NAMAZI BOZAN HALLER

ÖYKÜ-ERHAN PALABIYIK

 

Adil Hoca, cemaate akşam namazını kıldırıp aceleyle hutbeye çıktı. Kur'an-ı Kerim'i açtı ve vaaza başladı. Genellikle cuma namazlarından sonra vaaz verirdi ve saatlerce susmazdı hoca. Kimi köylüler, mahsustan kapıya yakın oturur, namazını kıldıktan sonra sessizce sıvışır giderdi. Ne olduysa bu akşam da hocanın vaaz vereceği tutmuştu. Cemaat, akşam namazının beş rekat olduğunu biliyor ve bir an önce farzını da sünnetini de kılıp gitmek istiyordu. İçlerinden biri: “Hocam.. Tarladan geldik. Vaazı bırak da evimize gidelim. Karnımız aç, davarlara bakacağız." diye itiraz etti ancak hoca izin vermedi. Herkes namaz kılmasını biliyordu ama namazı bozan şeyler vardı. Bunları anlatmak istiyordu cemaate.

Adil Hoca: "Ey cemaat-i Müslim. Beni sabırla dinlerseniz faideli ve mühim noktaları anlattığımı anlarsınız. Bunlar, her zaman için bilmeniz gereken şeylerdir. Namazı bozan şeylerin başında, namazın farzlarından birisini terketmek gelir. Bu bir. Yani kılmayıp da giderseniz namaz bozulur. Namazda iken Ah! Oh! demek de yasaktır. Namazda selam almak, birisine selam vermek, birşeyler yiyip içmek, gülmek, öksürmek, göğsünü kıbleden çevirmek namazı bozar. Bunlardan başka sabah namazını kılarken güneş görmek, kadın ve erkek arasında bir perde olmadan namaz kılmak da namazımızı bozar…" Hoca, kendisinden geçmiş vaziyette anlatırken kiminin karnı gurulduyor, kimi geğiriyordu açlıktan. Yaşlılar ise bağdaş kurmuş, başlarını sallayarak dinliyorlardı.

Hoca: “Bir de namazdayken, cemaatin namazı bozamayacağı haller vardır. Bunların başında da savaşta düşmanla bile karşılaşsak, namazımızı bozmamak gelir. Mutlaka namazımızı kılıp bitireceğiz. Allahü Teâlâ, böyle emrediyor kullarına.” Deyince Sinan: "Olur mu hocam? Düşmanı görüp de namaza nasıl devam edeceğiz? Mesela, Yonan bize saldırmış. Elinde silahı var, üstümüze geliyor. Biz de bunu görüyoruz ama namazı bırakmıyoruz. Gelip bizi gebertmesini mi bekleyeceğiz yani? Hangi kitapta yazıyor bu, hocam?" diye sordu. Hoca, birden sertleşti ve: “İmanlı kul, böyle davranır! Allah senin amelini deniyor, acaba ne yapacak diye? Yoksa senin amelin bozuk mu, temiz mi nerden bilsin ki? Yani Allah bizleri bu dünyada imtihan ediyor Sinan! İmtihan. Anladın mı?” diyerek çıkıştı. Cemaatten de Sinan'a kızanlar oldu ama Sinan'ın bu işe aklı yatmamıştı.

Hoca: "Bırakın camiyi, bağda bile namaz kılarken düşman gelse ya da biri size silah sıksa namazınızı bozmayacaksınız. Bozarsanız çok günaha giresiniz. Eğer bu şartlarda namazı kılıp bitirirseniz, ulu Mevla sizlere sevaplardan sevap yazar. Bu dünyada ne kazanırsanız, öbür dünyaya onunla gidersiniz." dedikten sonra Kur'an-ı Kerim'in sayfalarını karıştırdı. Hocanın, vaazını bitireceği yoktu. Galip emmi: "Hoca efendi. Ben yaşlı bir adamım. Dizlerim ağrıyor. Oturacak dermanım kalmadı. İzin ver de ben gideyim" dedi. Hoca: "Peki Galip Emmi. Sen git amma gençler oturup dinlesinler." dedi cemaati süzerek. Galip emmi, usulca kalktı gitti. Hoca, Kur'an-ı Kerim'in sayfalarını karıştırıyor, aradığı yerleri bulunca önce Arapça’sını okuyor, sonra da Türkçe’sini anlatıyordu. Vaazı uzattıkça uzatmış, iyice tadını kaçırmıştı. Cemaatten kimilerinin uykusu gelmiş esniyor, kimileri bağdaş kurmuş, kimileri ayaklarını uzatmış, kimileri yan yatmış, sabırsızlıkla hocanın vaazını bitirmesini bekliyorlardı. Kimilerinden: “Aç karnına vaaz mı dinlenir yahu!”, “Davarlar bugün aç kaldı.”, "Bu kadar da uzatılır mı yav?" gibi sesler yükseliyordu. Hoca, nihayet vaazını bitirdi. Herkes hemen ayağa kalktı. "Sağol hocam. Ağzına sağlık.” diyen yola düşüyordu. Koşar adımlarla evlerine giderken: "Kendisi bağa bahçeye gitmiyor! Mala melele bakmıyor! Bizim akşama kadar tarlada çalıştığımızı bilmiyor mu? Bu kadar da olmaz canım!" diye söyleniyorlardı. Sinan da hocaya,"hayırlı geceler" dileyip camiden çıktı. Evine giderken içinden: "Sen bekle bakalım hoca efendi!..." deyip için için güldü.

Adil Hocaya köyde herkes saygı duyar, söylediklerine yanlış da olsa itiraz etmezlerdi. Sadece dinlerlerdi köylüler. Köylünün genel karakter yapısı da böyleydi zaten. Aynı konuda yüz ayrı fikir ortaya atılsa, birisi de çıkıp da: "Yahu. O öyle değil, böyledir." demezdi. Ayda bir de ilçenin müftüsü gelirdi köye. Köylüler, akla gelmedik sorular sorarlardı müftüye.

Sinan, hocaya bir şaka yapıp imanını ve amelini deneyecekti. Ameli bozuk mu, temiz mi çok merak ediyordu. Akşam yemeğini yedikten sonra işlerini bitirip sandığın başına geçti. Bir beze sardığı Walter marka Alman tabancasını çıkardı ve namlunun ağzına bir mermi sürdü. Tabancanın emniyetini kapatarak beline soktu ve gömleğiyle de görünmeyecek biçimde örttü. Dokuz milimetre çapındaki bu tabancayı, bir kaçakçıdan almış ve sandığa atmıştı. Ne olur, ne olmazdı? Burası köy yeriydi. Yazı vardı, yaban vardı. Kurt vardı, kuş vardı. Dost vardı, düşman vardı. Avluya çıkıp havanın iyice kararmasını beklemek üzere duvarın üstüne oturdu. Köyde herkes erken yatar, erkenden de kalkar, işine gücüne bakardı. Akşam namazına gelen cemaat, yatsı namazına gelmedi bugün. Yeterince vaaz dinlemişlerdi. Hoca, bir de yatsıdan sonra başlarsa vaaza, köylünün yandığı gün olurdu bugün. En iyisi, yatıp uyumaktı. Hava iyice kararmış, lambalar bir bir sönmeye başlamıştı. Köyde, bütün gece uyumayan bir kişi vardı. O da köy bekçisiydi. Köyün her tarafından it sesleri geliyordu. Kimi zaman itler boğuşup birbirlerini parçalıyorlardı. Yabancı birisinin veya yabani bir hayvanın kokusunu aldılar mı hemen saldırırdı itler. Onların sayesinde kapıları açık yatarlardı köylüler. Yaz mevsimi olduğu için kimi köylüler damlarında yatar, kurdukları derme çatma cibinliklerle, sivrisineklerden korunmaya çalışırlardı. Sabah horozlar ötmeye başlayınca herkes kalkar, kimi eşekle, kimi yaya, çoluk çocuk tarlaların yolunu tutarlardı. Köyde sadece Adil Hoca ve ailesi kalırdı. Hoca ezanını okur, kimse gelmediği için namaz da kıldırmaz, yatar uyurdu. Hoca, köye geleli yıllar olmuştu. Burada evlenip çoluk çocuğa karışmış, bir de eniştesi olmuştu köylülerin. Çok iyi bakıyorlardı hocalarına. Besili bir boğa gibiydi. Boynunu hızarla kesmeye kalksanız, hızarın zinciri atardı.

Adil Hoca, yatsı ezanını okuduktan sonra namazını evde kılmak üzere evine gitti. Evi, caminin hemen yanındaydı. Sinan’ın evi de hocanın evine çok yakındı. Hocanın arkasından sessizce gelip bir yere saklandı. Köylüler, sanki ölüm uykusundaydılar. Birisi gelip üstlerindeki yorganları, altlarındaki döşekleri toplayıp götürse ruhları bile duymayacaktı. Allah'tan, köyün itleri yamandı. Herkes fosur fosur uyuyordu. Zaten tarla-tapan analarını ağlatıyordu. Bir de uykuya karşı koymak zordu köylüler için. Adil Hocanın evi, iki oda bir mutfaktan oluşan kerpiç bir evdi. Köylüler hep birlik olmuş, kendileri yapmışlardı bu evi hocaya. Yine aralarında yağ, un, bulgur toplayıp veriyorlardı. Ne de olsa hem hocaları, hem enişteleriydi. Komşu köylülere laf ettirmezlerdi.

Odanın birinde çoluk çocuğu yatıyordu hocanın. Seccadesini alıp diğer odaya geçti. Hava çok sıcak olduğu için camların hepsini açtı. Hemen bir sivrisinek akını başladı içeriye. Tüm sinekler de köyde mi ürüyordu ne? Hoca, seccadesini serip namazını kılmaya başladı. Sinan, saklandığı yerden çıkıp pencerenin önüne yaklaştı. Elini beline atıp tabancayı şöyle bir yokladı. Yavaşça çıkarıp emniyetini açtı. Pencerenin önünde, tilkinin kümesi beklediği gibi hocayı beklemeye başladı. Hoca, namazını öyle hızlı kılıyordu ki sanki arkasında cemaat vardı. Camide, cemaate de böyle hızlı kıldırırdı namazı. “Allahuekber” deyip bir başlar, çoğu köylü kendisine yetişemezdi. Caminin dışında da geç kalanlarla alay eder, gülerdi. Camiden en son çıkanlar, genellikle yaşlılar olurdu. Ama onların da hocaya yetişmek gibi bir zorunluluğu yoktu. Kitapta, herşeyin bir formülü vardı… Hoca tam rükuya geçmişti ki Sinan, peşpeşe üç el ateş etti ve koşarak kendi bahçe duvarından içeri atladı. Durup hocayı seyretti. Hoca, ateş seslerinden sonra namazı bozup duvarda asılı duran tek kırmayı kaptı. Pencereden dışarı doğru ateş etti. Aceleyle tekrar doldurup bir daha ateş etti. Pencerenin demir parmaklıklarına çarpan saçmalar, ezildi kaldı orada. Hoca, hemen dışarı çıkıp: “Yetişin komşulaaar!" diye gücünün yettiği kadar bağırdı. Silah seslerine uyananlar, uyanmayanları da uyandırıp hocanın evine koştular. “Ne var yahu? Ne oldu? Kim ateş etti? Hırsız mı geldi?” soruları peş peşe sıralandı. Hoca, korku ve heyecan içinde, pencereden kendisine ateş edildiğini ama o sırada namaz kıldığı için kim olduğunu göremediğini söyledi. Birkaç köylü hemen evlerine gidip, tabanca, tüfek neleri varsa ellerine alıp köyün içini dışını aradılar. Hocaya ateş eden bu namussuz kimdi acaba? Ha hocaya ateş etmiş, ha kendilerine. Hiç fark etmezdi. Hoca epey korkmuştu ama yine de sıkılan mermilere karşılık vermişti. "Şu ırbığı getirin bana” dedi çocuklarına. Çömelip elini yüzünü yıkadı. Hocanın karısı ve çocukları da korkudan tir tir titriyorlardı. Hoca o anda, sabah olunca hemen bu köyü terk etmeyi düşünüyordu.

Sinan, kalabalığın içine karışıp hocanın evine geldi. Hocaya: “Geçmiş olsun. Ne oldu hocam?" diye sordu. Az kalsın: “Akşam bize düşmandan bahsettin. Yoksa düşman, gece gelip sana mı saldırdı?” deyip gülecekti, kendini zor tuttu. Adil Hoca, duvara dayadığı tüfeği tekrar aldı. Tüfeği, bir alıp bir bırakıyordu. Karısı elinden alıp, götürüp duvardaki yerine astı. Her gelen, hocaya geçmiş olsun deyip olanı biteni soruyor, hocayı teselli etmeye çalışıyorlardı. Hoca, soruları kısa kısa yanıtlıyor, sonra da düşünceye dalıyordu. Acaba kim ateş etmişti? Kendisinden alıp veremediği neydi? Düşündü düşündü, bir düşmanı da yoktu. Sinan, hocayı dikkatle izliyor, gülmemek için ağzını burnunu eliyle kapatıyordu. Daha fazla dayanamayıp evine gitti ve kahkahayı patlatıp kendini koyuverdi… Köylüler, jandarmaya haber vermeye kalktılarsa da hoca engel oldu. "Durun bakalım. Hele bir sabah olsun. Belki o zamana kadar bulunur ateş eden." dedi. Köylüler, hocayı yalnız bırakmadılar. Oturup konuşarak moral verdiler. Geç vakit herkes evine dağılınca hoca da kapısını, penceresini sıkı sıkı kapatıp yatağına yattı. Gözünü bile kırpmadan sabahı etti.

Adil Hoca, köye kırılmıştı. Neredeyse sabah ezanını okumayacaktı. İstemeyerek de olsa kalkıp ezanını okudu, hemen eve geldi. Öğle ezanının vakti gelinceye kadar da evden dışarı çıkmadı. Öğle ezanını da okuduktan sonra hiç kimseyle konuşmadan, yine doğruca evine geldi. Bir an önce bu köyden gitmeliydi. Yoksa bir kör kurşuna kurban gideceklerdi. Hanımına eşyaları toplamasını söyleyip muhtarın yanına gitti. Köyden gideceğini söyleyince muhtar ve köyün ileri gelenleri, kendisine engel olmaya çalıştılar. Eğer köyden giderse bunu, kendilerine hakaret sayacaklarını söylediler. Hoca giderse çevre köylüler ne demezlerdi kendilerine? Bir hocayı idare edemediler, besleyemediler demezler miydi? Köylüler de böyle söyleyince hoca, gitmekten vazgeçti. O günden sonra hoca durgunlaştı. Herkesle konuşmaz oldu. Namazları da çabucak bitirip, evine gidip kapısını kilitliyordu. Sinan, yaptığı şakanın bu boyuta geleceğini hiç tahmin etmemişti. Pişman olmuş ama iş işten geçmişti. Hocanın bu durumunu gördükçe gerçekten üzülüyordu.

Yaz mevsimi, ağır ağır yerini sonbahara, sonbahar da kışa teslim ettiğinde köylülerin, artık kahvehanelerden ve köyodasından başka gidecek yerleri kalmamıştı. Sabahtan akşama kadar altmışaltı ve pişti oynuyor, sohbet edip domino çarpıyorlardı tahta masalara. Yine böyle bir günde, söz hocadan açılmış konuşuyorlardı. Sinan: “O gün hocaya ateş eden bendim." dedi.  Herkes şaşkın şaşkın Sinan’a baktı. Önce inanmadılar. Sinan: “O gün hoca, düşman gelse bile namazınızı bozmayacaksınız diye vaaz vermişti. Ben de karşı çıkınca terslemişti. Acaba kendisi düşmanı görünce ne yapacak diye denedim. Ben üç el ateş edince namazı mamazı unutup tüfeğe sarıldı.” deyince herkes gülmeye başladı. Kimileri hâlâ inanmamıştı. "Nerden belli senin ateş ettiğin?” diye sordular alaycı bir biçimde. Sinan: “İsterseniz tabancamı göstereyim. Hocanın evinin duvarındaki mermi çekirdeklerini çıkarıp bakın. Benim tabancamdan mı çıkmış, başkasından mı?” deyince hepsi inandılar ve gülmekten kırılıp geçtiler.

Adil Hoca, Sinan'ın yaptıklarını cemaatten öğrenmiş ve çok kızmıştı. Hatta jandarmaya gidip şikâyet edecek oldu. Araya girenler: "Bir yarenlikmiş hocam. Olmaz.” deyip ikna ettiler. Aradan günler geçip de hoca olayı iyice anlayınca, kendisi de katıla katıla güldü. Sinan’la barıştılar ve kısa sürede çok samimi oldular. Sinan, camiden çıkarken: “Hocam. Namaz hangi hallerde bozulamaz? Düşman gelince namaza devam mı edelim? Yoksa tek kırmayı indirip ateş mi edelim?" diye soruyor, hoca da: “Sen gâvurdan daha önce geldin, ateş ettin yahu.” deyip kahkahayı basıyorlardı…

Adil Hoca, yıllarca Yeşilbağ köyünde hocalık yaptı ve emekli olduktan sonra da oraya yerleşti. “Düşman bile gelse, namazı bozmayacaksın" sözleri, bir espri konusu olup yıllarca söylendi durdu.

( Namazı Bozan Haller Öykü-erhan Palabıyık başlıklı yazı JULİAN tarafından 16.08.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.