SAFİNAZ ABLA-ROMAN...
Benim dolabımdan birkaç dolap ötede, kendisine
verilenleri yerleştirmekle meşgul olan kasıntı oğlanın bu defa suratı
gülüyordu. Arada bir çığlık atıyordu. “Üf! Şunlara bak, gıcır gıcır!”
Ben de kolilerimi açarak içlerini boşaltmaya başladım. Kolilerin biri
giysilerle, diğeri kırtasiyelerle doluydu. Ağzı kulaklarında sevinç çığlıkları
atan kasıntı çocuğa, “bunları bize niye verdiler ki?” diye sordum.
“Fakir olduğumuz için,” dedi.
Gerekçeden incindim bir an; kendi kendime, “ben
fakir miyim?” diye sordum. Sonra, “bunları verdiklerine göre fakirmişim demek
ki,” diye karar verdim. Bunun gerçek olma ihtimalinden dolayı onurum kırıldı.
Fakir, Muhittin Amca gibiysen olunur, adamcağız fakirliği yüzünden dilencilik
yapmak zorunda kalmıştı; oysa benim babam bir öğretmendi, devlet babadan bir
sürü maaş alıyordu. Hem Nail amcam vardı benim. Eskişehir’in en zengin
adamlarından biriydi o; fabrikası, evleri, dükkânları vardı. Oğlanı azarlar
gibi, “ben fakir değilim!” diye çıkıştım. Babam belki fakir sınıfına giriyordur
diye düşünerek ona amcamla övünmeye başladım. “Benim fabrikatör amcam var, üç
yüz tane işçi çalıştırıyor.”
Öğrenci güldü. “Benim de üç yüz dönüm sulak
tarlası, besihanesinde altı yüz tane danası, davarı olan amcam var. Ne olmuş?”
Eşyalarını yerleştirmeyi bitirmişti. Dolabının asma kilidini kapatıp yanıma
geldi. “Buraya gelirken, annem yol paramı ondan alamadı da, muhtar amca, bakkal
İsmail amca ve kahveci Recep, yol paramı aralarında denkleyip verdiler,” dedi.
Dolabıma yerleştirmeye başladığım kılıkları göstererek, “Allah, devletimize
zeval vermesin! İnsanın amcası bu kadar yardım etmez, acıyıp da!” dedi. Bir an
sustuktan sonra, “senin amcan ediyor mu?” diye sordu.
“Çı-ıh!” dedim.
Amcalarımızın harisliğine ikimiz de güldük.
Verilen kılıkları giyinip de dersliğimize doğru giderken, koridorlarda
yanlarından geçtiğim öğrencilerin pek çoğu kafalarını çevirip çevirip üstüme
başıma bakıyorlardı. Eminim ki, onların arasında nice babasız kalmış, fakir çocukları
vardı. Üstümdekileri, oların sırtından sıyırıp almışım da öyle giyinmişim gibi
bir duyguya kapıldım.
Nazmi ile asık suratlı başlayan ilişkimiz, sonradan çok samimi bir dostluğa
dönüşecekti.
…
Nazmi, Tokat Zileliydi. Babası uzun yol
şoförlüğü yaparken, kaza yapıp ölmüş, Nazmi ile annesi de Zile’de anneannesinin
yanına yerleşmişlerdi. Zile’deki öğretmenlerinin teşvikiyle girdiği Ankara
Erkek Öğretmen Okulu sınavını birincilikle kazanmıştı.
“Ben de üçüncülükle kazandım,” dedim ona.
O ise, “ha birincilikle, ha üçüncülükle, kazandık ya, ona bak sen,” diyerek
mütevazı bir tavır sergilemişti.
*
Kendim öğretmen olamamıştım, ama Ankara Erkek
Öretmen okulunda, Nazmi ile üst düzeyde seyreden arkadaşlığımızı yaşadığımız
yıldan yıllar sonra Balıkesir’de öğretmenlik yapan bir hanımefendiyle
evlenmiştim.
Kendim Eskişehir’deki Şeker Fabrikasında memur
olarak çalışmaktaydım. Eşimin, eş durumundan tayinini Eskişehir’e yaptırabilmek
için Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığında İlköğretim Özlük İşlerine gelmiştik.
Tam da Milliyetçi Cephe koalisyon hükümetlerinin dönemi, yani bir torpiliniz
yoksa hiçbir işinizi hallettiremediğiniz bir dönem. “Olanak, olasılık” gibi
kelimelerle konuştuğunuzda bile hemen solcu olduğunuza hükmedilmekteymiş, ama
ben bilmiyordum bunu. Bu konuşma şeklimden dolayı, servisteki şef ve memur
düzeyindeki çalışanlar habire sorun çıkartıyorlardı. İşimizi halledebilmek için
sağa sola gidip gelirken, lisede Sanat Tarihi öğretmenliğimi yapan, o sıralarda
ise Çankırı Milli Eğitim Müdürü olan Kamil Ateşoğlu (yoksa Kenan Ateşoğlu
muydu? neyse…) (sonradan CHP Milletvekilliği de yaptı) ile karşılaştık. Elini
öpüp sorduğu için derdimi anlattım, ama hep o yeni Türkçe kelimelere de yer
vererek.
Beni, “evladım, böyle solcu ağızlarıyla
konuşursan işiniz olmaz; konuştuğun kelimelere dikkat et, eski kelimeleri
kullan,” diye uyardığında öğrenmiş oldum kullanılan kelimelere göre solculuk
teşhisi konulduğunu.
Hocam da, kendisinin CHP.li olarak tanındığı
için bize bir katkısı olamayacağını söyleyince umudumu iyice yitirip, eşime,
“verelim dilekçemizi evrak kayıta, gidelim. Bir torpil arayıp bulalım. Olmazsa
ben tayinimi Balıkesir’e yaptırırım,” dedim.
Dilekçenin kaydı alınmadan önce İlköğretim
Genel Müdürü tarafından “uygundur” diye paraf edilmesi gerekiyormuş, çıktık
adamın katına, evrak imzalatmak için bekleşenlerle birlikte girdik odasına.
Masasında noter katibi edasıyla habire imza atan İlköğretim Genel Müdürünü
hemen tanıdım. O, Ankara Erkek Öğretmen Okulunda geçirdiğim bir yılın can ciğer
dostu Nazmi idi…
İmza atarken beni tanımamıştı. Ona kendimi tanıtıp tanıtmamak arasında kararsız
kalarak imzamı arttırdım. Bana, “sizin evrakınızda bir problem var. Şu
arkadaşları yollayıncaya kadar bekleyin de, probleminizi düzeltmeniz için
yardımcı olayım,” diyerek bize odasındaki iki koltuğu gösterdi. Geçip oturarak
beklemeye başladık.
Nazmi, imza şöleni tamamlanıp da odası
boşalınca sekreterine, “içeri kimseyi salmayın!” diye talimat vererek
ayaklandı.
“Ulan Ergin! Nereden çıktın sen ulan?” diye
çığlıklar atarak yanıma geldi, beni büyük bir hasretle kucaklamaya başladı.
Az önce tanımazlıktan geldikten sonra bu
mesafesizliğinden dolayı geçirdiğim şaşkınlığı fark ederek, “kusura bakma,
milletin ortasında mesafeli durdum,” dedi. Beni bırakıp eşime döndü. “Hoş
geldiniz hoca hanım!” diyerek tokalaştı.
Eşim çekingen, “hoş bulduk, efendim!” derken, o
hemen çıkıştı.
“Baş başayken makam mevki yok, tamam mı?”
Eşimin tokalaştığı elini bırakmıyordu. “Ben Nazmi, aha bu adamın öğretmen
okulundan sıra arkadaşıyım. Hem de yatakhanede ranza arkadaşı. Hala horluyor mu
uykusunda bu?”
Eşim de rahatlamıştı. “hem de nasıl,” diyerek
güldü.
İkisi gülümserken, ben elimdeki dilekçede ne
gibi bir sorun olabileceğini düşünüyordum. “Nazmi’ciğim biz bu dilekçeyi evrak
kayda verecektik ya, problem var deyince sen…”
Elimden dilekçeyi aldı, masasına geçti, dahili telefonla bir yere telefon etti.
“Odama kadar geliver!”
Çok geçmedi, odasına gelen yardımcısına beni
tanıttı. “Ergin bey, okuldan kardeşimdi, Saitçiğim. Eşinin tayinini Eskişehir’e
yaptırıver hemen, emi!” dedi.
Sait, dilekçeyi aldıktan sonra çıktı gitti.
Nazmi, “Sizin işiniz tamam,” dedi. “Evinizi Eskişehir’e taşıyın siz…”
“Bu kadar çabuk mu?”
“Biz hızlı servisiz,” diyerek güldü. Saatine
batı, “öğlen oluyor,” dedi. “Çayı kahveyi yemekten sonra içeriz. Haydi,
lokantaya gidelim.” Ayaklandı.
İtiraz edecek oldum. “Biz izin isteyelim…”
Hemen çıkıştı. “Ne münasebet? Akşama da buradasınız daha. Hanımları
tanıştırmayacak mıyız?”
*
Bir de Zile’den adam çıkmaz derler. Yılanı
Zileliyle aynı çuvala koymuş, yılan, “imdat Zileli!” diye bağırmış, diye
fıkralar üretirler. Onlar gelsinler de adam görsünler!
İyi çocuktu Nazmi.
Adam olduktan sonra da “iyi” kalmıştı.
Helal olsun ona!
*