KELLECİ  SÜLEYMANEFENDİ

ÖYKÜ-ERHAN PALABIYIK

 

Mezopotamya ve Anadolu'nun kesiştiği bir yerde kurulmuştur Siirt. Neolitik, Kalkolitik, Tunç, Helenistik, Bizans, Roma ve İslam uygarlıklarının kalıntılarını taşımıştır bugüne değin. Kimler yaşamamıştı ki bu şehirde? Hurriler, Sümerler, Hititler, Persler, Partlar, Arsaklar, Sasaniler, Selçuklular ve Osmanlılar. Milliyetler mozaiğinin başkenti olmuş bir zamanlar. Müslüman, Ermeni, Gregoryen, Keldani, Süryani, Yakubi, Yezidi, Türk, Kürt, Arap. Birçok milliyete ve dine açmış kucağını. Binlerce yıl bir arada kardeşçe, dostça yaşamışlar.

Yavuz Sultan Selim'in keskin kılıcından geçirilmiş insanlar. Kelleler uçmuş, savrulmuş bir yaprak gibi.

Kimi zamanlar bilimin ve ulemanın ilk yeri olmuş bu şehir. Nice seyyaha şeyhe, şıha, dervişe ocaklık etmiş karşılıksız ve özveriyle. Sultan Mehduh’u, Veysel Karani’yi görmüş bu bereket dolu şehir. Onları bağrına basmış, korumuş, kollamış, sevmiş. Şeyh Muhammed el Hazin, buralardan yakarmış tanrıya. İbrahim Hakkı Hazretleri, gelip yerleşmiş Tillo’ya, kurmuş bilim tezgâhlarını. Elinde teleskopla izlemiş gökyüzünü yıllarca. Bilime başkentlik etmiş bu şehir.

Nice mollalar gelmiş geçmiş, arkalarında bir şey bırakmadan. Nice ibadet yerleri, camiler, kiliseler, havralar kurulmuş ve uygarlıklarla yıkılıp gitmiş. Ayakta kalanlar ise Cinili Cami, Ulu Cami, Asakir Camii, Cumhuriyet Camisi. Kimi zaman Ulu Cami'den ezan sesleri yükselmiş, kimi zaman çan sesleri kulakları çınlatmış kiliselerden.

Derzin Kalesi'nde konuk edilmiş beyler. Şahin tepesi olmuş bu kale, kimseler erişememişler. Şakuli Bey, isyan etmiş Osmanlı'nın padişahlarına. Sığınmışlar Derzin Kalesi'ne. Vermemiş paşalara isyancıları bu kale. Osmanlı, boynu bükük, kinle ayrılmış buralardan.

Kavvam Hamamı'nda atılmış kirler, pislikler. Ama çıkaramamış, elleri kanlıların ruhlarındaki kiri. Sukul Ayn Çeşmesi’nden buz gibi sular içmiş yolcuları, seyyahları. Güler yüzlü insanların ellerini sıkmışlar. Evliya Çelebi gelmiş, gezmiş, konuk olmuş bu diyarlarda.

Memleket kokan üzümlerinden, kan kırmızı, ince kabuklu zivziklerinden yemişler konukları. Bıtımı kırmışlar tırnak uçları ile diş ile. Tadına doyamamışlar bıtımın, zivzikin. Narın adı Şirvan olmuş, özdeşleşmiş Şirvan’la.

Dicle'yi, Botan'ı görmüş insanlar. Nice canlar helak olmuş buralarda. Reşinan, Garzan, Başur, Kezer suları beslemiş büyük ırmakları, denizlere, okyanuslara akmış suları. Selam götürmüş Siirt'ten, hiç tanımadık ülkelere bu ırmaklar, çaylar, dereler. Baykan-Bitlis suyunun üstüne kurulmuş Çarperan Köprüsü. Uluların ulusu olarak bilinmiş bu köprü. Nice sulara geçit vermiş ve vermektedir hâlâ.

Kervan yolları geçmiş bir zamanlar bu şehrin topraklarından. Demiryolları sarmış her yanı, örümcek ağı gibi. Nice kervanlara, develere, atlara, seyyahlara, savaşçılara yol vermişler. Kılıç şakırtısı ve nal sesleri iç içe geçmiş buralarda.

Herakol Dağı'nın tepesinde kartallar kanat süzmüş, namuslu insanları saklamış bu dağlar. Pervari’de Cemikari, Ceman, Herakol yaylalarında, Şirvan'da Bacavan yaylasında, çobanlar kaval çalıp koyunlarını otlatmışlar. Kara, kıl çadırlar kurulmuş, yemyeşil yaylaların zirvelerine. Nice çocuklar burada doğmuş. Adları Herakol olmuş, tarihe yazılmışlar. Aşiret meydan savaşları yaşanmış bu bereketli yaylalarda. Kardeşkanları akmış hem de oluk oluk. Kimi zamanlar barış yemekleri yenmiş, ayranlar içilmiş, tütünler sarılmış. Buz gibi soğuk sularda karpuzlar çatlatırmış. Renk renk giysili kadınlar, bebekleri emzirmiş, beşikleri sallamış.

Dağlarında meşeler, çamlar yeşermiş. Çiğdemler, zahderler açmış sevgi çiçeği gibi. Keklikler ötüşmüş, tavşanlar sevişmiş. Sincaplar oyunlar oynamış ormanlarında. Kurt ile kuzu bir arada yaşamış, ceylanlar özgür dolaşmış. Ve bir gün, birileri gelip bomba yağdırmışlar buralara. Karların altındaki canlıları bile katletmişler, kimileri kirli savaşlarda.

Ormanları yakılmış hain eller tarafından. Yollarından, demir savaş aletleri geçmiş, Gökyüzünde, şahinlerin yerine savaş uçakları uçmuş yıllarca. Yılan, çıyan, kurt, kuş bile nasibini almış, yanmış kavrulmuşlar bu kirli savaşta. Doğayı yok etmişler. Bombalar, yağmur gibi yağmış insanların üstüne yıllarca. Ekmek, aş dilenmiş insanlar, gök tanrıdan. Yeni doğan bebekler, güneşi görmeden ölmüşler.

Kimseler ayıramamışlar halkları. Çelik halka olup kenetlenmişler. Cigor bayramları kutlanmış birlikte. Tabutlar taşınmış ayrım yapmadan, omuzlarda. Birlikte ağlanmış, birlikte gülünmüş bu şehirde. Kaderde, tasada, kıvançta. Düğünlerde el ele, kol kola halay çekmiş bu şehrin namuslu ve yiğit insanları. Dili, dini, ırkı, mezhebi, rengi ve düşüncesi ne olursa olsun, aynı halayda baş tutmuş, oyun oynamışlar yıllarca. Kimi zaman türküler bile ayrılmış, halaylar yalnızlaşmış ama insanlar, kardeş olduklarını anımsayıp yine el ele olmuşlar, tarihten bu yana olduğu gibi. Lorke oynanmış güzel günlerde, sünnetlerde, gelinler gelirken. Ağıtlar, türküler söylenmiş kimi zamanlarda da. Demli çaylar içilmiş, kaçak tütünler sarılmış apak kağıtlara. Berdellerde nice canlar yanmış. Kanlar akmış bu ilkelliğin içinde. Nice güzel kızlar canlarına kıymış, nice yiğitler, sevdiklerine özlem duymuş berdellerde. Ebeler, nice bebeleri bağırtarak doğurtmuş. Çığlıklar Botan'a, Başur'a karışmış. Herekol'da yankı bulmuş, çığlıkları bebelerin.

Yeşil bıtım sabunu ile temizlenmiş, gül gibi bedenleri. Özlem gidermişler kardeşleri, dost akrabaları ile uzaktan gelenleri. Tiftik heybelerde bıtımlar taşınmış yaylalara, ocaklara, şehirlere bu güzel, cennet yerde. Kimi zaman patlamış silahlar, öldürülmüş kardeşler. Tiftikten, harikalar yaratmış bu şehir emekçileri. Battaniyeler, seccadeler, kilimler yapmışlar el tezgahlarında. Tezgahın başından kalkmamış genç kızları, çiçek gibi solana kadar. Yüzlerce çiçek hayat bulmuş, jirkan kilimlerinin motiflerinde. Caşlar yapılmış, sıcacık yuva olmuşlar insanlara. Eşsiz bir mimari örneği, göz kamaştırmış Caşlar yıllarca.

Secde eder gibi gün boyu çalışmış durmuş, petrol pompaları. Birileri gelmiş, bölmüş tandır ekmeği gibi üçe, bu güzel şehri. Siirt, Şırnak, Batman diye. Halkları düşürmüşler birbirlerine. Kanla beslemişler bu şehrin kardeşlik ağacını. Dağlar kana kesmiş kimi zaman, nice yiğitler vurulmuş dağlarda, ovalarda, mezralarda. Ortalıkta çürümüş insan cesetlerini kurtlar, kuşlar, çakallar yemiş yıllarca. Namerde muhtaç edilmek istenmiş, bu şehrin güzel insanları. Üremişler. Bir iken bin olmuş, bin iken on bin olmuşlar. Vahşete, ilkelliğe karşı serpilip büyümüşler. Çoğalmışlar öldürenlere inat.

Bülbüller ötmüş, mor sümbüllü bağlarında. Ovalarında koyunlar otlamış. Kepenek giyip kaval çalan çobanların kimi Hamo olmuş, feryat figan etmiş kimileri. Atlar şahlanmış ovalarında, yaylalarında. Şahinler uçmuş, uçsuz bucaksız kırlarında. At, avrat, silah namus olmuş, yiğit insanlarına.

Kızgın ateşlerde, derin kuyularda büryan pişirilmiş tarih boyunca. Ağızlara layık perde pilavı, örülmüş bacalar gibi. Tatlara tat katan sarımsaklı köftesi, Siirt Köftesi. Ayranlı yarması, bumbarı, varak keki, asidesi, rayoşu, inkerçeti insanları beslemiş, zevkle neşeyle. Yiyen, bir daha yemiş bu şehrin yemeklerinden. Ünü okyanusları aşmış perde pilavının. Krallar, padişahlar, ağalar, beyler, paşalar, emekçiler, yoksullar, kimliler, kimsesizler beslenmiş yıllarca bu şehirden.

Kimi zaman yoksulluğu, kimi zaman bolluğu bereketi görmüş bu insanlar ama namerde muhtaç olmamışlar hiçbir zaman. Çaputlu türbelerde dilekler dilenmiş, adaklar kesilmiş. Dualar edilmiş hiç görmedikleri erenlere, tanrılara, peygamberlere. Kimi Arapça, kimi Türkçe, kimi de Kürtçe konuşmuş. Şalvarla, kara lastikle yaşamışlar ömür boyu. Kimi kelle yemiş, paçayı içmiş sabahın ilk ışıklarında....

KELLEECİİİİ!... Tüm Siirt, Aydınlar, Baykan, Şirvan, Eruh, Kurtalan ve Pervarililerin yakından tanıdıkları bir sesti bu ses. Bir melodi gibi yankılanırdı, Siirt'in caddelerinde hergün. Süleyman efendinin sesini bir gün bile duymasalar, “Yahu, bizim Süleyman ortalıkta gözükmedi. Ne oldu acaba?" diye birbirlerine sorarlardı. Süleyman Efendinin sesinde, insanlara şifa dağıtan bir giz vardı sanki. Bu gizemi şimdiye kadar hiç kimse çözememiştir. Oysa alimler şehridir Siirt.

Tam kırksekiz yıldır kelle satıyordu Süleyman Efendi. Babasından kalmıştı bu meslek kendisine. Ne dükkanı, ne bir yeri, ne de mülkü vardı Süleyman Efendinin. Emekçilerin mülkü mü olurdu? Mülksüzlerdendi elbet. Siirt'in valisini, ağasını, paşasını tanımayanlar, Süleyman Efendiyi tanırdı mutlaka. Çünkü Süleyman Efendi içlerindeydi. Valiler, paşalar halklarından korkar, dışarı bile çıkmazlardı. Çıksalar da yanlarında korumalarla, ordularla, polislerle çıkarlar ve halkın nefretini kazanırlardı. Tam yarım asırdır kimseler sesini kesememiş, susturamamışlardı kelleci Süleyman'ı. Ne sıkıyönetimler, ne olağanüstü haller görmüştü ancak her dönemde bağıra bağıra satmıştı kelle paçalarını.

Bir çınar ağacıydı kelleci Süleyman. Kolay mıydı tam yarım asırdır hiç durmadan çalışıp para kazanmak? Herkes iş güç ararken o, baba mesleğini icra etmiş, baba mesleğine toz kondurmamış, kondurtmamış, söz söyletmemişti. Sekiz çocuğu ve hanımına, helalinden ekmek götürmenin sevinç ve mutluluğunu yaşadı yıllarca. Daha da yaşayacaktı. Ekmeğini helalinden kazanmış, hileye hurdaya kaçmamış, alnının öz be öz terini, emeğini yedirmişti ailesine. Emek tenceresi, yıllardır helalinden kaynıyordu. Bu duygu kendisine, tam kırk sekiz yıldır taze tandır ekmeği tadı veriyordu.

Günlük, yirmi ile elli kelle paça satıyordu Süleyman Efendi. Yıllık bilançosu  ortada. Gayrisafi milli hasılası buydu. Kişi başına düşen kelle, milli gelirin dışındaydı sanki.Kelle paça sektörüydü bu. Satın aldığı kellelerin parasını, günün sonunda mutlaka öder ve ertesi gün, yine veresiye alırdı. Şimdiye kadar hiç borçlanmamıştı kasaplara. Hiç kimsenin, kendisinden ne alacağı vardı, ne de Süleyman Efendinin, birisine vereceği. El elde, baş baştaydı. Belki de hiç borcu olmayan tek adam, Süleyman efendi idi.

Sabah erkenden kalkar, Bismillah çekerek doğruca kasaplara giderdi. Kanlı ve sırıtan kelleleri torbalara doldurur, sonra da çocuklarla birlikte arabaya yükleyip eve getirirdi. Hanımı, babadan kalma ocağı erkenden yakar, harlandırırdı. Ocakta yaktıkları meşe odunları Eruh'tan, Pervari'den eşeklerle, katırlarla kaçak getirilip satılırdı buralarda. Süleyman Efendi, getirdiği kelle paçaları sanki kaçacaklarmış gibi sıkı sıkı yanaştırırdı yanan ocağa. Kimi siyah, kimi beyaz, kimi de kahverengi, mora çalan renklerdeki kelleler, birazdan renklerini değiştirip siyahlaşacaklardır. Yani bir anlamda eşitleneceklerdir. Sırıtan kelleler, Süleyman efendiye gülüyorlarmış gibi gelirdi çoğu zaman. Süleyman Efendi de, “Bakın ben şimdi ne yapacağım sizi? Görürsünüz." der gibi koyulurdu işe.

Babasından kalma ocak, önceleri basit bir yer ocağıydı. Süleymam efendi, ekmek teknesini daha da geliştirerek körüklü bir ocağa dönüştürmüştü. Kelleler ütelenmeye başlayınca sürekli körük çekilir ve ateş iyice harlandırılırdı. Ateşin içine önceden miller ve şişler sokulur, iyice kızdırılırdı. Su gibi olurdu demir çubuklar, miller, şişler. Sonra tek tek ocağın üstüne atardı koyun, kuzu kellelerini. Ateşe atılan kellelerin ağızları, dudakları anında büzüşür ve değişirdi. Süleyman Efendi üteler, çocuklar da kızgın şiş ve millerle, demirlerle dağlarlardı kelle paçaları. Ütelenen kellelerin yerini yenileri alır, onlarca kelleyi evire çevire ütelerdi Süleyman Efendi. Yeni atılan kellelerin kılları aniden tutuşunca kelle yanıyormuş gibi gözükürdü. Kelleden çıkan kokular, ciğerlerine dolardı Süleyman Efendinin. Ocaktan çıkan dumanlar etrafa yayılınca, sanki et pişiriyormuşçasına tatlı bir koku duyulurdu. Çocukların boğazları curk curk eder, yutkunurlardı.

Çocuklar, dağladıkları kelle paçaları tekrar babalarına verirler, bir kez daha işlemden geçirilerek iyice ütelenirlerdi. Süleyman Efendi, işini çok ciddi yapar, çocuklarını da iyi yapmaları konusunda çoğu kez azarlardı. Sattığı mallardan en ufak bir şikayet gelmesin, babasının mesleğine laf söylenmesindi. Bu işi çocukları ve kendisi çok iyi öğrenmişlerdi. Kimileri, evlerinde kendileri üteleseler de kellelerin tadı, bir türlü Süleyman Efendinin kelleleri gibi olmazdı. Bazen evine gelip sorarlar, nasıl yapıyorsun gibisinden ama o, sırrını kimselere söylemezdi.

Kimi zaman koç kelleleri getirdiği de olurdu. Süleyman Efendi, bunların boynuzlarını ateşte iyice ısıtıp köküne de keserin ucuyla vurduğunda, boynuz birden kırılırdı. O, geriden bakıldığında çok sağlammış gibi görünen boynuzlar, bir anda Süleyman Efendinin ellerinde oyuncak olur ve sanki vidalıymışçasına bir iki döndürüşte çıkarıverirdi. Boynuzları da atmaz, bir torbaya doldurur, bıçakçılara satardı.

İkinci kez ütelenen kelle paçalar, millerle yeniden dağlanır, yakılırdı. Ağızlarındaki ve boyunlarındaki tüm parçalar bıçakla alınır, temizlenir ve doğrultulurdu. Böylece kelleler, standart bir biçim almış olurlardı. Yanan meşelerin yerine yenileri atılır, ocak sürekli ateşli tutulmaya çalışılırdı. Körüğü en küçük oğlu çekerdi her zaman. O, küçük olduğu için ancak bu işi yapabilirdi. Çekilen körükten alevler yükselir, ocağın tavanına vururdu. Süleyman efendinin eline, yüzüne kıvılcımlar sıçrar ama o, buna hiç aldırmazdı.. Tüm kelle paçalar ütelendikten sonra ocakta kalan meşe odunlarının üstü toprakla örtülürdü. Öyle titizdi ki Süleyman Efendi, sanki uzaya gemi gönderecek bilim adamı ustalığı ve titizliğiyle yapıyordu işini.

Son temizlik işlemine, hanımının ellerinde girerdi kelle paçalar. Bakır leğenin içinde bol suyla yıkanır, tekrar gözden geçirilirdi. Hâlâ üzerinde kıllar kalmışsa traş bıçağıyla tıraş edilir, piknik tüpünün üzerinde tekrar ütelenirdi. Sonra başka bir leğenin içinde bulunan zahder suyuna bırakılırdı. Bu, kekikli suyun içinde bekletilen kelle paçalarda, hiç bir kötü koku kalmazdı. Burcu burcu kekik kokan kelleler, böylece lezzetlenmiş de olurlardı. Zahder suyundan çıkarıldıktan sonra ocağın yanındaki demirde bulunan çengellere asılır ve kurumaya bırakılırdı. Kuruyan kelle paçalar temiz bir bezle silinip Süleyman efendinin her zaman taşıdığı uzun demir çubuğa sırayla dizilirdi. Bir kelle, bir paça dizer, sokağa çıkardı Süleyman efendi. Her seferinde, savaşa gidiyormuşçasına çocuklarına: "Ellerinize sağlık. Hakkınızı helal edin.” derdi. Onlar da: "Haydi kolay gelsin. Bereketi artsın, kazancın bol olsun. Güle güle..." der ve yolcu ederlerdi. Geride, işini hakkıyla yapmış insanların gururu kalırdı.

KELLEECİİİİ!... KELLECİİİİ! Nidaları Siirt'in caddelerinde, sokaklarında yankılanmaya başlardı. Bir kelle bir paça bir arada satılırdı, gün boyu Siirt'in yoksul caddelerinde. Bazen eline alır, bazen de omuzuna atardı demiri. Avazı, gücü yettiğince bağırırdı. Yoksulluğa, kadere bir isyan, haykırıştı Süleyman'ınkisi. İnsanları, sömürenlere, soyanlara, ezenlere karşı mücadeleye çağırır gibi bağırırdı gün boyu. Kadife gibi ince ve yumuşaktı sesi. Böyle bir sesten kim rahatsız olurdu ki? Yalnızca ezenler, egemenler, soyanlar rahatsız olurdu bu sesten. Yoksullar neden rahatsız olsun ki? Süleyman Efendi, onların ortak sesiydi zaten. Bağırmadan bile geçse caddelerden, sesi yine çınlardı kulaklarda. Kelleci Süleyman Efendi, Siirt'in ağaçsız, çiçeksiz cadde ve sokaklarında sanki bir kır gülüydü.

Kimi insanlar, onun zahder kokulu kellerinin peşine takılıp bir kedi kurnazlığıyla doyasıya koklar, ciğerlerine çekerlerdi. Hele çocuklar, Süleyman efendinin peşinden hiç ayrılmazlardı. Ağızları sulanırdı çocukların. Kelle paça, Siirt'in geleneksel yemeğiydi. Bir nostalji yaşatıyordu Süleyman efendi, insanlara. Sofralardan eksik olmazdı. Sabah olmasa, akşama mutlaka olurdu kelle paça. Ne tütüne, ne alkole, ne de çaya, kahveye benzemezdi. Bambaşka bir tiryakilikti bununkisi. Bir, tiryakisi oldunuz mu kelle paçanın, yandınız demektir. Hele Siirt'te değilseniz, hele de kelleci Süleyman efendi yoksa iyice yandınız demektir. Lokantalara abone olmaktan başka çareniz yoktur.

Süleyman Efendi, evinin direğidir. Her şeyidir. Başına kötü birşey gelse çocuklarının rızkı kesiliverir. Karısı ve çocukları, bunu bildikleri için üzerine titrerler Süleyman efendinin. Devletten hiçbir yardım almadan emeğiyle yürütür işini. Kirli savaş tüm acımasızlığıyla sürerken ölenler, yaralananlar oluyordu Siirt'te. Bütün gün cadde ve sokaklarda dolaşırken nice cinayetlere tanık olmuştur ama görmezden gelmiştir her seferinde. Görse, başı büyük belaya girecektir. O, bütün dünyasını ailesi ve kelleler üzerine kurmuştur. Petrol kadar değerlidir onun gözünde kelle paçalar. Yoksulun sofrasını taçlandıran kelle paçalar kimi zaman kralların şatolarına, padişahların saraylarına da girerdi. Ama Süleyman efendinin girmesi mümkün değildi. Ezilmişin, sömürülmüşün sesi bile korkuturdu onları. Tahtları, taçları ellerinden alınacak diye korku içinde yaşarlardı, oysa Süleyman efendinin böyle bir korkusu yoktu, çünkü yoksuldu.

Nice valiler, beyler, emniyet müdürleri görmüş geçirmişti. Nice başkanlar, cumhurbaşkanları, omuzları apolet dolu paşalar görmüştü, şu elli yılın içinde. Üzerindeki kazak kaç yıllıktı, bunu bile bilmiyordu Süleyman efendi. Bu kazak tılsımlıydı sanki. Onu, yazın sıcağından, kışın ayazından korumuştu yıllarca. Yeşil renkli, baklava dilimi desenli bu Hırka-i Süleyman, namussuzlardan, uğursuzlardan, haksızlardan korurdu Süleyman efendiyi. Yoksulluğun bir kader bilindiği Siirt'te aç, susuz, evsiz, kimliksiz, ezilmiş, her an faili meçhule gidecek nice canlar vardı daha...

KELLECİİİİ!... KELLECİİİ!... En iyisi, bir kelle alıp evin yolunu tutmaktır. Güle güle. Çok yaşa kelleci Süleyman Efendi. Üzerindeki kazağın gibi senin de ömrün uzun olsun, yaşamın solmasın. Sesin, Siirt'in karınca yuvası gibi kalabalık caddelerinde sonsuza kadar yankılansın. Yoksulluktan yüzü kırış kırış olmuş, elleri nasır tutmuş, emekçi Süleyman efendi. KELLECİİİİİ!...

( Kelleci Süleymanefendi Öykü-erhan Palabıyık başlıklı yazı JULİAN tarafından 16.08.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.