Az sonra tepeye
tırmanmaya başladık. Silecekler iyice hızlanmış, uğultu cam açıklığında
tıslayan rüzgâra karışarak içeri giriyordu. “Kapasana camı” dedim. Uzandı kola
ama isteğimi tekrarlayınca yaptı bunu. Üşütecekti. Şu inadı. Sesimdeki
kararlılığım; kimi zaman gerekli diye düşünüyorum. Kaba bulunacak özelliklerimi
karşımdakinden esirgemem ben. İşe yararlar. Zar atıp da dönüşünü sürdürene dek
ellerinizi ovuşturduğunuz anları hatırlayın, henüz bir şey kazanmamışsınız. Hatta
kaybetme korkunuz ağır basmaktadır. Sayısal değerini bulacak bir döngüye
odaklı, öylece beklersiniz. Oyunun sürdürülmesi gözden çıkaracaklarınızla
ilişkilidir. Seçimi yaparken bocalamanız sonuçla yüzleşmenizi geciktirir. Bir,
arada kalma ihtiyacınızın bulunduğunu fark edersiniz. Şaşılası tutkumuz... .
Bunu bildiğim içindir ki kabayım ben; bu fırsatta verir. Karşımdakini kışkırtır
ve oyuna zorlar. Gerçekte beni kaba bulan odur. Yakıştırdığını sahiplenir
görünürken anlamını keşfediyorum sonra. Borçluydum ona. Fakat minnetimi oyunu
istediği gibi oynayarak göstermek niyetindeyim. Anlatacağım şekilde, yaşamın
tüm sathına yayılması gerekiyormuş oyun fikrinin. Sorumluluğu da onundu.
İki yıl kadar önce.
Takvim yaprağı yedi haziranı gösterince süresi tastamam olacak. İlçemiz
postanesinden çağrı pusulası almıştım. Bir paketti gelen, öyle bildiriliyordu
kâğıtta. Evden çıktım. Dönüşte kapıda karşılaştık. Yüzünü hiç görmediğim bir
kadın bana bakıyordu. Telefon konuşmamızı, evet hatırladım, sizsiniz, dedim.
Geleceği günü belirtmişti belki. Hattın diğer ucuna adresimi yazdırırken
söylediği tarihi unutuvermiştim. Uygun sözcüğü ararken duraksaması, gülüşü, ses
tonundaki yumuşaklık, aklım yeterince karışıktı. Kasabamızı gezip tanımak
istiyormuş. Kuzeydekiler için sıcak bir kumsalın önemini anlatıp durdu. İçeri
geçmiştik, odaya. Kendi evinde gibi rahattı. Konuşmasını kaldığı yerden
sürdürmüştü. Sonra sözü pakete getirmişti.
Elinizde ki size
gönderdiği kitabı olacak. Bir yayınevimiz var. Bu dostluktan haberdarım.
Yüzüne düşen saç tellerini arkaya atarken, "Gelin anlaşalım, içindekini
bize verin," dediğini hatırlıyorum. Bitene dek dinledim sözünü.
O ara düşünmüş, nedensiz iş yapmaz demiştim.
Son çalışmasıymış. Hayal
gücünü zorlayan kurgusu, dil özellikleri, kalabalık ve sabırsız okur kitlesi…
Çok önemliydi bunlar. Sıraladığı şeyleri bir düşünebilsem. Ve
az çok anlayabilirmişim. Yayınevini, taraflara
düşen sorumluluğu.
Nasılsa elindekini
yollayıvermişti. Belki aklını çelen birileri vardı. Dönünce araştırılmasını
isteyecekmiş.
Bana güvenir o
yüzdendir, dedim biraz da içerleyerek. Beni görmek isteğiyle
gelmediği açıktı. Dostumun yaşı, doktorunun hastalığa ait bulgularından da
söz etmişti. Konuştukça gözleri pırıltıyla bakıyor. Kocamanlar.
Belki bir not ya da
mektup yazmıştı içine. Yapılacak işim olduğunu söyledim. Ertesi gün
yanıma uğrayacaktı. Ben de istersem kasabayı birlikte gezebilirmişiz.
Dostum mutluydu.
Kalemini olumsuz etkileyebilecek kaynaklara rağmen tamamlamıştı kitabını.
Aslının, eldeki tek örneğin bana gönderildiği ve ölüm haberi duyulana
dek bunun saklanması gerektiği, üçüncü şahısların ise hak talebinde
bulunamayacağı yazılıydı notunda.
Başka açıklama yoktu.
Sonra dosyalarına bakmıştım. Dördü karton üçü plastikten, tam yedi dosya. Ve
farklı boyutta kullanılmış sayfaları. Yüzer adet diyebilirim. Yazı
karakteri, rengi değişik zamanlarda
yazıldığını gösteriyor. Sezgilerim pek yanılmaz. Elimde tuttuğum şu şey çalışmasının
en değerli olanıydı. Sırf iyilik olsun
diye göndermemişti ya.
İlk dosya kapağını açtım. Sevgili Okur, girişiyle
başlayan cümlesini okudum. Anlatacaklarım, Sibirya’dan Finlandiya’ya uzayan
topraklarda yaşamış kuzey insanının bir vakitler çok iyi bildiği efsaneden söz
etmektedir, yazıyordu. Şans dilediği bir avcıyla bitirmişti bölümü.
Avcı yaban kazı için göl kıyısına indiğinde orada
yıkanan kızı fark etmişti. Kız da onu. Kuğuya dönüşeceği sıra koşup
kanatlarından yakalamıştı. Elinde garipseyerek tuttuğu şeyi geri istiyordu. Kız
yalvarmış, gözyaşı dökerek vaktin iyice daraldığını söylemişti. Avcı da
elbisesini vermeden bırakmış onu. Nereden çıktığını göremediği başka kuğular
gelip almışlar kızı. Kanat çırparak uzaklaşmalarını izlemiş. Zühre Yıldızı’na
doğru uçmuşlar. Orada gözden kaybolmuşlar.
Avcı göl kıyısından ayrılamamış. Günler, haftalar,
aylar boyunca beklemiş. Zühre ve Ülker Yıldızı’nın suya düşen yansımasını
gördüğü bir gece kızın elbisesini alıkoyduğunu hatırlamış. Ve sırtına
giyivermiş. O an üzerinde bulunduğu kızakla havalanmışlar. Rengeyikleri
çekiyormuş kızağını. Samanyolu bilinmezmiş o vakitler. Gökte zifiri bir
karanlık yeryüzünde ise meraya çıkamayan ürkek çobanlar bulunurmuş. Kızağın
işte o karanlığa bıraktığı her bir izle Samanyolu oluşmaya başlamış.
Yılın
altıncı ayına rastlayan fırtınalı kuzey geceleri bundan böyle tundralıkta
dolaşmaya başlamış birkaç çobanın anlatacağı öykülerle kazanacaktır şöhretini.
Onu görmüşlerdir. Kızağını, kızağı çeken besili ren geyiklerini. Gökten bir
süreliğine göl kıyısına inişini. Onunla konuştuğunu söyleyen birileri çıkmış
sonra. Kız hakkında sorduğuyla yetinsek onu senin benim gibi biri sanırdık,
demişler. Öyküye inanan arttıkça Zühre Yıldızı daha da parlamış. Ve avcı diye
mırıldandım, şans dileğini hak edecek ne kusur işledin?
Gözü
pek biriydin desem çoğu avcı yaradılışça farklı değildi ki. Koşmaca ve
kovalamayı açıklarken ardına sığındığınız bir gerekçe olarak yalnızlığa
düşkünlük sonra. Yoktu ötesi. O gece için. Gözlerim tutkulu bir sanrıya
kapanıvermişti.
İkisi
de yamaca tırmanan yoldalar. Önümdeler. Çok önümde. Köpek çalıyı kokluyor. Taşla canı yandı da bu kez o tarafa doğru koşuyor. Yanlarına. Kuyruğunu bacak
arasına kısışını , fırlattığım taşlarla irkilip geri bakışını
görüyorum, havlıyor mu bilemiyorum. Duymuyorum. Gidenler de duymuyor ki
bakmıyorlar sesime.
Adımlarım. Hızlı. Olduğundan büyükler. Sapağa bir
erişsem onları düzlükte yakalayacağım.
At niyetine değneğe binmeyi göstereceğim.
Kaybolmak, korkmak akıllarına gelmez ki hiç.
Çeşme yanında. Tek başına
bu kez. Neden? Küçüğünü göremiyorum. O, kaçtığı
zaman ki gibi koşmakta. Topukları sırtına çamur sıçrata sıçrata. Allah’ım!
Bir çırpıda oluk başına nasıl gelebildim. Rüya görüyorum. Kollarımı uzatıp uçardım. Havalanmam için
ikisini aynı anda yukarı kaldırmam yetiyor.
Sonra düşündüğüm yöne uçuveriyorum. Uykuda
bulunduğumu işte
o vakit bilirdim. Uykusuz insanların
dünyasına ulaştıracak kapıyı geçmeden yoluma devam ederdim. Şimdi bilemedim. Buradayım. O mesafeyi koşmadım hiç. Yürümedim de. Ama ben hala kapı eşiğinin karanlık yakasındayım. Oluğun başında. Yattığı yerden yüzünün
yüzümü görebildiği çeşme
kurnasının önünde. Tutup dışarı çeksem diğerleri yetişecek. Ve beni görecekler başında.
Ama o yüze canlılığını veren bakışları
hareketlenecek. Yakaladım. Islıklarını hiç umursamadım.
Uyanmıştım,
kapının zili çalıyordu. İç çamaşırlarıma dek ıslaktım. Şu kâbus yüzündendi.
Belleğime saplanıp kalmış bir anıyla onca sık yüzleşmekten. Gelen yine o. Ben
önceki gün oturduğu kanepenin çarşafını alıp kuruması için balkona asarken o
aynı yerden, akşama dek yaptığı şeyleri sıralıyordu. Çınarın gölgesinde içtiği
çayın lezzetini unutamayacakmış. Sonra çantasından çıkardığı kolyesini uzattı
bana. Satıcıyla sıkı pazarlık yapıp almış. Taş zemine kuğu motifi işlenmiş bir
rölyefti gösterdiği. Yol boyunda hemen her tezgâhta satılan ucuzluktaki şu şey
için kırık dökük diliyle çektiği zahmeti düşündüm. Aldatılma endişesini
anlayabilirdim. Gece okuduğumla kolye arasındaki benzerliğe takılmıştım ben
daha çok. Tesadüfse, böylesine.
Sofrayı
balkona taşısak, diyorum. Kalkıyoruz. Elinde tabak, çipuraları getirdiğini
söylüyor. Sıra sosunu hazırlamaya geldi, dedim. Asıl zorluk burada.
Sarımsakları havanda dövdüm. Geniş bir kâseye yeterince zeytinyağı, içine az
önce dövdüğüm sarımsakları, pul biberini, bir tutam defne otunu, üzüm sirkesini
ekledim ve iyice karıştırdım. Beni izliyordu. Bu hoşuma gitmiş kısa zamanda
bitirebileceğim işi kasten geciktirmiştim. Nane ve kekik eklemeyi neredeyse
unutacaktım. Balıkları sosa bulayıp tabağı uzattım. “Şimdi sıra sende” dedim.
Tarif ettiğim şekilde çipuraları mandalina yaprağına sardığını görmek
izlenmekten daha da keyifliydi. Çok
iştahlıydı. Izgara hiç boş kalmadı. Zeytinyağının yöremizde hangi usulle
işlendiğini anlatırken beni dikkatle dinlemişti. Çatal bıçağını kılçıkla dolu
tabağın kenarına bırakıp peçeteyle ağzını silerken bir an sessiz kalıyoruz.
Gerdanını gölgeleyen nesneye baktım, kolyesiydi. Gümüş parlaklığında teninin
kıvrımıyla hareketlenmiş ve aşağı doğru salınmaya istekli görünmüştü bana.
Okumalıyım, dedi ayağa kalkarak. İzin vereceğine inanıyorum, hiç değilse bir
kısmına. O ara mutfağa yönelmiş kahve hazırlayacağını söylemişti.
Norveç’te
kahveyi geyik sütüyle içtiklerini bilir miydim. Hayır. Üzerimde beklediği etki
her neyse verdiğim cevap bunu yeterince dışa vurmuş olmamalı ki anlatmaya
başlıyor. Bende bir şaşkınlık belirtisi görene dek sürdürmek niyetindeydi.
“Bir
kere sütü diğer hayvanlardan çok daha besleyicidir.”
Biçimsiz
boynuzuyla gözümde canlanıyor hayvan. Onu sağarken süt kovasına tekme atmaması
için uysal bir ses sanki yanımdaymış gibi yalvarıyor.
“
Toynakları bir tür bitki soğanına kolayca ulaşabilmesini sağlar. O sebeple.”
Büyükçe bir yudum daha alıyor fincanından. Bakışlarım bu kez rahatsız etmiyor
gibiydi.
“
Kuzey Norveç köylüsü için Rengeyiği kutsaldır diyebilirim. Adına şenlik
düzenlenip kimisince kutsanır.”
“
Peki, ” diyorum, “ özellikle sen, bu konuda ne düşünüyorsun? ”
“
Şenlikler çoğumuz için eğlencelidir. Amaç eğlenmekse tabi.”
“ Ya, bu kutsamanın olağan dışı bir öyküsü
varsa.”
Eli
kolyesine uzanmıştı. Kuğulu tarafı içe gelecek şekilde usulca çevirdiğini
gördüm. İstemliydi davranışı. Buna yemin edebilirdim.
“Açıklayamadığımız
pek çok şeyle karşılaşabiliriz hayatta. Kendimizi hemen tavır almak zorunda
hissetmemeliyiz. Zamanla düşüncelerimiz berraklaşacaktır. Neyi olağan bulup
neyi bulmadığımızın cevabını verebileceğimiz doğru ana kadar beklemeliyiz
bence.”
“ Yanlış anlamadıysam sorun zamanlamada
diyorsun sen. Bize gerçeği gösterecek bir iç sesinden yoksun olduğumuzu
söylüyorsun. ”
“
Hayır. Böyle demek istemedim. Yaşadığımız sürece o iç sesimiz hep olacak. Fakat
değişebileceğini niçin dikkate almayız bunların. Düşünsene, tüm sorunumuz belki
burada. Esnekliği kendimizden dahi esirgemekte.”
“
Uzlaşmak” diyorum, “ demek ki ulaşacağımız doğrular kadar önemliymiş.”
Fakat
uzlaşmaya uzanan yol hem engebeli hem de çok dolambaçlı. Başladığınız noktaya
geri dönmek ve yeni umutlarla yeni başlangıçlara ihtiyaç duyuyor. Onunla bunu
denemiştik biz. Defalarca gidip gelmesi gerekmişti ülkesine. Üzgünüm. Az sonra
kalkacak uçakta okurken oyalanacağı bir öyküsü bu kez de bulunmayacak. Ama konu
öyküyse aramızda yaşanana bakabilirdi sonuçta. Av kimdi gerçekte, avcı kim! Hiç
bitmezdi bu öykü. Hani yazmakla diyorum.
Aydın AKDENİZ