok merak eder.”
Bu
sözlerden veda saatinin artık geldiğini anlayan güvercin, ona başını sallıyor;
ona teşekkür ve minnet ifade e-den gözlerle bakıyordu.
* * *
Aradan bir hafta geçti. “Cemre” adını verdiği güvercinini günde birkaç defa ziyarete geliyordu. Bu zaman zarfında kanadı iyileşen Cemre’yle iyi bir dost olmuştu. Ne arkadaşlarına, ne de evdekilere ondan bir söz etmişti.
Cemre, Ekrem gelince ona nasıl uçabildiğini gösteriyor; bazen onun başına konuyor,
teşekkür mahiyetinde sesler çıkartıyor, ona takla atmaktan başka diğer
marifetlerini de sergiliyordu. “Cemre! Senin sahibin kim?” diye sordu. Cevap
alamayınca Cemre’ye bu soruyu bir kere daha tekrarladı. Cemre, başını önüne
eğmişti. “Benden sıkıldın mı yoksa?” der gibi bir hali vardı Cemre’nin. Sonra
Ekrem’in başına kondu ve onun başını gagasıyla hafifçe okşamaya başladı. “Yoksa
senin sahibin ben miyim?” deyince, Cemre onun yüzüne bakmaya çalıştı. “Evet!
Artık sensin benim sahibim.” der gibi birkaç kere aynı şekilde tekrar gagaladı
Ekrem’in başını.
Arkadaşlarından
birkaçı, son gelişinde onun niçin buraya sıklıkla geldiğini çok merak etmişti.
O yüzden onu bu sefer gizlice takip etmişlerdi. Cemre ile Ekrem’in konuşmalarına
ve arkadaşlıklarına şahit olmuşlardı.
Üç
arkadaşı, içeriye girdiler ve Cemre’yi yakalamaya çalıştılar. Arkadaşları “Bu
güvercini nereden buldun? Onu bize vereceksin.” diyorlardı. Cemre, yakalanmamak
için oradan oraya uçuyor; onları kan ter içerisinde bırakıyor, “İmdat!” diye
bağırıyordu. Ekrem “Hayır! Vermem onu size. Onu ben buldum, ben iyileştirdim.
Sizinse vereyim ama…” diyerek büyük bir kararlılıkla diretiyordu onlara.
Cemre
ve Ekrem’le baş edemeyeceğini anlayan çocuklar, kaba kuvvete başvurmaya
başladılar. Bundan bir sonuç alamayınca Serdar, ağılın duvarında asılı ipi alıp
getirdi. Ömer ve Halil, Ekrem’i sımsıkı tuttu. Onu ağaç bir direğe zorla
bağladılar.
Ekrem’in
burnundan az sonra kan, ince bir şerit halinde sızmaya başladı. Üçü de onun bu
durumuna hiç aldırış etmiyordu. Üstelik ondan güvercini yanına çağırmasını istediler.
Ekrem, Cemre’yi onlara vermeme ısrarını ve kararlılığını sürdürüyordu.
Cemre’nin, dostunun bu hali karşısında elinden hiçbir şey gelmiyordu. Fakat
havada daireler çizerek uçuyordu.
Annesi,
seslendiği Ekrem’den bir cevap alamıyordu. Son günlerde birkaç kere dışarıya
izinsiz olarak çıktığına şahit olmuştu. Evin her yerine baktı ama oğlunu
bulamadı. Mutfağın penceresinden ağıla doğru uzun uzun baktı. “Acaba oraya
gitmiş olabilir mi?” diye sordu kendisine. İçine, oğlunun sanki orada
olabileceği hissi doğmuştu. Ardından ağılın olduğu yerde bir şeylerin ters
gittiği fikrine kapıldı. “Oğluma bir şey mi oldu acaba?” diye içine düşen
kurtlarla telaş bulutlarının içerisine daldı.
Evden
aceleyle nasıl çıktığını bilemedi. Annesi, ağıla koşar adımlarla gidiyordu. Beyaz
bir güvercinin havada daireler çizdiğini görünce daha da heyecanlandı,
meraklandı. Ağılda bir şeylerin ters gittiğine dair olan kanaati, daha da ağır
basmaya başladı. Ağılın kapısına yaklaştığında çocukların bağırtılı ve öfkeli
seslerini duyuyordu ama Ekrem’den hiçbir ses seda yoktu. Çocuklar, ona susma
işareti yapıp bir yerlere gizlendiler.
- Ekrem!
Neredesin oğlum?
- Buradayım
anne!
- Oğlum!
Ne yapıyorsun sen orada? Sabahtan beri yoksun evde.
Annesi,
ağılın kapısından içeriye adımını attı. Oğlunu direğe bağlı bir vaziyette
görünce feryatla:
-Oğlum!
Seni kim bağladı böyle, der demez çocuklar hemen kaçıştılar.
Kapıdan
en son çıkanın Halil olduğunu fark etmişti annesi. Annesi, ipi çözdü hemen.
İyice yorulan Cemre de onların yanına indi. Ekrem, annesinden özür dileyerek
ona başından geçenleri bir bir anlattı.
- Oğlum!
Bir güvercin yüzünden başına gelenleri gördün mü? Allah muhafaza başka şeyler
de gelebilirdi başına.
- Ama
anne! Bu güvercine ben yardım ettim. Onu ben kurtardım.
- Tamam!
Peki, bu güvercinin sahibini merak edip araştırdın mı hiç? Niye bana haber
vermedin hem? Kaç gündür evden gizli gizli çıkıp gidiyorsun.
-Hiç
araştırmadım sahibini. Güvercinin benimle olmasına izin vermezsin, diye çekindim
doğrusu.
-Neyse!..
Sen iyisin ya!..
Annesi
de çok sevdi Cemre’yi. Kanı pek de ısınıvermişti ona. Eve dönerlerken oğluna
“Bulduğumuz bir şeyi sahiplenmeyeceğiz hemen. Sahibini bulamazsak şayet, o
zaman senin olabilir Cemre.” dedi.
Bunların
yüksek paralarla alınıp satıldığını Ekrem’den öğrenince biraz üzüldü ama oğluna
yine de ısrarla sahibini iyice araştırmasını tembihledi. “Ben de sana yardımcı
olurum. Halil’in ve diğerlerinin de anneleriyle konuşacağıma emin olabilirsin.”
diye de ekledi ardından. Cemre, yeni ailesiyle birlikte olmaktan şimdilik çok
mutluydu.