Çetin Bey Merhaba.

     Mektubumu çok geciktirdiğimi biliyorum. İki ay kadar oldu galiba! Nedenini anlatırsam, beni bağışlayacağınızı umuyorum:

     Çok zor günler geçirdim. Kendimi toparladıktan sonra size yazmaya karar verdim. Kâbustu yaşadıklarım, belki de işkence… Bu cümlem tam olarak atlatabilir mi o kötü günleri, bilemiyorum! Sadece bildiğim, şu an kendimi eskiye göre çok daha iyi hissetmiş olmam.

     Hatırlarsanız, Metin’in beni kaçırmakla tehdit ettiğini anlatmıştım. Dediğini yaptı.

     Çok önemli bir işim olmadıkça dışarıya pek fazla çıkmamaya çalışıyordum. O gün, evde öyle sıkıldım ki kendimi dışarıya atmazsam patlayacağım zannettim. Çıktıktan birkaç dakika sonra yanımda bir otomobil durdu. İçinden iki kişi indi. Biri on sekiz, diğeri yirmi beş yaşlarında iki delikanlı. Yaşça büyük olan; “Yenge, bize zorluk çıkarmadan arabaya bin! Sana bir zarar vermek istemiyoruz. Seni Metin abi istiyor, onun yanına götüreceğiz.” Dedi. Direnmemin bir faydası olmayacağını düşündüğüm için dediklerini yaptım.

     Ben arabanın arka tarafına binince biri yanıma oturdu, diğeri de direksiyona geçti. Hareket edince yanımdaki ilk iş olarak çantamı istedi ve içini karıştırmaya başladı. Ne aradığını sordum, cevap vermedi. Telefonumu bulunca alıp cebine koydu, sonra da çantamı iade etti. Böylece ne aradığı da anlaşılmış oldu.

     Araba çok hızlı gidiyordu, ama gene de geçtiğimiz yerleri görebiliyordum. Buraları biliyordum. Bu hızla gidersek mutlaka bir kaza yaparız diye aklımdan geçiriyordum ki yola bir köpek çıktı. Sürücü frene bastı, ben çığlık attım. Köpeğe çarptığı halde durmadı, aynı hızla devam etti. Birkaç yüz metre gittikten sonra bir sokağa saptı, bir ilkokulun yanından geçtik. İlkokulun adını okuyup hafızama yerleştirdim. İyi ki öyle yapmışım. Çünkü bu okulun az ilerisindeki depo gibi bir yerde durduk. Beni içeri soktular, kapıyı da üzerimden kilitlediler. Ben içeride yalnız başıma kaldım. Onlar dışarıda bekliyorlar mıydı, yoksa gittiler mi, bilmiyorum.

     Tir tir titriyordum. Korkudan mı, soğuktan mı? İçerisi karanlıktı. Birkaç dakika yani gözüm karanlığa alışıncaya kadar hiçbir şey göremedim. Sonra yavaş yavaş içerideki eşyaları fark etmeye başladım. Bir masa, birkaç tane kalas, plastik bidonlar ve boya kutuları vardı. Ellerime ve yüzüme yapışan şeyler de örümcek ağı olmalıydı. Kalasların üzerine oturup heyecanımın daha doğrusu titremelerimin sona ermesini bekledim.

     Kendimi iyi hissedince de bir şeylere çarpmamaya dikkat ederek kapıya doğru yürüdüm. Dışarıdan sesler gelip gelmediğini anlamak için kulağımı kapıya dayayıp dinledim. Araba sesleri vardı, insan sesi duymamıştım. Geri döndüm. Tekrar kalasların üzerine oturdum ve üzerimde sakladığım ikinci telefonumu çıkardım. Önce polisi mi yoksa annemi mi arayayım, diye tereddüt yaşadım. Annemin çok heyecanlanacağını, beni soru yağmuruna tutacağını ve dolayısıyla zaman kaybetmeme neden olacağını düşündüğümden önce polisi aradım. Kaçırıldığımı söyledim, bulunduğum yeri tarif ettim. Tabii gelirken yanından geçtiğimiz okulun adını da verdim. Sanırım okulun adını vermiş olmam polisin işini bir hayli kolaylaştıracaktı.

     Annemi aradığımda önce bir çığlık attı, sonra ağlamaya başladı ve kendi kendine söylendi. Onu sakinleştirmem çok zor oldu. Nihayet ne yapması gerektiğini anlatabildiğimde ise en az on dakika geçmişti. En yakın karakola gidip durumu anlatmasını ve verdiğim adresi söylemesini istedim. Bu arada olayı babama şimdi söylememesi konusunda da sıkı sıkıya tembihledim. Babamda kalp rahatsızlığı var, aniden böyle bir olayı duyarsa ciddi sorunlar yaşayabilirdi.

     İçerideki rutubet kokusu genzimi yakıyordu. Penceresiz, havalandırmasız bir yer… Şükür ki çok fazla beklemedim. Polis çok çabuk yetişti. Kapıyı vurarak korkmamam gerektiğini, gelenlerin polis olduğunu, kapıyı kıracaklarını, o nedenle kapıdan uzaklaşmamı bana söylediler. Kapıyı kırıp içeri girmeleri neredeyse bir dakika bile sürmedi.

     Beni kaçıranları da polis daha sonra yakalamış, ama kaçırtanı yani Metin’i bulamamış. O gün beni önce hastaneye, oradan karakola ve savcılığa götürdüler. Bu hastane, karakol, savcılık üçgeninde daha sonraki günlerde de gidip gelmelerim olacaktı.

     Bu olayın bir de eş-dost, arkadaş, akraba, mahalle tarafı var ki beni esas bezdiren de bu… Her sorana anlatmak zorundasın. Seni dinleyenler ya “ah, vah, tüh” diyorlar, ya da inanmayan gözlerle sana bakıyorlar. Hatta için için sevinenler bile olduğunu tahmin ediyorum. Neyse fazla kötümser olmamak için diyeyim ki bana öyle geliyor…

     Böyle zamanlarda insan yanında dertlerini paylaşabileceği gerçek bir dost istiyor, hem de çok istiyor. Bir de bakıyorsunuz etrafınızda dost bildiklerinizden hemen hemen hiç kimse kalmamış. Tanıdıklarımın çoğu ise bana adeta bir cüzzamlı muamelesi uyguladılar. Çünkü benden uzak durmaya çalışıyorlardı.

     İnsanların yaptıkları beni üzdü, ancak bir yerde okuduğum şu ifadede teselli buldum: “Tutunacak bir dalın, derdini paylaşacak bir dostun mu yok? Üzülme! Nasıl olsa gün gelecek o dal kırılacaktı ve o dost seni bırakacaktı.”

     Keşke bu sözle daha önce karşılaşmış olsaydım. O zaman şimdi yaşadıklarıma karşı daha hazırlıklı olurdum. Böyle diyorum, ama o sırada başıma gelen bu felaket olmayacağı için belki de bu sözü çok abartılmış bile bulabilirdim.

     Bir masaldaki Serçe diyor ki: “Konduğum dal kırılsa ne yazar? Yeter ki kanadım kırılmasın.” Evet, nasıl ki serçeye asıl fayda kanadından varsa, bana da asıl fayda kendimden olacaktı.

     Tabii güzel şeyler de oldu bu aralar. Mesela yüzlerce sayfa yazı yazdım. Çoğu ölüm, aşk ve korku üzerine… Bu konuları seçmiş olmam elbette ki tesadüf değil. İşin doğrusu galiba konular kendilerini seçtirdi!

     Sizin “Yazma aynı zamanda terapi yerine de geçer.” Sözünüz hep aklımda. Üstelik son yaşadığım olaylarla da sözünüzün doğruluğu bir kez daha kanıtlanmış oldu.

     Deneme türündeki yazılarımı gözden geçirdim, düzeltmeler yaptım. Gördüm ki bir kitap olacak kadar materyal var elimde. Kitap bastırmak için ne yapmam lazım? Bu konuda bana bilgi verirseniz, yol gösterirseniz çok sevinirim. Çünkü benim kitap bastırma konusunda sahip olduğum bilgi yok denebilecek kadar az.

     Aklıma takılan bir soru var. Cevabını bir türlü bulamadım. Size de sormak istiyorum:

     ”Kusurla sev!” Diyor bir yazar. Düşünüyorum, düşünüyorum bu nasıl mümkün olacak bilmiyorum. Çünkü ufak tefek kusurlar mı, büyük kusurlar mı kastediliyor, diye kendime soruyorum. Ya kişi baştan aşağı kusursa ne olacak? Buna rağmen yine de sevilmeyi hak edecek mi?

     Hoşça kalın…

     Nilay

**

       Nilay Hanımefendi Merhaba!

     Geçmiş olsun. Bir bayanın başına gelebilecek en kötü olaylardan birini yaşamışsınız. Her şeye rağmen ayakta kalmanız hatta dimdik duruyor olmanız nedeniyle övgüyü de hak ediyorsunuz. O nedenle sizi kutluyorum.

     Hayatta iyi insanlar olduğu gibi doğal olarak kötü insanlar da vardır. Kötü insanların varlığını inkâr edip polyannacılık oynamaya kalkan aşırı iyimserler, bu iddiaya karşı çıkabilirler. Tabii karşı çıkışları gerçeği değiştirmez; sadece onların yanılgılarını sürdürmelerini sağlar.

     Zaman zaman kötüler başarılı olabilirler, hatta zafer bile kazanabilirler. Ancak tarih bize gösteriyor ki hiçbir kötünün zaferi kalıcı olmamıştır. Sonuçta kazanan yine iyiler olacaktır.

     Nasıl ki kötü ahlâkın yolu, önünde sonunda bataklığa çıkarsa; kötü insanı bekleyen de aynı sondur.

     Bir dostum hayatın önüne çıkardığı sürprizlerden yakınıyordu. Hazırlıklı olmadan bunlarla karşılaşmış olması canını çok sıkıyordu. Ona dedim ki:

     “Hayat sana sürpriz yaptı diye şaşırma sakın; işi o. Eğer hayatın bir sürprizi ile uzun süre karşılaşmadıysan, asıl o zaman şaşır, hatta yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek için bir de kendini çimdikle. “

     Kitap bastırmayı düşünmüş olmanız beni sevindirdi. Bu konuda yayımlanmış iki tane yazımı özetleyerek size yardımcı olmaya çalışacağım:    

     Bu günlerde çok sayıda dosttan kitap yazdıktan sonra “Eyvah kitap yazdım!” diyen yakınmalar duydum. Belki siz de aynı durumdasınız ve belki de bir çığlık da siz atmak üzeresiniz.

     Yazmaya hevesiniz ve yeteneğiniz var. Yazdıklarınız birikip de bir kitap hacmine ulaştığında “Şu ölümlü dünyadan geçip gideceğiz. Hiç olmazsa arkamızda bir şeyler bırakalım.” Diye düşünüyorsunuz ve bir kitap bastırmaya karar veriyorsunuz. Bunu nasıl yapabileceğinizin yollarını araştırdığınızda, belli başlı iki seçenek olduğunu görüyorsunuz:

     1-Eserinizi bir yayınevine göndererek basılmasını sağlamak.

     2-Eserinizi kendi imkanlarınızla bastırmak.

     Birinci yolda karar kıldıysanız işiniz oldukça zor demektir. Kitabınızın kopyalarını gönderdiğiniz yayınevlerinin hepsinden olumsuz cevap alma ihtimaliniz çok yüksek. Belki de çoğu sizin eserinizi okuma zahmetine bile katlanmadan reddetmiş de olabilir. O nedenle reddedilen eserinize bakıp da değeri hakkında bir hüküm vermeyiniz.

     Türkiye’de tanınmış birkaç yazarın dışında yayınevlerinin eserini yayımladığı ismi bilinmeyen kişi, ya hiç yoktur ya da çok azdır. Çünkü yayınevi de kendini koruma güdüsüyle hareket ediyor. Öyle ya satıp satmayacağını bilmediği bir kitaba neden yatırım yapsın ki? Kısacası bu yol size KAPALI…

     Nilay Hanımefendi, böyle konuşuyorum diye sakın moralinizi bozmayın ve asla yazmaktan da vazgeçmeyin. Mücadele etme azminizi hiç kaybetmeyin. Ama gerçekleri de bilin!

     Ben kendi yaşadığım olaylardan hareketle sizi bilgilendirmeye çalışıyorum. Amacım sizin hevesinizi kırmak değildir. Hani meşhur fıkradır: Hocamız damdaki karları kürerken, aşağıya düşmüş ve bayılmış. Herkes başına üşüşmüş. Kimi doktora götürmeyi, kimi çıkıkçı çağırmayı teklif ediyormuş. Kendine gelen hoca seslenmiş: “Bana öncelikle damdan düşen birini bulup getirin!” Yani, damdan düşenin halini, ancak damdan düşen anlayabilir. İşte bir damdan düşen de benim…

     Gelelim ikinci yola. Kendi imkanlarınızla kitabınızı bastırmaya karar verdiyseniz önce bir maliyet araştırması yapmanız gerekecektir. Yayınevleri istedikleri ücreti verirseniz eserinizin niteliğine bakmadan yayımlamayı kabul edecektir. O nedenle önce bu işi en ucuza yapanı bulmaya çalışmalısınız.  Kitabınızın sayfa sayısı ve baskı adedi ödeyeceğiniz ücrette rol oynayacaktır. Yayınevlerinin size yapacakları fiyat tekliflerinde de farklılıklar görürseniz hiç şaşırmayın. Mesela 160 sahifelik bir kitaptan 1000 adet bastırmaya karar verirseniz yayınevlerinin size teklif edecekleri fiyat 3000 ilâ 5000 lira arasında değişecektir.

     Ekonomik durumunuz bu rakamı karşılamaya yetmedi mi? O zaman ikinci yolda bir başka seçeneğiniz daha var: Bir matbaacı ile anlaşarak kitabınızı bastırmak. Maliyet öncekinin yarısı kadar olacaktır. Eh, fena bir kazanç sayılmaz. Ama…

     Evet, ama diyorum çünkü kendinizi bir maratoncu gibi bu yeni uğraşıya hazırlamanız şart. Önce bir matbaacı bulacaksınız. Onunla sıkı bir pazarlık yapacaksınız. Sonra kitabınızın kapağını hazırlayacak ya da hazırlatacaksınız. Dizgi işini yapacak bir editör bulacaksınız.    Bu arada Kültür Bakanlığının sitesine girip oradaki formları doldurup kitap basımı için başvuruda bulunacaksınız ve eserinize bir ISBN numarası alacaksınız.

     Sonra da matbaacıya “Basabilirsiniz.” Diyeceksiniz. Tabii matbaacıyla olan mücadelenizde de biraz sabırlı olacaksınız. Kitapları teslim edeceği tarihte bunun gerçekleşmeme ihtimali oldukça kuvvetlidir. Defalarca kitabınızın son halini görmek için matbaaya gidip gelmek zorunda kalabilirsiniz. O nedenle sabır diyorum.

     Sonunda kitabınız basıldı… Bir araba tutup kitapları evinize getireceksiniz. Şayet birkaç kitap bastırdıysanız evinizin bir kitap mezarlığına dönüşme ihtimali de vardır. Öyle ya binlerce kitabı nereye sığdıracaksınız?

     Bitti mi? Hayır. Kültür Bakanlığından kitabınız için bandrol de almanız gerekiyor. Önce yine bakanlığın sitesine girip bandrol başvurusu yapıyorsunuz, sonra da Ziraat Bankasına 20 lira yatırıp Kültür Bakanlığı bürolarından 1000 adet bandrol alıyorsunuz. Tabii bu bandrolleri evdeki kitaplarınıza tek tek yapıştırıyorsunuz. Çok şükür bitti değil mi?

     Hayır, gene bitmedi… Belki de en zoru sona kaldı. İyi güzel de siz bu kitapları kime ve nasıl satacaksınız? Okura nasıl ulaştırmayı düşünüyorsunuz? İnternetten sağa sola duyursanız, kitap fuarlarına katılsanız belki kitaplarınızı okurlara sınırlı sayıda ulaştırabilirsiniz. (Kitap fuarlarına katılan yayınevlerinin çoğunun zararla döndüğünü biliyor musunuz? Fuarlarda günü bir-iki kitap satışıyla kapatan yazar da maalesef çok… )

     Bedava mı vereceksiniz kitabınızı? Güzel fikir de kime? İnanın bedava verdiğinizde bile almak istemeyen çok sayıda kişi ile karşılaşacaksınız. İsteyenlerin adreslerine gönderseniz… O zaman da posta ya da kargo parasını da sizin ödemenizi isteyenler bile olacaktır. Bu kadar masrafı karşılayabilecek misiniz?

     Az kalsın unutuyordum: Basılan her kitaptan savcılığa ve milli kütüphaneye de belli sayıda göndermek gerekiyor. (Bu yasal bir zorunluluk.) Gerçi bunu yapmak matbaacının işi, ama genelde onlar bu işi savsaklattıklarından durmadan mail adresinize yasal uyarılar gelir, rahatsız olursunuz ve sonunda siz göndermek mecburiyetinde kalırsınız.

     Öyleyse bir dağıtım şirketine veririm kitapları, diye bir çare ürettiğinizi duyar gibiyim. Vermeden önce iyice düşünün derim. Zira bu yolu seçip de bir kuruş bile para alamayan dostlarım var…

     Bu konuda daha söyleyeceklerim var. Sadece problemi ortaya koymak yetmez, çözüm önerilerinde de bulunmak gerekir. Sıkılmadıysanız onları da daha sonra anlatırım.

     Mektubunuzun sonundaki sorunuza gelince: ”Kusurla sev!” diyen yazar sevginin yüceliğine, bağışlayıcılığına işaret etmek istiyor olabilir. Aslında seven kişi sevdiğinde kolay kolay bir kusur görmez. Görse de önemsemez. Sevmediğimiz bir kişideki en ufak kusur bize batarken, sevdiğimizdekini fark bile etmeyebiliriz.

     Yaşamak için sevgi şart mı? Yaşamak için sevgi şart değil. Sevgisiz de yaşanır, ancak tıpkı bir ot gibi…

     Az önce yazmaya ara verip balkona çıktım. Gece siyah elbisesini giymiş, çapkın yıldızlar göz kırpmaya başlamış, ortalığı rahatlatıcı bir sessizlik kaplamış… Gökyüzüne hayranlıkla baktım, baktım… Bu güzel duygular bana vefasız eski bir sevgiliye aşağıdaki sitemimi yazdırdı:

     “Yıldızların öpüştüğü, güneşlerin tek tek söndüğü, ayın gözyaşlarını saklamak için buluttan gözlük taktığı o geceyi, evet o geceyi hatırlıyor musun? Sen neşe saçarken, ben hüzün doluydum; sen kahkaha atarken ben kan ağlıyordum. Takdir-i ilâhi her şeyde olduğu gibi bunda da nasıl dengeyi sağlamıştı: Zira o gece, ben mesut olmayı isterken, sen mutsuzluktan söz ediyordun...”

     Ayrıca kendime nasihatlerde de bulundum. Çünkü biliyorum ki nasihatlerime başkalarının değil, en çok benim ihtiyacım var. İşte kendime bu geceki nasihatim:

     “Zor bir işe başlayacaksan cesur ol, başaramadığın işlerde sabırlı ol ve tekrar dene, elin ayağın tutuyorsa gözlerin görüyorsa şükreden ol, sahip oldukların varsa mutlu ol, dost edindiysen vefalı ol, cahille karşılaşırsan sessiz ol, bilgili insanların dinleyicisi ol, haksızlık karşısında adaletten yana ol, yoksullara ve hastalara yardımcı ol, kötülere karşı affedici ol, iyilikleri unutan değil hatırlayan ol, hayvanlara karşı en az insanlara olduğun kadar merhametli ol, doğayı seven ve koruyan ol, aklını zararlı değil yararlı işlerde kullanan ol, ol,ol…  Evet, ol ki insanım diye etrafta dolaşabilesin.”

     Hoşça kalın.

     Çetin

**

(Devam edecek...)

( Yanlış Adrese Mektup-6 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 19.10.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.