ANAM
Biliyorum, herkesin en
kıymetli varlığı anasıdır. Ama benim rahmetli anam bir başka anaydı. 13 Ekim
2013 günü Bucak’ta Çavuşlar mezarlığımıza uğurlamıştık güzel anamı. Özledim hem
de çok. Kokuların burnumdan, hayalin gözlerimden gitmiyor anam…
12 Ekim 2013 günü
Ankara Batıkent’teki evimdeydim. Kardeşim Mehmet aradı: “Abi, bişey diyeceğim
üzülme, anamı kaybettik” dedi. Birden bire söyledi. Dondum kaldım, dilim
tutuldu, bir şey diyemedim. Çünkü hasta değildi, ölümcül bir durumu yoktu.
Elbette ölümün şah damarımızdan daha yakın olduğunu idrak edenlerdendik. Ama!!!
Velakin!!!
Kendimi toparlamakta
çok zorluk çektim. Ramazan günüydü iftara az bir zaman kalmıştı. Telefon
görüşmemi görüp, duyan eşim ve çocuklarım olanları anlamaya çalışıyorlardı.
Evimize sanki yıldırım düşmüştü. Hemen toparlanın Bucak’a gidiyoruz dedim.
Eşim ve çocuklarımızla
birlikte arabamızla hemen sılaya doğru yola çıktık. Kasvetli ve hüzünlü bir
yolculuktan sonra gece saat 2 de evimize geldik. Çiftliğimizdeki büyük ev
inşaatımız henüz bitmemiş, ineklerimizin ahırına yakın gecekondu şeklindeki
bakıcı evimiz kullanımdaydı. Merhum anamla merhum babam burada kalıyorlardı. Zira,
Çavuşlardaki koca evimiz çok harabe olmuştu.
Hemen anacığımın
bulunduğu odaya girdim. Yatıyordu. Çenesini bağlamışlar üzerine de bir koca
bıçak koymuşlardı.
Her zaman Rabbimize dua
ederdi: “Yarabbi beni çora çocuğa muhtaç etme”, “yatırıp da acı çektirme”, “yatırıp
da kapılara baktırma”, “emanetini zamanında al YARABBİ” derdi. Bir insanın
kalbi bu kadar mı temiz olur?
O gün bakıcı evimizde
tek başınadır. Dayımın kızı karşı komşumuz Güssün abamla birlikte Kadınkuyusu
Camiine giderler, Mukabele okumaya. Biraz kiloluca olduğu için son zamanlarda
elinde bir sopa (ilkel baston) taşımaya başlamıştı.
Camiden çıktıklarında
evlere doğru gelirlerken anam Güssün abama şöyle der: “Halam sizin işiniz
gücünüz vardır, hızlı gidin evinize. Ben yavaş yavaş gelirim” diyerek onları
gönderir. Ağır ağır evimize gelir. Babam da kahveler mevkiindeki kirlioğlunun
kahvesindedir. Birkaç saat sonra babacığım penceresinden odasının içi dışarıdan
görülebilen evimize gelir. Sağdan birinci odanın kapısına yüklenir. Kapı açılmaz.
Biraz itekler yine açılmaz. Evin dışına çıkarak pencereden odanın içine bakar. Anamı
kapının ağzında yatar vaziyette görür. Kolları abdest için sıvanmış, ayak
çorapları çıkmış, şalvarının bacakları çemrenmiş vaziyette…
Babam şaşırır: “Allah Allah
kadına bak, kapının önünde uyumuş kalmış, bu ne uykusudur ki bir türlü uyanmaz”
der, kendi kendine. Sonra bahçemizde oturarak anamın uyanmasını bekler. Çünkü
oda kapısının açılması mümkün değildir.
Bir müddet sonra
kardeşim Mehmet gelir. “Baba niye dışarıdasın anam yok mu? der.
“Odaya giremedim oğlum,
anan kapının ağzına yatmış, kapıyı açamadım, çaresiz burada serinlikte
oturuyorum.”
Kardeşim hiçbir şeyin
farkında değil, kapıya gelir ve itekler. Normalde anacığımın uyanması gerekir
ama, ölüm soğuk bir şey kimse aklına getirmek istemez. Mehmet, “galiba anam
rahatsızlanmış baba” der ve hemen Güssün abamı çağırır. “Aba koş anama bir şey olmuş
galiba.”
Güssün abamız hemen
koşar gelir anamı dikkatlice inceler. Anacığım, “benim öldüğümden de kimsenin
haberi olmaz” derdi her zaman. Aynı dediği gibi olmuştu. Kimseden yardım
istemeden, kimse görmeden, kimseye muhtaç olmadan, şükürler olsun ki cami
yolunda yığılıp kalmadan, oğlunun evinde, odasında, sobacığının dibinde, abdest
hazırlığı yaparken, kimseyi üzmeden, sürekli dileklerde bulunduğu gibi, “kimseciklere
yük olmadan” sevdiği Rabbine kavuşmuştu.
Hiç hasta da değildi. Son
zamanlarda doktora bile gitmemişti. Rabbime şükürler olsun, onun saf kalbi ve
iyi niyetiyle sürekli diline dolayıp plesenk haline getirdiği dualarını aynen
kabul etmişti.
Bize her işi
öğretmişti. “Oğlum işlediğiniz benim ise öğrendiğiniz kendinizin” derdi. Aş pişirmeyi,
yoğurt üğütmeyi, davar sağmayı, davar kırkmayı, yoğurdu keselemeyi, halı
dokumayı, sökük dikmeyi, yamalık yamamayı ve daha bir çok meziyeti bir usta
mahareti ile bizlere öğretmişti.
Ailenin tek okutulabilen
bireyi bendim. Sürekli beni derslerim lehine kayırırdı. “Oğlum önce derslerini
bitir, ondan sonra işimize bak” derdi. Okulum ve derslerim için akan suları
durdururdu. Kendisinde yoksa komşudan veya nereden bulunacaksa gider bulurdu.
Sofrada eski aş varken
yeni pişen aşa elini sürmezdi. Çoğu zaman eski aşı sünnetlerken yeni aş çoktan
bitmiş olurdu. Yarı aç yarı tok yatardı. Babama tasarruf konusunda ikaz eder,
hesabı kasabı düzgün yap, bankalarla işlerine dikkat et, yoksa benim kara
davarların çullarına muhtaç hale geliriz derdi.
Dediği de aynen oldu.
1978 yılında Mart ayında Büyük abim Mustafa ve küçük kardeşim Mehmet,
kamyonumuzda kazaya maruz kaldılar ve abimi kaybetmiştik. Kaza ile ilintili
olarak, Rahmetli babacığım ben üniversiteyi bitirdiğim yıllarda iflas etmişti.
İcra memurları, evimizdeki tek bir ineğimizi, buzdolabını, üçlü ocak
ğı, halı ve kilimleri
götürmüştü. Rahmetli babam ödeyemediği iki tane 75 liralık çek yüzünden 4 ay
hapse düşmüştü.
İşte o anlarda rahmetli
anam sokağa ateş yakıp kara tencerede aş pişirdi. Davarlarımızın kıllarından
ördürdüğü eski çulları yerlere serdi. Kendisi de 7 lira yevmiye ile İnal’lara
ketire ayıklamaya gitti.
Herkeslerin ve bizlerin
çok ama çok sevdiği, çilekeş, yardımsever, iyilik meleği anacığım, çocukların “çakır
nenesi”, emsallerinin “ibiç kızı, çakır karısı”, “aşanımca”sı, bizlerin garip
anası, sevgili eşimin biricik validesi, çocuklarımın bobannesi, garip anammmmm.
Nur gölünde yat. Mekanın Cennet olsun. Rabbim bizleri Cennetinde kavuştursun.
Seni çok arıyoruz çoooook.
Selam, sevgi ve
dualarımla… Allah’a emanet olunuz…
18 Ocak 2016. Saat
07.00. Pazartesi. Antalya.
Yrd.Doç.Dr. Süleyman
COŞKUNER