SAFİNAZ ABLA - r o m a n
Esin ablamı az kalsın tanıyamayacaktım. Daha altı, yedi ay
öncesine kadar sadece genç bir kız olan ablam, şimdi o havasından uzaklaşarak
müthiş bir kadın olmuştu. Çoraplarından elbisesine, vücut hatlarından kuaför
eli değmiş boyalı saçlarına kadar her şeyiyle dört dörtlük bir kadın… Bu,
tavırlarını da etkilemiş, benimle itişip kakışarak yaptığı ablalığın yerini
kendine saygı duyulmasını adeta emreden bir mesafeli duruş almıştı.
Evine girdiğimiz an kısa bir "hoş geldin" merasiminden hemen sonra
suratımdaki yara bere ile ilgilenmeye başladı.
"Kim yaptı bunları, böyle?"
"Babam!"
"İnanmam…"
"Vallahi!"
"Elleri kırılsın inşallah!"
Ecza dolabından getirdiği sıvılar ve kremlerle detaylı bir pansuman yapmaya
başladı.
Annem, kocasını kayırmak için, "bu kardeşin olacak serseri daha beterini
hak ettiydi ya, dua etsin çabuk yoruldu adam," diyerek lafa karıştı.
Ablam, ona da kızdı. "Ne demekmiş o, öyle? Daha beteri kemiklerinden bir
kaçını kırmaktır bunun. Babam bu kadar vicdansız mıydı yahu, benim?"
Annem, "vicdansız olan kardeşin!" diye atıldı. "Biz onu
öğretmen olsun diye yolladık, o ise bombalı pankart asmış insanların
tepesine. Ya patlayaydı da, insanlar öleydi."
Hemen, "esas bomba değildi, sahteydi," diye müdahale ettim.
Ablam, "sebep ne olursa olsun, bir insanı bu şekilde dövemezsiniz,
efendim!" diyerek çıkışırken, çenemin alt tarafındaki yarayı
önemseyerek, "buna dikiş atılması şart, kalk, gidiyoruz!" diyerek
ayaklandı.
Beni çekiştire çekiştire çalıştığı sağlık ocağına götürdü. Yol boyunca, önce
pankart olayının detaylarını anlattırdı ve hiç ummadığım bir biçimde beni
onore etti. "Bir genç olarak ülkemizin sorunlarına ilgisiz kalmamış
olman beni gururlandırdı. Tebrik ederim Ergin"ciğim! Benim senden tek
bir istirhamım olacak; lütfen illegal örgütlerden uzak dur, emi! TİP gençlik
kollarıyla ilişkin iyi olmuş, onlar yasal örgüt. Üstelik TİP"in ülke
için hayırlı bir parti olduğuna ben de inanıyorum, Behice Boran"ın
hayranıyım."
"İllegal örgüt"ten neyi kastettiğini anlamamıştım, ama konuşmasının
tadını kaçırmamak için, biraz da cahilliğim anlaşılmasın diye, bunu ona
sormamıştım.
Sağlık ocağında girdiğimiz muayene odasında bizi genç, hoş sohbet bir doktor
karşıladı. Ablama sataşarak, "izin gününde bile uzak duramıyorsun
bizden," dedi.
Ablam ona gülümsedi. "Beyefendi kardeşim olurlar," diyerek beni
tanıttı. "Çene altında derin bir yırtık mevcut. Dikiş atmak
isteyebilirsiniz, diye düşündüm."
Genç doktor suratımdaki tüm yara bereyi sırayla gözden geçirirken, "nasıl
oldu bunlar?" diye sordu.
Ablam, cevap vermeme fırsat bırakmadan, "arkadaşlarıyla kavga etmiş,"
dedi.
Arkadaşlarıyla mı? Bir an için şaşırdımsa da, ablamın, babamı deşifre etmek
istememesini anlayışla karşıladım.
Doktor, "ah o arkadaşlıklar, ah! İlla ki kavgayla biter, nedense…"
diye bir şeyler konuşarak, ablamın evde pansuman ettiği yerleri yeniden
baştan sona renkli bir sıvıyla sildi. Çene altını da silerken, "Haklısın
ebe hanım," dedi; "buraya dikiş atılmalı."
Bu önerme canımı sıktı. Korkumu belli etmemeye çalışarak sessiz kaldım. Oysa,
korkmaya hiç değmezmiş, dikiş atılacak yeri ufak iğneli bir enjektörle
uyuşturduktan sonra yapılanların farkına bile varmamıştım.
Suratımın dört yanında dört bandajlanmış tamponla döndüm eve. İlk şaşıran
annem oldu.
"Ne bu suratının hali?"
Ablam, gülmesi mi gerekli, ağlaması mı gerekli, bir karar veremeyerek,
garipseyerek baktı ona. "Sebep olanlar utansın," diye söylenerek
oturdu. "E? Babam boykotta değil mi, neden gelmedi?"
Ana kızın sohbeti başlarken, ben yediğim dayağın vücudumdaki yorgunluğunu
atabilme umuduyla diğer odaya geçip ablamın yatağına uzandım.
…
Uyuyakalmışım. Saatler sonra Ersin"in sesiyle uyandım. Sevinç çığlıkları
atıyordu. "Anne! Ne zaman geldiniz?"
"Hoş bulduk kuzucuğum! Yeni geldik. Gel bir kucaklıyım seni..."
Aynı evin iki çocuğundan biri tekmeyle tokatla karşılanırken diğeriyle
kucaklaşılarak buluşuluyordu; bu nasıl bir adaletti böyle! Bu vesileyle bir
kez daha Ersin"e duyduğum nefreti hatırladım. Duyduğum bu nefretten
dolayı, kendi kendime olmadık küfürleri mırıldanmaktayken kapı açıldı, içeri
suratında müthiş bir sevecenlik taşıyarak Ersin girdi. Son gördüğüm Ersin ile
şu gördüğüm arasında neredeyse iki katı fark vardı; o hastalıklı, tıfıl oğlan
irileşivermişti.
"Hoş geldiniz abiciğim!" diyerek geldi, benimle kucaklaştı.
Yemin ederim ki, doğduğu günden beri, ilk kez, bana "abiciğim" diye
hitap ediyordu ve dahası benimle kucaklaşıyordu. Hiç yapmazdı bunları. Hatta
defalarca, "abi de ulan!" diye sıkıştırmış olmama rağmen, bana
sadece "Ergin" diye hitap ederdi. Bu gerçekler dururken, onun
birdenbire gösterdiği içtenliğe güvenemeyerek, benimle kucaklaşmasına
karşılık veremedim. Soğuk bir sesle, "hoş bulduk!" demekle
yetindim.
Ersin, "Yüzüne ne oldu böyle, geçmiş olsun abiciğim!"
deyince,
Kendi kendime, "hah, şimdi açığa çıkar gerçek yüzü!" diye
düşünerek, "Babam olacak o şerefsiz yaptı!" diye söylendim. Ersin"in
en zayıf tarafıydı babamız, üst seviyelerde bir bağımlılıkları vardı
birbirlerine ve birbirleri aleyhinde hiçbir tavıra hoş görüleri olmazdı.
Önce, "dövdü mü?" diye sorarak bir şaşkınlık geçirdi ve ardından
yüzümü inceleyerek, "manyak mı bu adam yahu!" diye söylendi. "Nasıl
bir insan evladına bu kadar gaddarca zarar verebilir?"
Ağzım açık kala kaldı, bir an rüyada mıyım, değil miyim, diye bile düşündüm.
Benimle barışık bir abla ve kardeşle buluşma, beni sarhoş gibi yapmıştı,
ayıkmak istemiyordum.
Babam, elinde benim tasdiknamem ile ablamın Eskişehir
Doğumevi Hastanesi"ne tayin olunduğuna dair bir yazıyla, Ankara"dan
doğruca Seyitgazi"ye gelmişti.
"Sağlık Bakanının müsteşarı Gönen"den enstitü arkadaşım çıktı.
Ziyaretine gidip, kızım dört yıldır Seyitgazi ilçesinde vazife yapıyor,
artık, şehir merkezinde, iyi bir yerde çalışmak hakkıdır, dedim. Hay hay,
deyip naklini hemen Eskişehir"deki Doğumevi hastanesine yaptırdı."
Elindeki yazıyı ablama uzatıp, "bu da nakline dair yazının bir nüshası,"
dedi. "Hemen yıllık iznini yazdırıp izine ayrıl ki, seni Eskişehir"e
taşıyalım. İzin sonunda da yeni görev yerine başlarsın."
Ablam, eline aldığı nakil yazısını şöyle bir okuduktan sonra, hiç kimsenin
beklemediği biçimde çıkışarak, "Bana, şehir merkezine naklolmak istiyor
musun, diye sordun mu baba?" diye sordu. "Ya da, şöyle sorayım:
Sana, şehir merkezine naklolmak istiyorum, diye bir şey söyledim mi?"
Onun bu çıkışmasından evvela babam tedirgin oldu. "Senin de şehir
merkezinde çalışmak isteyeceğini düşünmüştüm."
Ablam çıkışmasını daha da sertleştirdi. "Yanlış düşünmüşsün! Burada
kurduğum bir düzenim var benim. Onu ne hakla altüst ediyorsun ki! Burada bir
doktor kadar itibar görürken, sen beni onlarca ebenin müstahdem muamelesi
gördüğü bir binanın içine tıkıyorsun. Ne hakla? Ne hakla? Ha? Ne hakla?"
"Sevineceğini ummuştum. Şu hale bak… Meğer mutsuz olmana sebep olmuşum.
Keşke önce sana danışmış olsaydım."
Ablamı, babamızın içine düştüğü üzüntü bile etkilememiş, suratını asarak
söylenmeyi sürdürmüştü.
Babam, ablamın karşısında uğradığı ezikliği, bana horozlanarak telafi etme
gayretkeşliğiyle anneme, "senin bu oğlun var ya, bu oğlun, bize baştan
sona yalan söylemiş," diyerek anlatmaya başladı. "Efendim neymiş?
Türkiye İşçi Partisinin gençlik kollarına katılmış, TÖS boykotunu desteklemek
için, "işçi memur elele, genel greve," diye bombalı afiş asarken
peşine polisler düşmüş… Külliyen yalan! Tek tek araştırdık, soruşturduk; ne
TİP"in gençlik kollarıyla bir ilişkisi olmuş, ne de polis bültenlerinde
adı geçiyor."
Annem, onun anlattıklarından ne anlaması gerektiğine karar veremeyerek, "yani?"
diye sordu.
"Yani, peşinde polis molis yokmuş! Namussuz herif, notları düşük olunca
öğretmen olmayı silmiş kafasından da, onun için gelmiş."
"Çok mu düşükmüş notları?"
"Çok…"
Annem, aşağılayarak, "zaten, ne zaman iyi oldu ki? Hep tembel bir
talebeydi, hep…" diye söylendi.
"Ben de zaten tastiknamesini alarak sildirdim kaydını…"
Oysa, notlarımın o kadar da kötü olduğunu sanmıyordum. Hele öğretmen olmayı
kafamdan silmek gibi bir şey asla söz konusu değildi. Tabii ki, bunları
seslendiremezdim. Bu defa ablamın yerine de yiyeceğim dayakla birlikte kesin
birkaç kemiğim kırılırdı. Sessizce ortamı seyretmeyi tercih ederek, oturdum.
Babam, nihayet Ersin ile ilgilenmeye karar vererek, "gel bakayım, gel,"
diyerek ona kucağına oturmasını işaret etti.
Ersin, umursamadı bile, oturduğu yerden babamı tenkit etmeye başladı. "Abimin
başı madem ki polisle molisle dertte değilmiş, kaydını niçin sildirdin onun?
Bir problem olmadığına göre okuluna döner, düşük notlarını da bir gayret ile
yükseltirdi."
Babam, tıpkı ablam gibi, onun karşısında da aşağıdan alarak, "ne yazık
ki, ben senin gibi ümitli değildim Ersinciğim," dedi.
Hem ablama, hem kardeşime karşı takındığı bu müşfik tavrı bana da gösterir
miydi acaba? Bunu sınamanın tam zamanıydı. "Yaşadığım bu tecrübelerden
sonra, mutlaka başarılı olurdum," diyecek oldum; önce sert bir tokat
yedim, sonra da küfür! "Siktir ol, git, eşşoğlu eşek!"
O gün babamın mutlu ettiği tek kişi annem oldu. Türkiye Öğretmenler Sendikası
açığa alınıp maaşları ödenmeyen üyelerinin maaşını kendi bütçesinden
ödeyecekti.
*