VOTKACI
HOCA
ÖYKÜ-ERHAN
PALABIYIK
Sonbahar mevsimiydi. Karanlıkdere Vadisinin
güzelliği iyice bozulmuştu. Sanki duvağı açılmış da çirkin yüzü ortaya çıkmış
bir gelini andırıyordu. Oysa ilkbaharda, yaz günlerinde ne kadar canlı ve
güzeldi bu vadi. Kuşlar, arılar, kelebekler, böcekler uçuşur, baştan başa
dolaşırlardı vadiyi. Şimdi kuşlar göç etmiş, kalanlar da yuva yapıyorlardı.
Bağlar bozulmuş, binbir koku veren meyve ağaçlarının yaprakları sararıp
dökülmüştü. Kavak ve söğüt ağaçları, ayva ağaçları bir bir yapraklarımı
döküyordu gözyaşı gibi. Yeşil ekin tarlaları sararıp solmuş, biçilen sapları
kalmıştı sadece. Köylüler, kaldırdıkları ekinleri harmanlarda, dövenlerle
öğütüp ambarlara doldurmuş, yenice bir soluk almışlardı. Karıncalar ise ekin
tarlalarının son danelerini çekiyorlardı artık. Aniden esen bir rüzgar, toprak
evlerini yıkıp kapatıyor, sonra çabuk çabuk tekrar açıyordu karıncalar. Kuruyan
çiçeklerin tohumları etrafa saçılıyordu rüzgarla. Yemyeşil olan herşey şimdi
sarıya kesmiş, toprağın rengi bile değişmişti. Güllü köye son güz gelmişti.
Öğle vakti, omuzun heybesiyle genç bir adam
geliyordu köye doğru. Köyün çocukları, onu dilenci sandılar. Her perşembe günü,
köye dilenciler gelir ve "perşembelik" toplarlardı. Köylüler de
onlara un, yağ, bulgur gibi şeyler verirlerdi. Çocuklar, adamın peşine takılıp
alay etmeye başladılar. Adam, öyle bir bağırdı ki çocuklara, harman yerine
yıldırım düşmüş gibi oldu. Çocuklar, korkudan mıh gibi çakılıp kaldılar. Hiç
beklemiyorlardı böyle bir tepkiyi. Bir daha alay etmeye cesaret edemediler.
Adam, iki büklüm yürüyordu. Kamburu bir höyük gibi ortaya çıkmış, neredeyse
ceketini yırtacaktı. Çocuklar, tekrar peşine takıldılar. Sivri burunlu, mavi
gözlü, pembe yanaklı bu yabancının, güneşte yüzü parlıyordu. Başındaki terliği
ara sıra çıkarıyor, terini kuruttuktan sonra tekrar giyiyordu. Saçlarımı yana
taramış, adeta yapıştırmıştı. Ayaklarında da iskarpin vardı. Yana kayan
heybesini tekrar omzuna çekerek rahat yürümeye çalışıyordu. Bu, rengarenk el
dokuması heybeler, çoğu gezginlerde bulunurdu. Adamın heybesi o kadar güzeldi
ki ona bakan kamburunu görmezdi bile. Çocuklardan kurtuluşu olmadığını
anlayınca heybesinin cebinden, şeker ve keçiboynuzu çıkarıp birer birer
çocuklara dağıttı. Elleri bembeyaz ve bakımlıydı. Hep birlikte, köyün
girişindeki camiye kadar geldiler. Caminin önündeki beyaz taşa oturup biraz
soluklandı adam. Sonra başka çocuklar da geldiler yanına. Heybesinden çıkardığı
akide şekerlerini, halkalı şekerleri onlara da dağıtırken muhtarın evini sordu
çocuklara. Çocukların, alay edemedikleri için hevesleri kursaklarında kalmıştı
ama renk renk şekerleri, keçiboynuzlarını alınca çok sevinmişlerdi. Çoktan beri
çerçici de gelmemişti köylerine. Çocuklardan biri, bir yandan şekerini yerken:
"Mıhtar emminin evi aha şurda. İstersen düş önümüze, seni götürelim."
dedi. Adam, hemen kalkmadı. Uzun yoldan geldiği belliydi. Belki karnı da açtı.
Cebinden mendilini çıkarıp yüzünü sildi. Mendilinin hafifçe kirlenen yüzünü
içine katlayıp tekrar cebine koydu. Çocuklardan su istedi. Çocuklar, yarış
edercesine evlerine dağılıp su getirmeye gittiler. Suyu getirip bir şeker daha
almak istiyor gibiydiler. Suyu ilk getiren çocuğun testisini, kafasına dikip
kana kana su içti adam. Sonra testinin tıpasını kapatıp yanına koydu ve elinin
tersiyle ağzını sildi.
Çocukların, bir adamın etrafında toplandıklarını
gören birkaç köylü, merak edip adamın yanına geldiler. Hepsi ayrı ayrı:
"Selamünaleyküm hemşerim. Hoş gelmişsin, sefalar getirmişsin
köyümüze." diyerek selamladılar yabancıyı. Adam, sağ elini sol göğsüne
koyarak: "Aleyküm selam, ağalar. Hoş gördük." diyerek selamlarını
aldı. Köylüler: "Nerden gelip nereye gidersin?" diye sordular. Adam:
"Afyon’dan geliyorum. Köyün muhtarıyla görüşeceğim." dedi.
Köylülerden birisi: "Öğle vaktidir. Buyur hele eve gidelim. Allah, ne
verdiyse yeriz. Sonra seni muhtarın evine götürürüz." dedi. Adam:
"Allah razı olsun. Hele biraz soluklanayım da muhtarın yanına
varacağım." diyerek nazikçe reddetti. Bir diğeri: "Burası güneşim
altı hemşerim. O zamana kadar caminim avlusuna girelim de bari yanma."
dedi. Adam, yavaşça oturduğu yerden kalktı. Tam caminin avlusuna girerken
besmele çekti. Köylüler biraz şaşırdılar. Her gün, yüz kere caminin avlusuna
girip çıkarlardı ama besmele çekmek akıllarına gelmezdi. Adamın arkasından
onlar da besmele çekerek avluya girdiler. Çocuklar da avluya doluşmuşlardı.
Gelen adamın kim olduğunu çok merak ediyorlardı. Adam, heybesini büyük bir
dikkatle omzundan indirip kurumuş otların üstüne oturdu. Köylüler de adamın
karşısına geçip oturdular. Ne anlatacağını merakla bekliyorlardı ki adam, az
ilerideki mezarları görüp tekrar ayağa kalktı. Köylüler de kalkıp onunla
beraber mezarların yanına geldiler. Adam, bir Fatiha Sure–i Şerif okuyup
ellerini hafifçe yüzüne sürdü. Köylüler de duaya ortak olmuşlardı. Adam,
duasını bitirdikten sonra tekrar gelip aynı yere, bağdaş kurup oturdu. O sırada
birkaç köylü daha geldi yanlarına. Duyan, geliyordu. Aralarında koyu bir sohbet
başlamıştı. Çeşmenin başında işlerini yapan kadınlar da camiye gidenleri
görmüşler, gelen yabancının kim olduğunu merak ediyorlardı. Kimi çamaşırlarını
bulaşıklarını yıkayıp, kimi de helkelerine su doldururken gelen adamın kim
olduğu hakkında fikir yürütüyorlardı. Onun, önemli birisi olduğunu sandılar.
Güllü köy, otuz hanelik küçük bir köydü. Bu güzel
köyde, gül çok olduğu için adına Güllüköy demişlerdi. Evlerin etrafında,
bahçelerde, tarlaların kenarlarında binlerce gül ağacı vardı. Geriden bakan, bu
gül manzarasına hayran kalırdı. Güllü köylüler ekinleri, bostanları, harmanları
kaldırıp da boş kaldıklarında kış gelip çatmış olurdu. O zaman köyün erkekleri,
birlikte tavşan ve keklik avına çıkarlardı. Karanlık dere Vadisi’nde neler
olmazdı ki? Kurt, tilki, domuz, çakal, sansar, yaban güvercinleri, su kuşları, daha
neler neler… Köylüler, avlanmaya gittiklerinde mutlaka birşeyler avlarlar,
elleri boş dönmezlerdi. Kurdun, tilkinin postu iyi para eder ve ilçeye götürüp
satarlardı. Kimi zaman da oltalarını alıp Delice Irmağı'nda balık avlamaya
giderlerdi. Buradaki sazanların tadı bambaşkaydı. Sanki tüm köylüler birbirine
küsmüş gibi bir sessizlik yaratıp öyle avlanırlardı. Çocuklar da onların
yanında, minik minik hamurlar yuvarlayıp solucan, böcek bulup takarlardı
oltanın çengeline. Delice Irmağı da ayrı bir gelir ve geçim kaynaklarıydı.
Köyün kadınları da biç boş durmazlardı. Yazın tarlada bahçede çalışır, kışın da
yünden ellikler, başlıklar, çoraplar, kazaklar örerek erkekleri ve çocukları
giydirirlerdi. Köye, yaz-kış Çerçiler gelir, birşeyler satarlardı. Köylülerin,
Yerköy pazarından da alışveriş yaptıkları olurdu ama daha çok Yozgat'a
giderlerdi.
Caminin avlusundaki ağaçların yaprakları, tek tük
adamın önüne dökülüyordu. Adamın anlattıklarına bakılırsa kimi kimsesi yoktu.
Memleket memleket dolaşıp imamlık yapıyordu. Günler öncesinden yola çıkmış ve
trenle Yerköy'e gelmişti. Yerköy'de, kahvehaneleri dolaşıp imamı olmayan
köyleri sormuş, en sonunda buraya kadar gelmişti. Günlerdir yorgun ve uykusuz
olmasına rağmen oldukça iyi görünüyordu. Üstü başı düzgün, yüzü de gülüyordu.
Adamın her yeri doğru, sadece beli eğriydi. Köyün muhtarına hocanın geldiği
duyurulmuş, o da caminin avlusuna gelmişti. Muhtar Tahir, hocayla biraz hoşbeş
ettikten sonra: “Köyümüzde hocamız yok ama köylüye de bir sormak lazım.” dedi.
Öğle vakti olduğu için hocayı yemeğe davet etti. Hoca, yanındaki köylülerle
vedalaştıktan sonra muhtarın evine gittiler. Çocuklar ise muhtarın evine kadar
gidip sonra dağıldılar.
Muhtarın evi, köyün harman yerinin yanındaydı.
Harman yeri de köyün tam ortasında, düz bir yerdeydi. Köylüler, tarladan kağnı
ve eşek arabalarıyla getirdikleri ekinleri ve nohut, mercimek, arpa, mısır gibi
ürünleri buraya yığar, dövenini burada kurar, öküzlerini burada dövene
koşarlardı. Koca öküzler, çakmak taşları takılı olan dövenleri, ağızlarındaki
gevişlerle döndürür dururlardı. Çocuklar, dövenin üstüne çıkmaktan büyük keyif
alırlardı. Ellerinde nohutlar, başlarında yağlıkları, sabahtan akşama kadar
dövenin üstünden inmezlerdi. Susadıkça testiden buz gibi sular içer, sonra
ekinlerin içine sokarlardı, testiyi. Kimi köylüler, dövenle sapları öğütürken
kimileri de akşama doğru harmandan çıkan cecleri savururdu, yabalarla. Öğütülen
ceclerden çıkan buğdaylar, arpalar, nohutlar, mercimekler ve mısırlar, kıldan
yapılmış büyük harallara doldurulur ve eve götürülürdü. Tahta ambarlara
doldurulduktan sonra da ambarların ağzı, delikleri çamur veya gübre ile
sıvanır, böylece hava alması önlenirdi. Ambar hava alırsa içinde saklanan
ürünler bozulur, bitlenmeye başlardı… Muhtarın evinden demiryolu ve köyün tüm
arazisi görünüyordu. Demiryolunun hemen alt tarafından Delice Irmağı akıyordu.
Sessiz ve derinden akan ırmağın, yaz aylarında suyu azalır, kış aylarında ise
adı gibi delirirdi. Arazilere bakıldığında sarı renklerin hakim olduğu bir
tablo görünüyordu. Eski su değirmeni, köyün hemen girişindeydi. Yıkıntıları
halâ ayaktaydı değirmenin. Güllü köylüler, çok çalışkan ve birbirlerine son
derece bağlıydılar. Pek öyle kavga gürültü olmazdı köyde. Jandarma, yılda bir
kere ya gelir, ya gelmezdi. Çevre köyler, bu köye imrenirlerdi. Huzurluydu
köylüler. Hemen hemen hepsi akrabaydı zaten. Kızları, yabancıya vermezlerdi
pek. Herkes işinde gücündeydi. Tarlalarını, derin arklar açarak Delice
Irmağı'ndan getirdikleri suyla, imece usulü sularlardı. Güllü köy’de yetişen
sebze ve meyveler, çevre köylerde meşhurdu. Yerköy pazarına götürdükleri
ürünlerini, anında satarlardı. Geçimleri tarımdandı ama gülcülükten de kazanç
sağlıyorlardı. Ürettikleri reçeller, gülsuları iyi para ederdi. Kısacası iyi
para kazanır, gül gibi geçinip giderlerdi. Çoluk çocuk mutluydular. Şükür eder
dururlardı Allah'a.
Muhtarın karısı, önce soğuk bir çalkama ikram etti,
hocaya. Daha sonra da Allah ne verdiyse koydu sofraya. Birlikte oturup yediler.
Muhtar Tahir, hocanın adının Himmet olduğunu geç de olsa sorarak öğrendi.
Himmet Hoca, çalıştığı illeri ve camileri bir bir saydı muhtara. Yıllardır
evsiz barksız, yurtsuz yuvasız dolaşıp durmuş. Her şeyi, küçükken gittiği
Kur’an kursunda öğrenmiş. Sonra daha çok kitap okuyarak kendisini ulema denecek
bir düzeye getirmiş. Sürekli yeni kitaplar okuyup araştırıyormuş. Hoca bütün
bunları anlattıktan sonra muhtar, köylerinin küçük bir köy olduğunu cemaate
göre hak (ücret) verilebileceğini, bu konuyu köylülerle konuşması gerektiğini
ifade etti. Yemeklerini yedikten sonra birer abdest alıp namaza durdular. Hoca,
namazını kıldıktan sonra dışarı çıkıp köye bir göz gezdirdi. Karşı tepelerde
aralıklı meşe ağaçları görünüyordu. Delice Irmağı'nın kenarındaki kavaklar,
söğütler yapraklarını dökmüştü. Demiryolunun kenarlarına dikilmiş akasya
ağaçları ise biraz daha yeşil görünüyordu. Muhtar Tahir de namazını bitirdikten
sonra hocanın yanına geldi. Muhtar, hocaya köyünü tanıtırken koyu bir sohbete
daldılar. Köyün tam karşısındaki tepenin yamacında başka bir köy vardı. Güllü
köylüler, o köye, kan davası olduğu için pek gidip gelmezlerdi. Muhtar Tahir,
yıllardır köyün muhtarlığını yapardı. Şimdiye kadar karşısına kimse çıkmamıştı.
Tüm köylüler akraba, hısımdı zaten. Köyde, çok az sayıda okuryazar vardı. Daha
çok gençler okuyordu. Yaşlılar da çat-pat Arapça bilirlerdi. Atalarından
öğrenmişlerdi Arapçayı. Güllü köy’ün köy odası, caminin hemen karşısındaydı.
Köylüler, yaz kış burada toplanır, sohbet eder, oyun oynarlardı. Gençler,
sırayla görev alır, odaya gelenlere hizmet ederlerdi. Güllü köylüler,
geleneklerine bağlı insanlardı. Köy, iki yüzyıl önce kurulmuştu. Camide öyleydi
ama uzun süredir caminin hocası yoktu. Camiye ilk gelen kişi ezanı okur, sonra
hep birlikte namazlarını kılarlardı. Kimi zaman da çocuklar okurdu ezanı. Yaz
aylarında herkes tarlada tapanda olduğu için camiye pek gelen olmazdı. Herkes,
bulunduğu yerde namazını kılardı… Yaz aylarında köy gülsü gülsü kokardı. Herkes
bu köye imrenir ama yabancıları da aralarına almazlardı. Kurdukları düzenin,
sağladıkları huzurun bozulmasından korkarlardı. Kız çocuklarına, genelde gülü
çağrıştıran isimler koyarlardı. Gülbeyaz, Güllü, Gülendam, Gülfidan, Gülistan,
Gülcan gibi. Gül ile başlayan o kadar çok isim vardı ki saymak mümkün değildi.
Askere veya gurbete gidenler için de mutlaka bir gülfidanı dikerler ve gözleri
gibi bakarlardı. Gidenler dönünceye kadar gül verirdi, dikilen güller.
Muhtarla Himmet Hoca, köyü biraz dolaştıktan sonra,
eve dönüp derin sohbetlerine devam ettiler. Muhtarın kızı Gülten, hemen dışarı
çıkıp yer ocağını yaktı. Sonra çinko çaydanlığa su doldurup sacayağının üstüne
koydu ve mutfağa döndü. Anası akşam yemeğini hazırlarken Gülten de Hocanın
konuşmalarını dinledi sessizce. Bir ara dışarı çıkıp ocağa koyduğu çaydanlığa
baktı. Su kaynamıştı. Geri dönüp bir avuç çay aldı, götürdü. Çayı demleyip çaydanlığı
da hemen alıp mutfağa getirdi. Bir tepsiye bardakları hazırladı. Çay iyice
demlendikten sonra da bardaklara doldurup içeri götürdü. Bir yandan çay ikram
ederken bir yandan da hocayı süzdü. Himmet Hoca, ciddi bir şekilde bağdaş kurup
oturmuş, konuşuyordu. Bardağını alırken bile bağdaşının bozulmamasına özen
göstermişti... Köylüler, kendi aralarında kambur adamı konuşup duruyorlardı.
Hoca olduğunu duymuşlardı ama hakkında pek birşey öğrenememişlerdi. Onlara göre
Allah'ın bir kambur adamıydı işte. Ondan, hoca olsa ne olurdu ki? Kendisine
bile hayrı olmazdı onun. Allah'ın bir garibiydi. Serçe gibi gelip bir dala
konmuştu işte. Köylüler, böyle düşünüyordu.
Güllü köy’de, hava iyiden iyiye kararmış, köylüler
evlerine çekilmişlerdi. Gülten, akşam yemeği için sofrayı hazırlarken anası da
odanın birisine misafir için yatak hazırlamaya gitti. Yüklükten tertemiz bir
yün döşek, yorgan ve yastık indirdi. Döşeğin yüzünde kocaman kocaman gül
desenleri vardı. Döşeğin üstüne, sakız gibi beyaz bir çarşaf serdi. Yastığı da
koyduktan sonra yorganı açtı döşeğin üstüne. Yorganın yüzü de gül desenleriyle
kaplıydı. Yorganın kenarlarını kıvırıp yatılacak hale getirdi yatağı. Bu köyde,
kadınların giysileri de gül desenli olurdu. Havlu, çarşaf, yatak, yastık köyde
ne varsa hepsi de güllü olurdu. Genç kızların kanaviçeleri, oyaları da hep gül
modellerinden seçilirdi. Çevre köylerden kızlar, bu işlemeleri gördüklerinde
ağızlarının suyu akardı ama modelini kimselere vermezlerdi. Güllü köy’de kadın,
erkek, çocuk güller gibi kokarlardı. Kendi yaptıkları esansları satmazlar,
sadece kendileri kullanırlardı. Kadınları mavi gözlü, beyaz tenli, gül
yanaklıydılar. Erkekleri de sarışın, hafif kızıl yüzlü ve çakır gözlere
sahiptiler. Köyün gençleri, köyün girişindeki tabelaya büyük bir gül resmi bile
çizmişlerdi. Gül, köylülerin yaşam biçiminin bir yansıması, köyün de
sembolüydü… Himmet Hoca ile muhtar, akşam yemeğinden sonra yine namazlarını
kılıp oturdular. Hoca yorgundu ve iyice uykusu gelmişti. Başının bir öne bir
arkaya gittiğini gören muhtar: "Hocam. Yoldan geldin, yorgunsun. İstersen
sen git, istirahat et." dedi. Hoca, sallanırken birden toparlanıp:
"Yatsı namazını da kılalım da ondan sonra yatarız." dedi. Gövdesi bu
dünyada ama ruhu uyku alemindeydi. Bir-iki kere esnedikten sonra tekrar konuşmaya
başladı. Gülten’le anasının da uykusu gelmişti ama gidip yatmamışlardı. Gelenek
böyleydi. Misafir yatmadan, kimse gidip de yatamazdı. Mecbur beklerlerdi
misafiri. Muhtarın da ne çok geleni gideni olurdu? Bıkmadan, usanmadan,
yılmadan herkesle ayrı ayrı ilgilenirdi muhtar Tahir. Köylerinde oda sahibi
olanlar da vardı. Oda sahibi, köye gelen misafiri yedirir, içirir, yatırır,
sabah olunca da uyurlardı. Yüzyıllardır böyle görmüş, böyle de yapmıştı Güllü
köy’ün insanları. Muhtar Tahir, bir yandan hocayı dinlerken bir yandan da:
"Çok fazla hak istemese de köye bu adamı hoca tutsak!” diye düşünüyordu.
Yatsı namazının vakti, çok geçmeden geldi. Yatsı namazlarını da kıldıktan sonra
hoca: "Muhtar efendi. Bana müsaade. Sizi de bekletmeyelim." diyerek
yatmak istediğini ifade etti. Kendisine gösterilen odaya girerken: "Allah
rahatlık versin ev halkına.” deyip kapısını kapattı. Odada yanan gaz lambasının
fitilini iyice kıstı. Ellerini havaya kaldırıp dua okudu. Sonra ceketini,
pantolonunu çıkarıp kar gibi beyaz yatağa girdi. Himmet Hoca kambur olduğu için
yatağa düz değil de yan yatıp uzandı. Hep böyle yatar, böylece de kalkardı.
Başını yastığa koyduğunda: "Beni buraya hoca olarak tutacaklar mı acaba?”
diye düşündü. Çok geçmeden de horlama sesi duyuldu. Yine düşünde esmer
hurilerle uğraşıyordu. Huriler, el edip hocayı çağırıyorlardı her gece. Kısa
bir rüya seansından sonra derin uykuya daldı. Muhtar da yatağına uzandığında:
“Bu hoca, acaba bizim köye hoca olarak durur mu?" diye düşünerek uykuya
daldı.
Tan yeri kızıllaşıp ağarmaya yüz tutunca Himmet
Hoca usulca yatağından kalkıp giyindi. Ev hanesi hâlâ uyuyordu. Yılan gibi
süzülüp caminin yolunu tuttu. Tam şimdi sabah ezanının vaktiydi. Acele
abdestini alıp caminin önündeki beyaz taşın üstüne çıktı. Elini kulağına atıp,
boğazını da hafifçe temizledikten sonra başladı ezan okumaya: “Allahu ekber,
Allaaahu ekber! Allaasaahu ekber, Allaaaaaahu ekber! Eşhedüenla
ilaheillallaaaaaah!... Caminin duvarına çarpan ezan sedaları, evlerin
duvarlarında yankılandı birden. Himmet Hoca, var gücüyle okuyordu ezanı. Sanki
“Ey Allah'ın tembel kulları. Ne yatarsınız? Kalkın, camiye gelin!” diyordu.
Camiye yakın evlerde oturanlar uyanmış, ezanın okunduğu yere doğru
bakıyorlardı. Hoca, kendisine bakanları görünce iyice yükseltti sesini. Topu topu
otuz hane olan köyde, küçük bir ses olsa hemen duyulurdu zaten. Hocanın sesi, Karanlık
dere Vadisi'nde yankılanıp tekrar Güllü köy’e geliyormuş gibi dağılıyordu.
Gecenin sessizliği hocanın sesiyle bozulmuştu. Okudukça sesine daha fazla bir
eko veriyordu. Hafız Burhan gibi okuyor, dağı taşı yıkıyordu. Ezanı okuyup
bitirdikten sonra usulca taşın üstünden indi. Büyük bir zafer kazanmış komutan
edasıyla yürüdü ve camiye girdi. Köylüler de birer ikişer gelmişlerdi camiye.
Hoca, bir-iki saf tutacak kadar cemaat oluştuğunu görünce sevindi. Hemen namaza
başladı. Sonradan gelenler de saf tutup namazlarını kıldılar. Hoca, cemaate
namaz kıldırdıktan sonra dışarı çıktı. Köylüler, hemen hocanın etrafına
toplandılar. Kimi soru soruyor, kimi iltifat ediyordu. Hoca, ağırdan alarak
soruları cevapladı, iltifatlara teşekkür etti. Ne kadar da güzel, manalı
okumuştu ezanı. Köylüleri mest etmişti sesiyle ve ciddiyetiyle. Kalabalığın
içindeki muhtarı görmemişti hoca. Muhtar, birden hocanın koluna girip evine
doğru götürmeye başladı. Köylüler de hocayı davet etmek istiyorlardı ama
geleneklerine göre başkasının misafiri götürülmezdi. Böyle birşey yapmak
hakaret sayılırdı. Muhtar, hocanın koluna girmiş yürürken bir yandan da:
"Hocam. Ağzına sağlık. Ezanı çok güzel okudun. Herkes çok beğendi. Sayenizde
cemaat sabah namazına geldi.” diyerek iltifat ediyordu. Eve geldiklerinde
kahvaltı sofrası hazırlanmıştı bile. Yerdeki tahta sofrada neler yoktu ki? Taze
yumurta, taze çökelek, taze tereyağı, süzme yoğurt, gül reçeli, sıcak süt,
yağlı bazlama, ne varsa koymuşlardı sofraya. Oturup yemeye başladılar. Muhtar:
"Hocam. Köylü seni hoca tutmak istiyor." dedi. Hoca da kendisini
ağırdan satmak ister gibi: “Muhtar. Benim ne yatacak bir yerim, ne de kabım
kacağım var. Yatağım, yorganım, bir şeyim yok. Ben ne ederim?” dedi. Muhtar:
"Oooo hocam! Dert ettiğin şeye bak! Biz ne güne duruyoruz burda? Elbette bir
şeyler yaparız. Sen merak etme.” dedi hevesle. Hoca da mutluydu, muhtar da.
Kahvaltıdan sonra muhtarla hoca evden çıkıp camiye
doğru yürüdüler. Caminin yanındaki boş bir evi gösterecekti hocaya. Eve
geldiklerinde muhtar, cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açtı ve: "Bak
bakalım hocam, beğenecek misin?" diyerek içeri girdi. Arkasından besmele
çekerek hoca da girdi. İki odalı, kerpiç bir evdi burası. Hoca, beğenmişti ama
belli etmedi. Sağına soluna şöyle bir daha baktıktan sonra: "Eh, ne
yapalım muhtar. İdare ederiz." dedi. Muhtar: "Sen merak etme hocam.
Köyümüz misafirperverdir. Köylü sana yatak, yorgan verir. Her gün bir evden
yemek de gönderirler. Perişan olmazsın. Hakkını da toplar veririz. Memnun
kalırsın. Sen hiçbir şeyi dert etme, rahatına bak hocam." dedi. Ev işi de
tamam olunca kapıyı çekip dışarı çıktılar. Muhtar: "Hocam. Sen burda biraz
bekle, ben köylüye haber vereyim de birkaç parça eşya getirsinler." deyip
köye doğru yöneldi. Muhtar gidince hoca da etrafı seyre daldı. Delice
Irmağı'nın yakınlarından geçen trenin sesini duydu birden. Durup trenin
geçişini seyretti. Bir marşandizdi bu. Çıkardığı dumanlardan, çevredeki kavak
ağaçları görünmez olmuştu. Her yer beyaz dumana kesti. Trenin kendisi de
görünmez oldu bir an. Tünele girerken yılan gibi kıvrıldı kıvrıldı, kasisten
geçerken birden bire ortaya çıktı kara tren. Sonra vagonları sıralanmaya
başladı. Bir, iki, üç… Tünelin çıkış yeri de göründü oradan. Hoca, dikkatle bakıyordu
trenin geçişine. Tren, uflayarak puflayarak çıktı, tünelin öbür ucundan.
Sırayla vagonlar da girdi tünele ve çıktılar birer birer. Tünelin içinde
biriken dumanlar da etrafa yayıldı.Tren, küf küf ederek yoluna devam ederken
ara sıra düdük çalıp geldiğini haber veriyordu, köylülere. Himmet Hoca, trenin
geçişiyle hayallere dalıp birden taa Afyon'a gitmişti. Nice trenlere binip
gurbet gezmişti hoca. Heybesi omzunda anasız, babasız, yarsiz… Kızların sesiyle
birden kendine geldi. Kadınlar, kızlar yatağı yorganı sırtlayıp getirmişlerdi
hocaya. Ellerinde kaplar kacaklar, demlikler, kilimler, berdi yastıkları da
vardı. Kızlardan kimi odaları temizlerken kimileri de kaplarla su getirip evin
önünü sulayıp, süpürdüler. Erkeklerin getirdikleri tahta sediri de içeri
koyunca kızlar ve kadınlar, hocanın evini bir saatte oturulur hale getirdiler.
Anahtarını da eline verip gittiler. Hoca şaşırmıştı. Ne kadar hamarattı bu
kadınlar, kızlar. Hocanın küçücük bir evi olmuştu şimdi.
Hoca, öğleyi, ikindiyi, akşamı da cemaatle kıldı
camide. Akşama evlerden çeşit çeşit yemekler geldi. Bir iş ve yer bulmanın
sevinci ile bütün gece huzur içinde uyudu. Rüyasında, huriler kendisine kırmızı
güller veriyorlardı. Onlarca huri, kendisine gül vermek için yarış ediyor, onu
alıyor, onu alıyor, diğerlerine yetişemiyordu hoca. Hepsini de almak istiyordu.
Bütün huriler esmer güzeliydi. Beyaz dişleri ve ıslak dudaklarıyla hocaya
gülümsüyorlardı.. Öyle tatlı rüyalar görüyordu ki neredeyse sabah namazına
kalkamayacaktı. Gözleri hafifçe aralandığında, köyde olduğunu anımsadı. Acele
kalkıp giyindi, abdestini de alıp camiye gitti. Taşın üstüne çıkıp döne döne
ezanını okudu. Kadınlar, kızlar hatta çocuklar bile hocanın sesine vurulmuştu.
Ciğerlerine işliyordu hocanın yanık sesi. Hoca da daha çok özen göstererek
okuyordu artık ezanları. Köyde ne kadar adam varsa caminin içine doluştular.
Sanki hoca, arı kovanında bal dağıtan kraliçe arıydı. Kadınlar, tandırları
yakıp bazlamaları pişirmeye başlamışlardı bile. Hoca, namazı kıldırıp evine
geldiğinde sofrası anında hazırlandı. Kaç evden taze tereyağıyla yağlanmış
ekşili bazlama ve içli sac böreği geldi, bilemedi hoca. Sıcacık sütler
sitillere doldurulmuş, getirilmişti bile. Güllü köy’ün ünlü reçelleri sofrasını
süslemişti bir anda. Hoca, gelenlere bakıp: “Böyle giderse iyi bakacaklar bana”
diye düşünüp gülümsedi, kendi kendine. Güllü köy’ün insanları, gerçekten iyilik
ve yardımseverlerdi. Göstermelik bir hizmette, yardımda bulunmazlar, doğal
olarak bunu yaparlardı. Herkese karşı samimiydiler. Hiç kimsede art niyet
aramazlardı. Köylerine birisi gelmeye görsün. Hemen neleri var, neleri yoksa
önüne koyar, yedirir, içirir, hizmet ederlerdi. En iyi döşekleri, ipek
yorganları, kuştüyü yastıkları sererlerdi misafire. Bakır leğenleri önlerine
koyup ibrikle su tutarlar, ayakta bekleyip peşkirine kadar verirlerdi. Köyün
çıkışına kadar da getirir, uğurlarlardı misafiri.
Hoca, köye ağır ağır ısınmaya, köylüleri de
tanıdıkça sevmeye başlamıştı. Köylüler de hocayı çok sevmişler, sık sık gelip
gitmeye başlamışlardı. Kadınlar, kızlar bile hiç çekinmeden yiyecek, içecek
getirip götürüyorlardı. Hoca, kimseye yan gözle, kem gözle bakmıyordu. Hepsi
anası, bacısıydı. Hocayı evlerine davet edip ağırladıkları da olurdu. Kimi
zaman göndermez, evlerinde yatırırlardı. Hocanın sohbetine doyum olmuyordu.
Sanki ağzından bal akıyor, büyük küçük dinliyor, doyamıyorlardı. Kimi zaman
masallar, öyküler anlatıyor, kimi zaman da bilmeceler, tekerlemeler söylüyordu.
Ne de çok şey biliyordu hoca? Nereden öğrenmişti acaba bu kadar şeyi? Köyde,
namaz vakitlerini kesinlikle kaçırmıyor, zamanından önce camiye gidiyor,
kapısını açıp ezanını okuyordu. Hoca, ara sıra Yerköy'e de gidip geliyordu.
Ufak tefek alışverişlerini de ilçeye gidenlere sipariş ediyor, getirtiyordu.
Vilayete henüz hiç gitmemişti. Bir gün Yozgat'a gitmek için Muhtar Tahir'den
izin aldı. Güllü köy’den, at arabasına binip Yerköy'e gitti. Yerköy'den de
minibüse binip Yozgat'a gitti. Yozgat'a geldiğinde önce biraz dolaştı. Sonra
bir dükkâna girip kendisine çamaşır aldı. Oradan çıkıp dini kitapların
satıldığı bir dükkâna girdi. Birkaç tane kitap satın aldı. Öğle vakti
yaklaşıyordu. Büyük Cami'nin bulunduğu caddedeki bir lokantaya girip Yozgat
tandır kebabı yedi, ayran içti. Yemekten sonra canı çay istedi. Bir kahvehane
ararken gözü saat kulesine takıldı. Saat tam onikiyi vuruyordu. Kat kat
yapılmış saat kulesi ne kadar da güzeldi. Tam tepesinde kocaman bir çan
duruyordu. Her yeri tarihi binalarla doluydu Yozgat'ın… Bir kahvehaneye girip
çay söyledi hoca. Çayını içerken, aldığı kitaplara da bir göz attı. Çayını
bitirdikten sonra kitaplarını heybesine koyup bir çay daha söyledi. Kahveci,
ikinci bardağı getirdiğinde: “Yabancısın heral. Nerelisin hemşerim?" diye
sordu. Hoca bir an durakladıktan sonra: “Karslıyım. Yerköy'e saman almaya
geldik. Bir işimiz vardı, buraya da uğradık. Kısmet.” diye cevap verdi. Yalan
söylemek zorunda kalmıştı. Kahveci gittikten sonra, "Bu kahveciler de ne
kadar lüzumsuz, geveze oluyorlar böyle. Sana ne kardeşim, nereliysem, kimsem?
Senden mi sorulur? Tövbe tövbeee. Allah kusur yazmasın. Yalan söyletti adam
bize." diye söylendi içinden. Hocanın sakalı olmadığı için din adamına
benzer bir yanı yoktu. Ama o, yine de tedirgindi ve tedbir almak zorundaydı.
Çay parasını verip çıkmak istedi. Kahveci: "Sen misafirimizsin" deyip
almadı parayı. Hoca: “Allah razı olsun. Bereketini arttırsın." diyerek
heybesini alıp çıktı. İçinden: “Misafirden para alınmazmış! O soruyu da
sormasan olmaz mıydı?” diye hayıflanarak vilayet binasına doğru yürüdü. Tam
yokuşa geldiğinde, saat kulesinin karşısındaki tekel büfesini gördü. Durdu ve
etrafa şöyle bir baktı. Cadde üzerinde birkaç kez gidip gelerek tanıdık biri
var mı diye kontrol etti. Kimseler yoktu. Hem ne vardı korkacak? Daha geleli ne
olmuştu ki? Onu kimse tanımazdı. Hem ilk defa vilayete gelmişti. Cüzdanından
çıkardığı parayı avucunun içinde sıkarak büfenin önüne geldi. Eğilip parayı
büfeciye uzattı ve üç şişe votka istedi. Büfeci, votka isteyeni görmek ister
gibi eğilip, büfenin deliğinden bakmaya çalışırken hoca, hemen yan dönüp bir
yere bakıyormuş gibi yaptı. Yozgatlılar votkayı çok içerdi. Tutucu bir yer
olduğu için içki içtikleri belli olmasın diye votkayı tercih ederlerdi. Büfeci,
şişeleri gazete kağıdına sarıp birer birer uzattı hocaya. Himmet hoca, şişeleri
aceleyle alıp heybesine indirdi ve hızla uzaklaştı oradan. Yollara dilim dilim
parke taşları döşenmişti Yozgat’ta. At arabaları, tıkır tıkır sesler çıkararak
askerlik şubesine doğru gidiyordu. Himmet Hoca yürümüyor, adeta koşuyordu.
Nasıl gittiğinin hiç farkında değildi. Ta ki birisine çarpıp da adam:
"Ağır git hemşerim. Ardından atlı mı kovalıyor? Burası Yozgat, birşey
olmaz." deyince hızını biraz kesti. Büyük Cami’nin yanındaki aradan inip
Yerköy minibüslerinin kalktığı durağa geldi. Durağa geldiğinde soluk soluğa
kalmış, terlemişti. Mendilini çıkarıp yüzünü ve ensesini sildi. En çok da
ensesi terlerdi. Sonra minibüsün içine girip oturdu. Minibüs hemen hemen
doluydu. Fazla beklemeden kalktı. Ohh! Rahatlamıştı. İnşallah birisi
görmemiştir kendisini. Gören olduysa rezil kepaze olurdu köye. Heybesi
kucağındaydı. Elini heybesine sokup parmaklarının ucuyla şişeleri kontrol etti.
Sağlam duruyorlardı. Kırılır mırılır diye çok korkuyordu. Allah göstermesin.
Bir kırılırsa ne yapardı o zaman? Heybesini sıkı sıkı tuttu kucağında. O
değilden şöyle bir dönüp arka koltuklara baktı. Tanıdık kimse yoktu minibüste.
Ama yine de içi rahat değildi. Kurtlar kemir kemir kemiriyordu içini: “Ya,
uzaktan birisi gördüyse?... Ulan o, büfeci de ne adammış? Eğilip baktı Yav! Yan
döndüm amma ya, tam olarak gördüyse? Görsün! Kim olduğumu bilmiyor ki. Ya
birilerine sorar da öğrenirse? Bir dahaki sefere oraya gitmem. Başka yerden
alırım… Bir saatlik korku ve endişe dolu yolculuktan sonra Yerköy'e geldi hoca.
Hiç oyalanmadan doğruca köyün yolunu tuttu. Köye geldiğinde ikindi vakti
geçmiş, akşamın belirtileri gökyüzüne vurmaya başlamıştı. Çeşmenin başında su
sırası bekleyen kadınları gördü. Selamlayıp: "Hepinize kolay gelsin."
diyerek hızla geçti çeşmenin önünden. Heybesi elindeydi ve sıkı sıkı tutuyordu.
Burnuna yemek kokusu geldi hocanın. Kadınlar, evlerinin önündeki yer ocaklarını
yakmış, akşam yemeklerini pişiriyorlardı. Herkesi başıyla selamlayıp geçti. Öte
tarafta erkekler, köy odasının önüne çöreklenmiş, hararetle bir şeyler
konuşuyorlardı. Uzaktan onları da eliyle selamlayıp geçti. Caminin yanındaki garip
haneye geldiğinde derin bir soluk aldı. Hemen cebindeki açkıyı çıkarıp kapıyı
açtı ve hızla içeri daldı, kapıyı kapattı. Heybesini dikkatlice yatağın altına
koydu ve dışarı çıktı. Çok şükür, bir kaza bela olmamıştı. Evin önündeki ibriği
alıp tuvalete gitti. Tahretlendi, dışarı çıktı. Elini sabunladıktan sonra
abdestini tazeledi ve akşam namazını beklemek üzere caminin önüne oturdu.
Camiye gelen köylülerle sohbete koyuldular. Konuşuyordu ama yüreği de küt küt
atıyordu hocanın. Çok heyecanlanmıştı bugün. Ağzı dili kurudu birden. Eve gidip
bir kaç bardak su içip geldi. Namaz vakti yaklaşıyor, köylüler de tekmil akın
ediyorlardı camiye. Biraz daha bekleyip ezanı okuyacaktı.
Herkes namazını kılıp evlerine dağıldığında, Karanlık
dere Vadisi de adı gibi karanlık olup korkunçluğa bürünmüştü. Bu vadi kimleri
saklamazdı ki? Eşkıyaları mı? Kurdu kuşu mu? Börtü böceği mi? Tüm canlıları.
Hem de birbirinden korkan tüm canlıları barındırırdı bu vadi. Vahşi hayvanların
çığlıkları, ulumaları, feryatları duyulur, içlerini ürpertirdi insanların. En
korkunç ses de insanların sesiydi. Vahşi hayvanlar da insanlardan korkardı…
Himmet Hoca, şişenin birini çıkarıp açtı. Bir bardağa biraz doldurduktan sonra
şişeyi tekrar yatağın altına koydu. Gaz lambasını söndürüp yatağının üstüne
yanlamasına oturdu. Yıllardan beri alkol alırdı ama şimdiye kadar içtiğini
kimse görmemişti. Votkayı ilk içtiğinde, bilmeden içmişti. İnşaatta amele
olarak çalışırken arkadaşları, gazozun içine koyup içirmişlerdi kendisine. İçtikten
sonra öyle güzel sohbet eder olmuştu ki arkadaşları her akşam içiriyorlardı
Himmet Hocaya. Votkanın iyice müptelası olmuş, o günden bu güne de içiyordu.
Himmet Hoca, iş bulamadığı için hocalık yapmaya başladığında da içmeye devam
etmişti. Çok istemişti bırakmayı ama olmamıştı. Kaç kere tövbe edip bıraktıysa,
bir o kadar da geri başlamıştı. Allah'ın ve peygamberin haram kıldığı bir şeyi
içmekten çok rahatsızlık duyuyordu ama bir türlü de bırakamıyordu. Bir
çelişkiydi Himmet Hocanın yaşamı. Otuz yaşına gelmiş olmasına rağmen
evlenmemişti. Cennetteki hurileri hayal eder dururdu gece gündüz. Cennetteki
kevser şarabı yerine, bu dünyada kulun yaptığı votkayı içiyordu. Hem de cenneti
beklemeden. Cennetteki hurileri düşününce aklı başından gidiyordu. Esmerlere
bayılırdı Himmet Hoca. Votkayı içip de kafayı bulunca başlardı ilahiler,
şarkılar söylemeye. Safiye Ayla'ya bayılırdı. O da esmerdi. Hem sesine hem
kendisine vurgundu. Safiye Ayla'nın, “Bekledim de gelmedin!” şarkısı dilinden
düşmezdi hiç… “Kambur Himmet” diye az mı alay etmişlerdi kendisiyle? Ne
yapsındı? Kamburluğu Allah'tan değil miydi? Adı kambura çıkmıştı. Gençliğinde
köşe bucak kaçardı ama sonraları alıştı. Umursamadı söylenenleri. Okumuş,
yazmış, kendisinden söz ettirmeye de başlamıştı. Artık insanlar, sırtının
kamburundan ziyade bilgisi ile ilgilenir olmuşlardı. Vaazlarında büyüleyici
sesi ve kıvrak zekâsı ön plana çıktığından, kamburu da unutulup gitmişti. Mavi
gözleriyle herkese güler gibi bakar, sempati toplardı. Bir masumluk, mazlumluk
ifadesi vardı hocanın yüzünde. Cebinde, heybesinde sürekli şeker bulundurup
çocukların, kendisiyle “kambur” diye alay etmelerini önlüyordu. Kadınlara büyük
sevgi ve alaka duyuyordu ama bunu kolay kolay kimseye bildirmezdi. Onun
aradığı, esmer bir huriden başkası değildi.
Güllü köy’e geldiğinden beri Himmet Hoca, sade bir
hayat sürdürüyordu. Yıllarca, votka almak için Yozgat'a gidip geldi ama hiç
kimseye rastlamadı. Votkayı, her seferinde değişik büfelerden aldı. Köylülerin
getirdikleri gülsuları ile votkasını içip keyfine bakıyordu. Her akşam
lambasını söndürüp votkasını yudumlarken kapısını çalanlara kapıyı açmıyor,
evde yokmuş gibi davranıyordu. Gelenlerden kimi: "Hoca ne er yatmış,
uyumuş?” der ve çekip giderdi. Hoca, Yozgat'tan aldığı pikaba Hafız Burhan’ın
plaklarını koyar, saatlerce dinlerdi. Pikap için sık sık Yerköy'e gider, pil
alırdı. Kendisine onlarca plak almıştı. Safiye Ayla’nın tüm plakları vardı
hocada… Kış aylarında, köylüler arapaşı yapıp hocayı davet ederlerdi. Hoca, ilk
günlerde alışamadığı bu yemeğin, kısa sürede tiryakisi olmuştu. Hamurdan
yapılan ve nefis çorbası olan arapaşını, kış boyunca hemen hemen hergün yedi.
Köylüler tavşan, keklik vurup getiriyor, arapaşının çorbası da bunların etiyle
yapılıyordu… Caminin içine kocaman bir meşe sobası kurulmuştu. Kış geldiğinden
bu yana herkes, evinden meşe odunları getirip yakıyordu. Hocanın evinin önüne
de yığmışlardı meşe odunlarından. Hoca, çok rahattı kış gecelerinde… Himmet
Hocanın namı almış yürümüş, çevre köylerden de kendisini dinlemeye gelenler oluyordu.
Cuma günleri, cami dolup taşıyordu. Himmet Hoca öyle bir vaaz veriyordu ki
insanlar, uyuşturucu almış gibi kendilerinden geçip kuzu gibi dinliyorlardı.
Köylüler: "Komşu köylüler camiyi dolduruyorlar. Bu gidişle biz dışarda
kalacağız.” diye sitem ediyorlardı artık… Himmet Hoca, köye geldiğinde
sakalsızdı. Köylülerin: “Hocam. Sakalsız hoca mı olurmuş? diye dedikodu
ediyorlar. Ne olur biraz sakal bırak da biz de şunların dilinden kurtulalım.”
demeleri üzerine sakal da bırakmıştı. Şimdi bayağı gür sakalı vardı. Köylüler,
sürekli yemeğini verip, çamaşırını yıkayıp, evini temizliyorlardı. Hocalık
hakkı da buğday, arpa, un, yağ olarak toplanıp kendisine veriliyordu. Epey de
para biriktirmişti hoca. Çünkü votkadan başka hiçbir masrafı yoktu. Köylülerden
bir tanesi, hocadan şüphelenmiş ama sadece rakının kokusunu bildiği için votka
içebileceğine ihtimal vermemişti. Himmet Hoca, Güllü köy’ün havasına, suyuna,
toprağına, insanına iyice alışmıştı. Üstelik bir eli yağda, bir eli baldaydı.
Buralardan gitmeyi aklından bile geçirmiyordu. Köye bir yıllığına hoca olarak
durmuştu ama yıllar geçtiği halde hâlâ buradaydı. Köyün büyükleri: "Hocam.
Sen artık buralı oldun. Seni evlendirelim. Döl sal, kök sal." dedilerse de
hoca evlenmedi. Her gece votkasını içerken, “Bekledim de gelmedin"
şarkısını dinleyerek, esmer hurileriyle yıllarını tüketti. Ömrünün sonuna kadar
da burada yaşadı.