Mezopotamya ve
Anadolu'nun kesiştiği bir yerde kurulmuştur Siirt. Neolitik, Kalkolitik, Tunç,
Helenistik, Bizans, Roma ve İslam uygarlıklarının kalıntılarını taşımıştır
bugüne değin. Kimler yaşamamıştı ki bu şehirde? Hurriler, Sümerler, Hititler,
Persler, Partlar, Arsaklar, Sasaniler, Selçuklular ve Osmanlılar. Milliyetler mozaiğinin
başkenti olmuş bir zamanlar. Müslüman, Ermeni, Gregoryen, Keldani, Süryani,
Yakubi, Yezidi, Türk, Kürt, Arap. Birçok milliyete ve dine açmış kucağını.
Binlerce yıl bir arada kardeşçe, dostça yaşamışlar.
Yavuz Sultan Selim'in keskin kılıcından geçirilmiş
insanlar. Kelleler uçmuş, savrulmuş bir yaprak gibi.
Kimi zamanlar bilimin ve ulemanın ilk yeri olmuş bu
şehir. Nice seyyaha şeyhe, şıha, dervişe ocaklık etmiş karşılıksız ve
özveriyle. Sultan Mehduh’u, Veysel Karani’yi görmüş bu bereket dolu şehir.
Onları bağrına basmış, korumuş, kollamış, sevmiş. Şeyh Muhammed el Hazin,
buralardan yakarmış tanrıya. İbrahim Hakkı Hazretleri, gelip yerleşmiş
Tillo’ya, kurmuş bilim tezgâhlarını. Elinde teleskopla izlemiş gökyüzünü
yıllarca. Bilime başkentlik etmiş bu şehir.
Nice mollalar gelmiş geçmiş, arkalarında bir şey
bırakmadan. Nice ibadet yerleri, camiler, kiliseler, havralar kurulmuş ve
uygarlıklarla yıkılıp gitmiş. Ayakta kalanlar ise Cinili Cami, Ulu Cami, Asakir
Camii, Cumhuriyet Camisi. Kimi zaman Ulu Cami'den ezan sesleri yükselmiş, kimi
zaman çan sesleri kulakları çınlatmış kiliselerden.
Derzin Kalesi'nde konuk edilmiş beyler. Şahin
tepesi olmuş bu kale, kimseler erişememişler. Şakuli Bey, isyan etmiş
Osmanlı'nın padişahlarına. Sığınmışlar Derzin Kalesi'ne. Vermemiş paşalara
isyancıları bu kale. Osmanlı, boynu bükük, kinle ayrılmış buralardan.
Kavvam Hamamı'nda atılmış kirler, pislikler. Ama
çıkaramamış, elleri kanlıların ruhlarındaki kiri. Sukul Ayn Çeşmesi’nden buz
gibi sular içmiş yolcuları, seyyahları. Güler yüzlü insanların ellerini
sıkmışlar. Evliya Çelebi gelmiş, gezmiş, konuk olmuş bu diyarlarda.
Memleket kokan üzümlerinden, kan kırmızı, ince
kabuklu zivziklerinden yemişler konukları. Bıtımı kırmışlar tırnak uçları ile
diş ile. Tadına doyamamışlar bıtımın, zivzikin. Narın adı Şirvan olmuş,
özdeşleşmiş Şirvan’la.
Dicle'yi, Botan'ı görmüş insanlar. Nice canlar
helak olmuş buralarda. Reşinan, Garzan, Başur, Kezer suları beslemiş büyük
ırmakları, denizlere, okyanuslara akmış suları. Selam götürmüş Siirt'ten, hiç
tanımadık ülkelere bu ırmaklar, çaylar, dereler. Baykan-Bitlis suyunun üstüne
kurulmuş Çarperan Köprüsü. Uluların ulusu olarak bilinmiş bu köprü. Nice sulara
geçit vermiş ve vermektedir hâlâ.
Kervan yolları geçmiş bir zamanlar bu şehrin
topraklarından. Demiryolları sarmış her yanı, örümcek ağı gibi. Nice
kervanlara, develere, atlara, seyyahlara, savaşçılara yol vermişler. Kılıç
şakırtısı ve nal sesleri iç içe geçmiş buralarda.
Herakol Dağı'nın tepesinde kartallar kanat süzmüş,
namuslu insanları saklamış bu dağlar. Pervari’de Cemikari, Ceman, Herakol
yaylalarında, Şirvan'da Bacavan yaylasında, çobanlar kaval çalıp koyunlarını
otlatmışlar. Kara, kıl çadırlar kurulmuş, yemyeşil yaylaların zirvelerine. Nice
çocuklar burada doğmuş. Adları Herakol olmuş, tarihe yazılmışlar. Aşiret meydan
savaşları yaşanmış bu bereketli yaylalarda. Kardeşkanları akmış hem de oluk
oluk. Kimi zamanlar barış yemekleri yenmiş, ayranlar içilmiş, tütünler
sarılmış. Buz gibi soğuk sularda karpuzlar çatlatırmış. Renk renk giysili
kadınlar, bebekleri emzirmiş, beşikleri sallamış.
Dağlarında meşeler, çamlar yeşermiş. Çiğdemler,
zahderler açmış sevgi çiçeği gibi. Keklikler ötüşmüş, tavşanlar sevişmiş.
Sincaplar oyunlar oynamış ormanlarında. Kurt ile kuzu bir arada yaşamış,
ceylanlar özgür dolaşmış. Ve bir gün, birileri gelip bomba yağdırmışlar
buralara. Karların altındaki canlıları bile katletmişler, kimileri kirli savaşlarda.
Ormanları yakılmış hain eller tarafından.
Yollarından, demir savaş aletleri geçmiş, Gökyüzünde, şahinlerin yerine savaş
uçakları uçmuş yıllarca. Yılan, çıyan, kurt, kuş bile nasibini almış, yanmış
kavrulmuşlar bu kirli savaşta. Doğayı yok etmişler. Bombalar, yağmur gibi
yağmış insanların üstüne yıllarca. Ekmek, aş dilenmiş insanlar, gök tanrıdan.
Yeni doğan bebekler, güneşi görmeden ölmüşler.
Kimseler ayıramamışlar halkları. Çelik halka olup
kenetlenmişler. Cigor bayramları kutlanmış birlikte. Tabutlar taşınmış ayrım
yapmadan, omuzlarda. Birlikte ağlanmış, birlikte gülünmüş bu şehirde. Kaderde,
tasada, kıvançta. Düğünlerde el ele, kol kola halay çekmiş bu şehrin namuslu ve
yiğit insanları. Dili, dini, ırkı, mezhebi, rengi ve düşüncesi ne olursa olsun,
aynı halayda baş tutmuş, oyun oynamışlar yıllarca. Kimi zaman türküler bile
ayrılmış, halaylar yalnızlaşmış ama insanlar, kardeş olduklarını anımsayıp yine
el ele olmuşlar, tarihten bu yana olduğu gibi. Lorke oynanmış güzel günlerde,
sünnetlerde, gelinler gelirken. Ağıtlar, türküler söylenmiş kimi zamanlarda da.
Demli çaylar içilmiş, kaçak tütünler sarılmış apak kağıtlara. Berdellerde nice
canlar yanmış. Kanlar akmış bu ilkelliğin içinde. Nice güzel kızlar canlarına
kıymış, nice yiğitler, sevdiklerine özlem duymuş berdellerde. Ebeler, nice
bebeleri bağırtarak doğurtmuş. Çığlıklar Botan'a, Başur'a karışmış. Herekol'da
yankı bulmuş, çığlıkları bebelerin.
Yeşil bıtım sabunu ile temizlenmiş, gül gibi
bedenleri. Özlem gidermişler kardeşleri, dost akrabaları ile uzaktan gelenleri.
Tiftik heybelerde bıtımlar taşınmış yaylalara, ocaklara, şehirlere bu güzel,
cennet yerde. Kimi zaman patlamış silahlar, öldürülmüş kardeşler. Tiftikten,
harikalar yaratmış bu şehir emekçileri. Battaniyeler, seccadeler, kilimler
yapmışlar el tezgahlarında. Tezgahın başından kalkmamış genç kızları, çiçek
gibi solana kadar. Yüzlerce çiçek hayat bulmuş, jirkan kilimlerinin
motiflerinde. Caşlar yapılmış, sıcacık yuva olmuşlar insanlara. Eşsiz bir
mimari örneği, göz kamaştırmış Caşlar yıllarca.
Secde eder gibi gün boyu çalışmış durmuş, petrol
pompaları. Birileri gelmiş, bölmüş tandır ekmeği gibi üçe, bu güzel şehri.
Siirt, Şırnak, Batman diye. Halkları düşürmüşler birbirlerine. Kanla
beslemişler bu şehrin kardeşlik ağacını. Dağlar kana kesmiş kimi zaman, nice
yiğitler vurulmuş dağlarda, ovalarda, mezralarda. Ortalıkta çürümüş insan
cesetlerini kurtlar, kuşlar, çakallar yemiş yıllarca. Namerde muhtaç edilmek
istenmiş, bu şehrin güzel insanları. Üremişler. Bir iken bin olmuş, bin iken on
bin olmuşlar. Vahşete, ilkelliğe karşı serpilip büyümüşler. Çoğalmışlar
öldürenlere inat.
Bülbüller ötmüş, mor sümbüllü bağlarında.
Ovalarında koyunlar otlamış. Kepenek giyip kaval çalan çobanların kimi Hamo
olmuş, feryat figan etmiş kimileri. Atlar şahlanmış ovalarında, yaylalarında.
Şahinler uçmuş, uçsuz bucaksız kırlarında. At, avrat, silah namus olmuş, yiğit
insanlarına.
Kızgın ateşlerde, derin kuyularda büryan pişirilmiş
tarih boyunca. Ağızlara layık perde pilavı, örülmüş bacalar gibi. Tatlara tat
katan sarımsaklı köftesi, Siirt Köftesi. Ayranlı yarması, bumbarı, varak keki,
asidesi, rayoşu, inkerçeti insanları beslemiş, zevkle neşeyle. Yiyen, bir daha
yemiş bu şehrin yemeklerinden. Ünü okyanusları aşmış perde pilavının. Krallar,
padişahlar, ağalar, beyler, paşalar, emekçiler, yoksullar, kimliler,
kimsesizler beslenmiş yıllarca bu şehirden.
Kimi zaman yoksulluğu, kimi zaman bolluğu bereketi
görmüş bu insanlar ama namerde muhtaç olmamışlar hiçbir zaman. Çaputlu
türbelerde dilekler dilenmiş, adaklar kesilmiş. Dualar edilmiş hiç görmedikleri
erenlere, tanrılara, peygamberlere. Kimi Arapça, kimi Türkçe, kimi de Kürtçe
konuşmuş. Şalvarla, kara lastikle yaşamışlar ömür boyu. Kimi kelle yemiş,
paçayı içmiş sabahın ilk ışıklarında....
KELLEECİİİİ!... Tüm Siirt, Aydınlar, Baykan,
Şirvan, Eruh, Kurtalan ve Pervarililerin yakından tanıdıkları bir sesti bu ses.
Bir melodi gibi yankılanırdı, Siirt'in caddelerinde hergün. Süleyman efendinin
sesini bir gün bile duymasalar, “Yahu, bizim Süleyman ortalıkta gözükmedi. Ne
oldu acaba?" diye birbirlerine sorarlardı. Süleyman Efendinin sesinde,
insanlara şifa dağıtan bir giz vardı sanki. Bu gizemi şimdiye kadar hiç kimse
çözememiştir. Oysa alimler şehridir Siirt.
Tam kırksekiz yıldır kelle satıyordu Süleyman
Efendi. Babasından kalmıştı bu meslek kendisine. Ne dükkanı, ne bir yeri, ne de
mülkü vardı Süleyman Efendinin. Emekçilerin mülkü mü olurdu? Mülksüzlerdendi
elbet. Siirt'in valisini, ağasını, paşasını tanımayanlar, Süleyman Efendiyi
tanırdı mutlaka. Çünkü Süleyman Efendi içlerindeydi. Valiler, paşalar
halklarından korkar, dışarı bile çıkmazlardı. Çıksalar da yanlarında
korumalarla, ordularla, polislerle çıkarlar ve halkın nefretini kazanırlardı.
Tam yarım asırdır kimseler sesini kesememiş, susturamamışlardı kelleci
Süleyman'ı. Ne sıkıyönetimler, ne olağanüstü haller görmüştü ancak her dönemde
bağıra bağıra satmıştı kelle paçalarını.
Bir çınar ağacıydı kelleci Süleyman. Kolay mıydı
tam yarım asırdır hiç durmadan çalışıp para kazanmak? Herkes iş güç ararken o,
baba mesleğini icra etmiş, baba mesleğine toz kondurmamış, kondurtmamış, söz
söyletmemişti. Sekiz çocuğu ve hanımına, helalinden ekmek götürmenin sevinç ve
mutluluğunu yaşadı yıllarca. Daha da yaşayacaktı. Ekmeğini helalinden kazanmış,
hileye hurdaya kaçmamış, alnının öz be öz terini, emeğini yedirmişti ailesine.
Emek tenceresi, yıllardır helalinden kaynıyordu. Bu duygu kendisine, tam kırk
sekiz yıldır taze tandır ekmeği tadı veriyordu.
Günlük, yirmi ile elli kelle paça satıyordu
Süleyman Efendi. Yıllık bilançosu ortada.
Gayrisafi milli hasılası buydu. Kişi başına düşen kelle, milli gelirin
dışındaydı sanki.Kelle paça sektörüydü bu. Satın aldığı kellelerin parasını,
günün sonunda mutlaka öder ve ertesi gün, yine veresiye alırdı. Şimdiye kadar
hiç borçlanmamıştı kasaplara. Hiç kimsenin, kendisinden ne alacağı vardı, ne de
Süleyman Efendinin, birisine vereceği. El elde, baş baştaydı. Belki de hiç
borcu olmayan tek adam, Süleyman efendi idi.
Sabah erkenden kalkar, Bismillah çekerek doğruca
kasaplara giderdi. Kanlı ve sırıtan kelleleri torbalara doldurur, sonra da
çocuklarla birlikte arabaya yükleyip eve getirirdi. Hanımı, babadan kalma ocağı
erkenden yakar, harlandırırdı. Ocakta yaktıkları meşe odunları Eruh'tan,
Pervari'den eşeklerle, katırlarla kaçak getirilip satılırdı buralarda. Süleyman
Efendi, getirdiği kelle paçaları sanki kaçacaklarmış gibi sıkı sıkı
yanaştırırdı yanan ocağa. Kimi siyah, kimi beyaz, kimi de kahverengi, mora çalan
renklerdeki kelleler, birazdan renklerini değiştirip siyahlaşacaklardır. Yani
bir anlamda eşitleneceklerdir. Sırıtan kelleler, Süleyman efendiye
gülüyorlarmış gibi gelirdi çoğu zaman. Süleyman Efendi de, “Bakın ben şimdi ne
yapacağım sizi? Görürsünüz." der gibi koyulurdu işe.
Babasından kalma ocak, önceleri basit bir yer
ocağıydı. Süleymam efendi, ekmek teknesini daha da geliştirerek körüklü bir
ocağa dönüştürmüştü. Kelleler ütelenmeye başlayınca sürekli körük çekilir ve
ateş iyice harlandırılırdı. Ateşin içine önceden miller ve şişler sokulur,
iyice kızdırılırdı. Su gibi olurdu demir çubuklar, miller, şişler. Sonra tek
tek ocağın üstüne atardı koyun, kuzu kellelerini. Ateşe atılan kellelerin
ağızları, dudakları anında büzüşür ve değişirdi. Süleyman Efendi üteler,
çocuklar da kızgın şiş ve millerle, demirlerle dağlarlardı kelle paçaları.
Ütelenen kellelerin yerini yenileri alır, onlarca kelleyi evire çevire ütelerdi
Süleyman Efendi. Yeni atılan kellelerin kılları aniden tutuşunca kelle
yanıyormuş gibi gözükürdü. Kelleden çıkan kokular, ciğerlerine dolardı Süleyman
Efendinin. Ocaktan çıkan dumanlar etrafa yayılınca, sanki et pişiriyormuşçasına
tatlı bir koku duyulurdu. Çocukların boğazları curk curk eder, yutkunurlardı.
Çocuklar, dağladıkları kelle paçaları tekrar
babalarına verirler, bir kez daha işlemden geçirilerek iyice ütelenirlerdi.
Süleyman Efendi, işini çok ciddi yapar, çocuklarını da iyi yapmaları konusunda
çoğu kez azarlardı. Sattığı mallardan en ufak bir şikayet gelmesin, babasının
mesleğine laf söylenmesindi. Bu işi çocukları ve kendisi çok iyi öğrenmişlerdi.
Kimileri, evlerinde kendileri üteleseler de kellelerin tadı, bir türlü Süleyman
Efendinin kelleleri gibi olmazdı. Bazen evine gelip sorarlar, nasıl yapıyorsun
gibisinden ama o, sırrını kimselere söylemezdi.
Kimi zaman koç kelleleri getirdiği de olurdu.
Süleyman Efendi, bunların boynuzlarını ateşte iyice ısıtıp köküne de keserin
ucuyla vurduğunda, boynuz birden kırılırdı. O, geriden bakıldığında çok sağlammış
gibi görünen boynuzlar, bir anda Süleyman Efendinin ellerinde oyuncak olur ve
sanki vidalıymışçasına bir iki döndürüşte çıkarıverirdi. Boynuzları da atmaz,
bir torbaya doldurur, bıçakçılara satardı.
İkinci kez ütelenen kelle paçalar, millerle yeniden
dağlanır, yakılırdı. Ağızlarındaki ve boyunlarındaki tüm parçalar bıçakla
alınır, temizlenir ve doğrultulurdu. Böylece kelleler, standart bir biçim almış
olurlardı. Yanan meşelerin yerine yenileri atılır, ocak sürekli ateşli
tutulmaya çalışılırdı. Körüğü en küçük oğlu çekerdi her zaman. O, küçük olduğu
için ancak bu işi yapabilirdi. Çekilen körükten alevler yükselir, ocağın
tavanına vururdu. Süleyman efendinin eline, yüzüne kıvılcımlar sıçrar ama o,
buna hiç aldırmazdı.. Tüm kelle paçalar ütelendikten sonra ocakta kalan meşe
odunlarının üstü toprakla örtülürdü. Öyle titizdi ki Süleyman Efendi, sanki
uzaya gemi gönderecek bilim adamı ustalığı ve titizliğiyle yapıyordu işini.
Son temizlik işlemine, hanımının ellerinde girerdi
kelle paçalar. Bakır leğenin içinde bol suyla yıkanır, tekrar gözden
geçirilirdi. Hâlâ üzerinde kıllar kalmışsa traş bıçağıyla tıraş edilir, piknik
tüpünün üzerinde tekrar ütelenirdi. Sonra başka bir leğenin içinde bulunan
zahder suyuna bırakılırdı. Bu, kekikli suyun içinde bekletilen kelle paçalarda,
hiç bir kötü koku kalmazdı. Burcu burcu kekik kokan kelleler, böylece
lezzetlenmiş de olurlardı. Zahder suyundan çıkarıldıktan sonra ocağın yanındaki
demirde bulunan çengellere asılır ve kurumaya bırakılırdı. Kuruyan kelle
paçalar temiz bir bezle silinip Süleyman efendinin her zaman taşıdığı uzun
demir çubuğa sırayla dizilirdi. Bir kelle, bir paça dizer, sokağa çıkardı
Süleyman efendi. Her seferinde, savaşa gidiyormuşçasına çocuklarına:
"Ellerinize sağlık. Hakkınızı helal edin.” derdi. Onlar da: "Haydi
kolay gelsin. Bereketi artsın, kazancın bol olsun. Güle güle..." der ve
yolcu ederlerdi. Geride, işini hakkıyla yapmış insanların gururu kalırdı.
KELLEECİİİİ!... KELLECİİİİ! Nidaları Siirt'in
caddelerinde, sokaklarında yankılanmaya başlardı. Bir kelle bir paça bir arada
satılırdı, gün boyu Siirt'in yoksul caddelerinde. Bazen eline alır, bazen de
omuzuna atardı demiri. Avazı, gücü yettiğince bağırırdı. Yoksulluğa, kadere bir
isyan, haykırıştı Süleyman'ınkisi. İnsanları, sömürenlere, soyanlara, ezenlere
karşı mücadeleye çağırır gibi bağırırdı gün boyu. Kadife gibi ince ve yumuşaktı
sesi. Böyle bir sesten kim rahatsız olurdu ki? Yalnızca ezenler, egemenler,
soyanlar rahatsız olurdu bu sesten. Yoksullar neden rahatsız olsun ki? Süleyman
Efendi, onların ortak sesiydi zaten. Bağırmadan bile geçse caddelerden, sesi
yine çınlardı kulaklarda. Kelleci Süleyman Efendi, Siirt'in ağaçsız, çiçeksiz
cadde ve sokaklarında sanki bir kır gülüydü.
Kimi insanlar, onun zahder kokulu kellerinin peşine
takılıp bir kedi kurnazlığıyla doyasıya koklar, ciğerlerine çekerlerdi. Hele
çocuklar, Süleyman efendinin peşinden hiç ayrılmazlardı. Ağızları sulanırdı
çocukların. Kelle paça, Siirt'in geleneksel yemeğiydi. Bir nostalji yaşatıyordu
Süleyman efendi, insanlara. Sofralardan eksik olmazdı. Sabah olmasa, akşama
mutlaka olurdu kelle paça. Ne tütüne, ne alkole, ne de çaya, kahveye
benzemezdi. Bambaşka bir tiryakilikti bununkisi. Bir, tiryakisi oldunuz mu
kelle paçanın, yandınız demektir. Hele Siirt'te değilseniz, hele de kelleci
Süleyman efendi yoksa iyice yandınız demektir. Lokantalara abone olmaktan başka
çareniz yoktur.
Süleyman Efendi, evinin direğidir. Her şeyidir.
Başına kötü birşey gelse çocuklarının rızkı kesiliverir. Karısı ve çocukları,
bunu bildikleri için üzerine titrerler Süleyman efendinin. Devletten hiçbir
yardım almadan emeğiyle yürütür işini. Kirli savaş tüm acımasızlığıyla sürerken
ölenler, yaralananlar oluyordu Siirt'te. Bütün gün cadde ve sokaklarda
dolaşırken nice cinayetlere tanık olmuştur ama görmezden gelmiştir her
seferinde. Görse, başı büyük belaya girecektir. O, bütün dünyasını ailesi ve
kelleler üzerine kurmuştur. Petrol kadar değerlidir onun gözünde kelle paçalar.
Yoksulun sofrasını taçlandıran kelle paçalar kimi zaman kralların şatolarına,
padişahların saraylarına da girerdi. Ama Süleyman efendinin girmesi mümkün
değildi. Ezilmişin, sömürülmüşün sesi bile korkuturdu onları. Tahtları, taçları
ellerinden alınacak diye korku içinde yaşarlardı, oysa Süleyman efendinin böyle
bir korkusu yoktu, çünkü yoksuldu.
Nice valiler, beyler, emniyet müdürleri görmüş
geçirmişti. Nice başkanlar, cumhurbaşkanları, omuzları apolet dolu paşalar
görmüştü, şu elli yılın içinde. Üzerindeki kazak kaç yıllıktı, bunu bile
bilmiyordu Süleyman efendi. Bu kazak tılsımlıydı sanki. Onu, yazın sıcağından,
kışın ayazından korumuştu yıllarca. Yeşil renkli, baklava dilimi desenli bu
Hırka-i Süleyman, namussuzlardan, uğursuzlardan, haksızlardan korurdu Süleyman
efendiyi. Yoksulluğun bir kader bilindiği Siirt'te aç, susuz, evsiz, kimliksiz,
ezilmiş, her an faili meçhule gidecek nice canlar vardı daha...
KELLECİİİİ!... KELLECİİİ!... En iyisi, bir kelle
alıp evin yolunu tutmaktır. Güle güle. Çok yaşa kelleci Süleyman Efendi.
Üzerindeki kazağın gibi senin de ömrün uzun olsun, yaşamın solmasın. Sesin,
Siirt'in karınca yuvası gibi kalabalık caddelerinde sonsuza kadar yankılansın.
Yoksulluktan yüzü kırış kırış olmuş, elleri nasır tutmuş, emekçi Süleyman
efendi. KELLECİİİİİ!...