Derin bir iç geçirdi
öncesinde kapamadan kapıyı. Kapatmalıydı da, mecburdu terk etmeye. İstenmediği
o ortamdan uzaklaşmalı ve gitmeliydi buralardan.
O sevdiği dört duvar,
kopamadığı kabuğu, saklandığı o fanus oysa kırıktı artık camı.
Çiçeklerini de
bırakacaktı, gözü gibi baktığı o balkon: Kumruların mekanı, isyanlarını
boşalttığı ve sayısız kere sigara içtiği gün batımında.
Korunaklı dünyası her
nasılsa göze batmış ve yadırganmıştı.
Yerde tepe taklak
yuvarlanan bir kaplumbağadan yoktu asla farkı. Başarmışlardı nihayetinde ve
koparmışlardı ruhundan bileşkesi olan vücudunu.
Sığdığı kadar eşyasını
koydu valizine, sığdığı kadar doldurdu çantasını o eski yüzlü, sararmış
kitaplarla. Çok şeyini de atmıştı ayrıca. Kolay mı yıllarını vermişti bu
mekana. Sanrılarını kollamıştı hatta elden geldiğince. Olsa olsa hayallerdi
sanrı gözüken, olsa olsa yitip giden yıllarıydı.
Defalarca karışladı
evi, bıkmadan usanmadan.
Tozunu, küfünü bile
özleyecekti kiminin hakir gördüğü o küçük dünyasının.
Engel olamadı göz
yaşlarına, izin verdi aktığı kadar aksın. Hiç umursamazdı da üstelik. Eğer ki
sessiz ve yoksun hayatı birilerine fazla geldiyse yüksünmezdi de ağlamaktan.
Katmerli bir yok oluştu
onunki, uzun bir yolculuktu başka dünyalara açılan.
Peyder pey tükettiği
ümitleri artık iyice kaybolmuştu.
Anlamı da farklıydı
onun için anlatımı da. Zira kanıksanmamıştı düş ürünü sanrılar belleyen
zihniyetlerce.
Kaçıp sığındığı yuvası.
Yuvayı dişi kuş yapsa da dişisi de erkeği de oydu o yuvanın.
Neşesi de hüznü de tek
kişilikti.
Varıyla yoğuyla ne
varsa koruyup kolladığı.
Dili olsa da konuşsaydı
şu duvarlar, renk renk ve güneşin ince serzenişi gökyüzünden ona uzanan. Ruhu
olmazdı oysa nesnelerin ne de dili. Tadı da olmazdı…
Hayır, hayır öyle bir
olurdu ki. Dilinde kalan tat artık acıydı. Ruhu çoktan karışmıştı bu mekana
üstelik. Ayrıca dili de vardı sadece onun anladığı ve gönülden hissettiği.
Ne yarınlar önem arz
ediyordu artık ne de geride bıraktıkları. Külliyen hüsranın cebelleştiği o
boşluk ve karşılığında tüketilen ne varsa.
Ağırdı yükü çok ağı hem
de…
Sonsuzdu oysa bellediği
hayat. Kala kala saniyeler kalmıştı oysa elinde kuru bir hoşça kal demek için.
Çok savaşmıştı üstelik
bilinenden de öte. Çok emek vermişti ama saniyeler ile sınırlı kalmıştı son
demi bu kabusa dönüşen rüyanın. Bitimine ramak kalmıştı ve bir an evvel de
bitmeliydi.
Ya o ya yokluk.
Ya elveda ya da hiçlik.
Kıpırtıları da sona
erdi mi artık tamamen hazır olacaktı yeni dünyasına. Çoktan nihayetlenmişti de
üstelik kıpırtı diye addettiği.
Basmaya kıyamazdı yerlere
şimdi lastik tabanlı ayakkabılarıyla tekmeler savuruyordu dört bir yana uçuşmuş
kalıntılara.
Anıtı ebediyete intikal
etmişti an itibariyle.
Ne pişmanlık ne de
isyan. Sadece sessiz bir kabulleniş uzun süredir ertelediği üstelik.
Vakti gelmiş yeni bir
devranın onu bekleyen o huzurlu ortamı yaşadığı bunca eziyetten sonra.
Somut, elle tutulur
hiçbir bahane olmasa da ömrü çalınmıştı.
Giriş, gelişme ve
sonuç. Ama haricindekilerin tayin ettiği bir son. Sonlandırılmış bir döngü,
mecbur bırakıldığı. Soyut bir varlık anlaşılma ihtimalinin olmadığı.
Ne bir terk ediş ne de
sona eren bir rüya.
Olsa olsa yönü tayin
edilmeye muktedir olmayan bir seyrin, bir dönemin sonu.
Kıpırtıları tamamen
nihayetlenmişti bu boşluğa boş gözlerle bakarken.
Yoktu artık ama var
olacak mıydı yeniden? Kim bilebilir ki?
Seyreldi bakış açısı.
Dona kaldı o şevk dolu umutları.
Yeniden doğacaktı,
doğmalıydı da. Hep doğmuştu bu güne kadar. Sancılı bir doğum olacaktı yine hem
de hiç olmadığı kadar. Olmalıydı da. Mecbur bırakıldığı ve yer almadığı bu
düzenek yasaktı ona hiçbir kuralı ihlal etmediği halde.
Son bir tekme savurdu
tüm hıncı ve öfkesiyle.
Tek damla yaş dahi
düşmedi gözlerinden kapıyı çekip giderken.