Yaşadığımız
dünyada çok fazla doğru da yanlış da var. Öğretiler, ölmüş insanlara dayanan orijinleri
ile çağımızın sanal dünyasını yaşayan nesillere doğru yolu göstermiyor,
kardeşliğe giden amaçları da desteklemiyor. Her büyük toplum grubu içinde,
insanları sömürüp beslenen küçük bir yönetici halkası mutlaka var. Halkanın en
büyüğü, çoğunluğu ise, “Şeyh’ten şefaat bulurum” diye vicdanen ona bağlı
kaldığı bu yerlerde ömrünü boşu boşuna harcıyor.
İnsan yaşamak için nefes almak zorundadır. Ruhun ise, Allah sevgisidir. Eğer bu ilahi sevgiyi bulamıyorsa, depresyon, sıkıntı, sinirlilik gibi psikolojik rahatsızlıklarla “Keskin sirke küpüne zarar verir.” misali insanlıktan çıkıyor.
Kime sorsanız Müslümanım diyor günümüzde. Cumalarda, bayram namazlarında camilere sığmıyor kalabalıklar. Bu aslında sevindiricidir. Ancak, bu kalabalığa hangi İslam’ı yaşıyorsunuz deseniz, milyonlarca İslam tanımı ortaya çıkıveriyor. İslam’da bir tek doğru var, milyonlarca değil. İklimle, kültürle, sanatla… Değişen bir İslam tanımı yok! Ezan sesi gibi tektir bedeni ve dili. Bu kadar karmaşık hale gelmesi, cahilliğimiz, tembelliğimiz, dünyaya olan düşkünlüğümüz ve “Hep benim olsun!” diyen doyumsuzluğumuzdur. Artık yaşatılacak tek bir gerçek, İmam-Halife bağı ile tüm müslümanların dilini bire indirmektir. Günümüz insanı bu karmaşayı çözemez durumdadır.
Bu
hikâyeyi yazma nedenim ve ölüm kalıbı ile hikâyeye başlamamamın mesajı, çok
renkliliğin ve karmaşanın ölmesi, kişinin yaşantısındaki İslam’ın bire ve öze
dönmesidir.
Saffet Kuramaz
"Her nefis ölümü tadacaktır." Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ: 21/35; Ankebut, 29/57
Yavaş
yavaş sararmaya başlamış ceviz ağacının altında otururken, biraz ilerde akan
ırmağın sesini dinliyordu; ayaklarını uzatmış, altındaki kilimin nasırla
dokunmuş her ilmiğindeki sertliğini hissederek. Yanık bir türkü dilleniyordu
ağzından;
“Hani
bülbülüm sen vermez miydin gül
Ağzından
nağmeler dökülürdü ya…”
Aslında
ne bülbül ne de gül yanında yoktu artık. Sol tarafından gelen akıp gelen ırmağın
akışı cılız bir su olmuştu. Geçmişine özlem haykırışı, muhabbet bağının
tutkularının hayali ile yanıp tutuşuyordu. Geçmişinden bir tek bu ceviz ağacı
dimdik ayakta kalmıştı. Hala meyve veriyor ve büyümeye devam ediyordu. Sanki
ona yaşama isteği konusunda naçizane yol gösteriyordu.
…
“Yunus,
oğlum hoş geldin!”
Sevgili
anacığının sesi yankılandı kulaklarında.
“Oğlum,
artık çok istesem de mantıyı sıkamıyorum. Öyle güçsüzüm ki… Ablana söyle de
hamuru açsın bir mantı yiyelim seninle!”
Kalp
kapakçığı rahatsızlığından dolayı annesi, neredeyse bir deri kemik kalmıştı. Çoğu
zaman konuşurken bile ne dediğinin farkında olmuyordu. Bazen görünümü sinirli
bir hal alıyor, bazen çaresizce bakıyordu
sağa sola. Doktorlar, değiştirilen kalp kapakçığının iflas ettiğini,
değiştirmek isteseler bile, zayıflamış bedeninin buna dayanamayacağını
söylüyorlardı. Artık ölümünü bekliyordu. Ölüm ona ne kadar yakındı. Ne kadar
çaresizdi. Yanında ne kadar çok kalmak istese de hayat devam ediyordu maalesef.
Ertesi gün yaşadığı şehre dönmek zorundaydı. Almış olduğu izin bitmişti işlerine
dönmeliydi.
“Hakkını
helal et Anneciğim!” demişti. “Hakkım helal olsun!” diye cevap vermişti. Sanki
bir vedaydı bu ayrılış, bir daha dünya gözüyle görüşemeyecekmiş gibi. Elinden
öptü. Uzun süre arkasına bakarak, gözü yaşlı halini görerek uzaklaştı.
Yaşadığı
şehirde, dünya ona dar geliyordu. Hemen her gün telefon ediyor, annesinin
hakkında bilgi alıyordu. Ortada olağanüstü bir durum yoktu. Yine de bir
tedirginlik yaşıyordu. Aslında, “Kimin ne zaman öleceğini sadece Allah bilir!”
düşüncesi teselli ediyordu. Diyordu ki içten içe,” Ya ben ölürsem annemden
önce! Belli mi olur bir trafik kazası, bir kalp krizi …” ölmek için neden
aranırsa çoktu…
***
O
gün işten eve geldiğinde, anlam veremediği bir sıkıntı göğsünü paramparça
edecek gibi daraltıyordu. Eşiyle bu konuda paylaşım içindeydi ama ne yaparsa
yapsın göğsündeki sıkıntı daha da artıyordu. İçinden, “Olağanüstü bir durum
var, böyle bir durumu ilk defa yaşıyorum. Bu hayra alamet değil.” Diyordu.
Ertesi gün her zaman ki gibi öğlen yemek yedikten sonra çalışma masasına
oturmuştu. Yarım saat geçmemişti ki, iş yeri telefonu acı acı çalmaya başladı.
“Yunus
Bey siz misiniz?”
“Evet.
Siz kimsiniz?”
“Ben
ailenizin kaldığı evin yan komşusuyum.”
“Hayırdır
ne oldu ki…”
“Anneniz
fenalaştı. Hemen buraya gelmelisiniz!”
“Yoksa
öldü mü? Ne olur doğruyu söyleyin.”
“Yok,
ölmedi ama durumu iyi değil!”
“Lütfen
doğruyu söyleyin… Lütfen!”
“Anneniz
öğleye yakın saat 11 gibi öldü… Babanızla konuştum. Kardeşinize de haber
verecekmişsiniz. Çünkü telefonu bende yok.”
Arayan
kişi telefonu kapatmıştı. Ne yapmalıydı bilmiyordu. İlk önce eşini aradı.
Annesinin durumunu onunla paylaştı. Uçaklarda yer varsa aramasını söyledi.
Panik içindeydi. Şok olmuştu. Çevresindeki iş arkadaşları ona yardım ettiler.
Bir taksi çağırdılar ve eve geldi.
Uçaklarda
yer yoktu. Öyle bir zamandı ki, herkes işinde gücündeydi. Çaresizdi.
“Haydi, arabamıza binelim
ve kendi imkânlarımızla biz gidelim. Başka yapacak bir şey de yok.” dedi.
Üç
yaşında bir oğlan çocuğu vardı. Hızlıca bir yolculuk bavulu hazırladılar. Bu
arada eşi erkek kardeşini de arayıp acı haberi vermişti.
Yollar
gittikçe uzuyor gibi geliyordu ona. Göğsündeki sıkıntı daha da artmıştı. Hangi
hızla gittiğini dahi eşi söylüyor ve dikkatli araba kullanması konusunda
uyarıyordu. “Ben kullanayım!” diyordu eşi ama bunu da izin vermiyordu.
Akşam
olmuş hava kararmıştı. Sanki yokluğa doğru gidiyordu. O karanlığın ötesinde
ışık asla olmayacakmış gibi hissediyordu. Gözünün önünden annesiyle yaşadığı
geçmiş canlanıyordu.
***
Dilinde
türkü daha da acı bir hal almıştı.
“Gök
kuşağı sarar kokardı sümbül
Nisan
yağmurları dökülürdü ya…”
Birden
sustu. Ayağa kalktı ve hiddetle taş atmaya başladı suya… Sanki geçmişini döver
gibi, sanki kalbinin dibi delinmişçesine, sanki neresinde olduğunu
unutmuşçasına evveli ahirinde…
“Siz
bile eskidiniz türkülerim! Tat vermiyorsunuz, teselli etmiyorsunuz yüreğimi…”
dedi. Koştu nefesi tıkanana kadar. Güneş tüm sıcaklığı ile yakarken, teni
kavrulurken, ellerini açtı duaya. Yığılıp kalmıştı oracığa… “Çaresizim. Yüce Rabbim
bana sabır ver. “
***
Gözlerinde
annesini son gördüğü anlar canlandı. Morga girip, ruhsuz tenin, konuşamayan
dilin, mana yükü kaybolmuş annesinin bedenini görmüştü. Sağ gözü açıktı.
Kapatmak istedi ama kapatamadı. Bir deri kemik kalmıştı. O neşeli, sevdiği,
hayat dolu annesi hareketsiz yatıyordu. Ne söylese cevap vermiyordu. Öylesine
bakakaldı. Yanaklarından öptü… Yıkanıp, kefenlenmesi gerekiyordu. Bu yüzden
morgdan çıkması gerekiyordu. Son kez baktı ve “Hoşça kal” dedi…
Tabuta
konularak arabayla yaşadığı yerlere gidildi. Cenaze namazı kılındı. Kabire
konuldu. Toprakla üstü örtüldü. Ruhuyla birlikte bedeni de bu dünyada yoktu
annesinin artık. Ağlamak istedi,
ağlayamadı. Şaşkındı. Eve geldikten sonra eşe dosta yemek verdiler. Ne kadar
acı olsa da, hayat devam ediyordu. Bu acı dolu günün devamında, yemek de
yenebiliyordu nihayetinde. Yemekten sonra, eş-dost kim varsa evlerinden
ayrıldılar. Artık o evde bir kişi eksikti.
Baba
evinden ayrılırken tekrar mezarlığa uğradı. Dualar okudu annesinin kabrinde.
Yine vedalaştı. Bu sefer, bir görüntüyle-sembolik bir mezarla vedalaşmıştı. Oradan
uzaklaşırken arkasında kalmıştı her şey, yollar kıvrım kıvrım, fikirlerinde binlerce
salkım… Gidiyordu.
***
“Oğlum,
köyde halan vefat etmiş. Otobüsle yanına geliyorum şimdi. Beraber köye gidelim
olur mu? Beni terminalden al!” demişti
babası.
Günlerden
Cuma gecesi… Ne kadar severdi halasını. Köyde nohut tarlasında çalışırken
yağmur yağmış, orada çalışan herkes ıslanmamak için bir ağacın altına
gelmişler. O ağaç yüzünden şimşek düşmüş halasının üzerine ve halası orada
vefat etmiş. Daha kırk yaşında, gencecik
bedeni bu dünyayı terk etmiş. Şimşek, o kadar insan içinden yalnızca halasına
zarar vermiş. Ecele bahane de, şimşek olmuş işte…
Cumartesi
baba-oğul köye gidiyorlar. Öğlen namazına zor da olsa yetişiyorlar. Köyde kim
varsa orada. Cenaze namazından sonra köy mezarlığına getiriyorlar cenazeyi. Bir
çukur açılmış görüyor, zannediyor ki, halası bu çukura gömülecek. Yaklaştıkça
görüyor ki, o çukur içinde yarım metrelik betondan yapılmış bir kapı ve içinde
iki ölünün kalabileceği taştan yapılmış yataklı bir oda var. İçeri girdiğinde,
yıllar önce ölmüş halasının kayın pederinin çürüyen ve sadece iskeleti kalmış
görüntüsü gözüne çarpıyor. Ona şaşkınca bakıyor. Kemikler hala ne kadar
intizamlı duruyor. “Acaba bizim geldiğimizden haberi var mı?” diyor korkuyla
içinden. Sonra diğer köşeye uzanmış halasına bakıyor. Kefeni ile uzanmış,
eşarbı hala duruyor başında. Yüzünü karanlıktan göremiyor. Fatiha okuyor ve
veda ediyor… Çıkıyor o küçücük kabir odasından. Pencere kapandıktan sonra
toprak atılıyor. Doldurulan mezar yeri değil, boş çukur işte… Dualar, âminler…
Geçmişin esintileri etrafındaki mezar taşlarına bakıyor. İsimler ve altında
vecizeler… Bir zamanlar yaşayanlar ve yaşamaya ısrarla devam edenler
birlikteler!
Yeniliyor
yemekler… Konuşmalar sıradan, günlük hayatın içinden. Yaşam devam ediyor işte…
Yine yola çıkıyor. Masallarda dendiği gibi dere tepe düz gidiyorlar.
***
Irmağın
içinde kayboldu gözleri sanki. Gözlerinde muson yağmurları, yüreğinde sel taşkınları…
İçinden neler geçmiyordu ki!
“Irmak
hala akıyor. Kim bilir ırmak beslendikçe yağmurla kimler yanında oturup onun
gibi türkü söyleyip, tefekkür bahçesine misafir olacak. Sırası gelen o ırmağı
keşfedecek, sırası gelen bu dünyayı terk edecek… İlahi irade, bu senaryoyu
kıyamete kadar devam ettirecek ki, yeni insanlar yaşamaya devam edecekler.
Kimse, emanetiz demeyecek. Aksine kükreyip kıralım diyecek! Kimse, geriye
bakıp, tarihinden ibret almayacak. O ırmak kenarında başka sancılar, kahırlar,
ağıtlar yakılmaya devam edecek.
Çaresizlik
içinde, “… İnnâ lillâh ve İnnâ ileyhi Râciûn; şüphesiz biz Allah'tan geldik ve
O'na döneceğiz." dedi tefekkürle…
***
“Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur. O daima diridir (Hayy’dır), bütün varlığın idaresini yürütendir(Kayyum’dur).
O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni
olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve
arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka
ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri
kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O
çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara, 255)
Beş Yıl Sonra.
Dergâh
bahçesinde oturan ve düşünen Yunus yine oldukça bunalmış ve içini açacak birine
ihtiyaç duyuyor. Bulunduğu ve paylaştığı her aşamada ayıpların olduğu,
sorguların yasaklandığı bir kısır döngüde bunalmış durumda. Sanki güneşi
kaybolmuş, alaca karanlığın içinde alıştığı ve güven veren bir ışık aramakta… Yanına
Abdullah gelince, onunla hasbihal edip yürümeye başladılar. Abdullah, şeyhe tam
manası ile bağlı ve ne derse her şeyi harfi harfine yapan ve yaşayan sufi bir
kuldu. Yunus’un uzaktan akrabası idi. Beş yıl önce, eşini ve çocuğunu da trafik
kazasında kaybeden Yunus’un yaşadıklarını görmüş, kalbine ilaç olur düşüncesi
ile tarikatı tavsiye etmişti.
“Şeyh
ne derse itiraz bile edemiyoruz. Sorgulayamıyoruz. O da bir insan hata yapamaz
mı? Eğer ameli cehennemlikse ki, bunu nasıl anlayacağız sorgulamazsak, biz de
Allah korusun cehenneme gideriz, değil mi?”
“Kardeşim,
sen ne diyorsun. Nereden çıktı bu fikirler? Şeytan mı sana vesvese veriyor
yoksa?”
“Allah
bana akıl vermiş, aklım ile sorgulamayı ve “Oku”mayı emretmiş. Eğer ben
yaptığım her şeyi sorgulamazsam, her yaptığımı Şeyh’in taklidine dönüştürürsem,
benim nasıl bir amelim olur ki? Eğer biz bir sınav içindeysek ve o sınava göre öbür
dünyada yargılanacaksak, sınavda
çalışmayıp kopya çeken öğrenci gibi izlediğim bu taklidi amel ile nasıl Allah’ın
yanına varıp, kendimi savunabilirim ki? Allah dese ki, “Sana akıl, Kur’an,
yaşanacak sünnetler verdim, neden öğrenmedin ve yaşamadın? Bu soruya nasıl
cevap verebilirim ki…”
“Nasıl
bir isyan kardeşim bu? Eğer böyle konuşmaya devam edersen, seni Şeyh’e şikâyet
eder ve seninle dostluğumu da bitiririm…”
“Şeyh,
ancak bana ilim öğretebilir, yol gösterir, ne yaşayacağıma karışamaz. Bu ilim
karşılığında da benden bir hizmet bekleyemez. Ne yapıyorsa, Allah rızası için
yapmalıdır. Zaten bu tarikata girişimiz, “yokluğu-fenayı” keşfetmek, dünyada
yaşarken onu terk etmek için değil miydi? Eğer yokluğu keşfediyorsak ve Şeyhimiz
de önceden keşfetmişse, niçin hizmet ve dünyalık beklentisi ile etrafında
insanlar sürüsü görsün ki? Hz Ömer değil miydi, “Ben sadece bana verilen işimi en iyi şekilde yapmaya gayret ediyorum ve
o işim karşılığında da hakkım olan maaşımı alıyorum. Bende diğer insanlar
gibiyim. Hiç kimseden üstün ya da imtiyazlı değilim.” diyen. Kim Hz
Ömer’den daha üstün olabilir ki yaşadığımız dünyada?”
“Dediğin
doğru ama Şeyh daha bilgili ve eminim bizim bilmediğimiz başka şeyleri biliyordur.
Onun dediklerine inanmamız gerekir. Cahilliğimizle eleştirmek değil, ne
söylerse itaat edip yaşamamız gerek. Böyle konuşursan da öbür dünyada onun himmetinden
nasiplenemezsin. Lütfen bu gibi fikirleri aklından çıkar, olur mu, yoksa…”
“
Yoksa ne olacak ki… Benim buraya gelme nedenim, ölümün kalbimde oluşturduğu
yarayı tamir etmek içindi. Ben zaten Allah’a iman ediyordum. Haşa, Şeyh’i Allah
gibi göremem. Eğer Allah affetmiyorsa, onun aciz kulu olan Şeyh mi şefaat
edecek bana, Haşa! Ölüm hak ve öldükten sonrasına iman ediyorum. Benim istediğim
yaşama biçimi bu değil asla…”
“
Allah ıslah etsin seni, başka ne diyeyim. Bu fikirler bana ters. Artık seninle bu
konuda konuşmak istemiyorum. ”
“Peki,
kardeşim, Allah seni de ıslah etsin. Doğru yolu görmeyi nasip etsin. Hakkını
helal et. Senin sayende buralara geldim ve başka gerçekleri gördüm senin samimi
gayretinle. Hoşça kal.”
“Hakkım
varsa helal olsun. Senin için dua edeceğim. Sen de hakkını helal et olur mu?”
“Helal
olsun… Hoşça kal.”
“Hoşça
kal”
Beş
yıl boyunca hiç kesmediği sakalı ve dökülen saçları ile bambaşka bir Yunus
olmuştu. Sade giyimi tercih ediyor ve sünneti en iyi şekilde yaşamaya gayret
ediyordu. Kaldığı odasında bulunan üç beş eşyasını topladı ve onları orada
bulunan ihtiyaç sahiplerine verdi. Herkesten helallik aldı. Yalnızca Şeyh ile
görüşmedi. Elinde ne bavulu vardı ne de azığı, dünyasında tam bir yokluğu
yaşıyordu.
Beş
sene önce oturduğu ve düşündüğü nehrin kenarına geldi yine. Nehir bile
değişmiş, suyu azalmış, gücünü ve cazibesini yitirmişti. Taş attığında duyduğu
ses bile tarih olmuştu. Üzülmüştü bu görüntüye. Ölenlerini, geçmişini ve iyi
kötü yaşadıklarını hafızasında yeniden süzgeçten geçiriyor ve düşünüyordu.
Nerdeyse
beş yıldır kaldığı ve tefekkür ettiği, zikirle geçen yılları geride bırakacaktı
Yunus. Yaşadıklarından pişman değildi. İzlediği yol hatalı bile olsa, ölmeden
önce bu gerçeği gördüğü için Rabbine şükür ve tövbe ediyordu.
“İnsanlar
ancak ilim öğrenmede ve “Oku”mada yol gösterici olabilirlerdi.” diye
düşünüyordu. “Zaten Allah’ı yalnız ve bir Rabbi kabul etmişken, başka Rabler
aramanın bir manası da yoktu. Kalp yalnızca Allah’ın sevgisiyle meşgul olmalıydı.
Allah’tan başka her sevgi ölümlü ve emanetken, nasıl böylesi bir dünyalığa
teslim olunabilirdi ki? İslam yaşanılır olsun diye, insanlara anlayacağı
basitlikle gönderilmemiş miydi ki… Her
ölümlü dünyalık, insana bir sınav olarak veriliyor, ona sahiplenmeden ve israf
etmeden sahip olunabiliyorsa sınavı geçiyordu inanan.
Her
şeyin bir tek sahibi varken, “Ben ona sahibim!” demek te ne oluyordu ki? Eğer “Ben
sahibim.” diyorsa insan zalimlik etmiyor muydu? En nihayet ölümü gördüğünde yine
Rabbine dönüyor ve tövbe ediyordu işte! Madem hal buysa, bunca yaşanan ömürde
doğru yolda kalma gerçeğinin tersini ispat edercesine ve ısrarla “Doğru yol
budur!” diye yaşamanın hangi akla kârı
olabilirdi ki…
Çok
“Oku”malıyım ve onu yaşayıp uygulamalıyım! “ dedi.
Tarikat
ortamından dışarıya çıktığında karşılaştığı dünya manzarası, daha acımasız,
savaşların ve bunun sonucunda öldürülen masum insanların olduğu zalim bir hal
almıştı. Dünyaya bağlılık ve sahte tanrılar, süper güçler ve ona boyun eğen
cahil insanlar ile her yer dolup taşmıştı. Müslümandı öldürülen halklar ama
tarikatta olduğu gibi sahte tanrılara boyun eğmişlerdi farkında olmadan.
Ölüyorlardı ama kimin için belli değildi.
Ahirete iman sanki çöpe atılmışçasına günü yaşayan bir kulluk ve azgınca
dünyayı talan eden zalimlik hortlamıştı. Mekke’de bile, hac sırasında katliam
gibi izdihamda ölen hacı adaylarının akıbetini işitmişti. Dünyanın hiçbir
yerinde yaşam garantisi olmadığı gibi, İslami yaşantının egemen olduğu bir köşe
görmek de mümkün değildi. Sanki onikinci asrın Yunus’uydu. Moğol ve Haçlı istilası savaş ve terörle sanki
modern haliyle etrafında cereyan ediyordu.
Nereye
gitmeli ve yaşamalıydı ki sonucunda aldığı nefes ona huzur versin?
***
Köyüne
gelmişti. Anadan babadan kalmış, harabeye dönmüş evlerini uzun uğraşları
sonucunda oturmaya elverişli hale getirmişti. Köylüler Medineli Ensar gibi ona
yardım ediyor, sohbetlerini ve şiirlerini dinliyorlardı. Evinin yanında da bir
dere vardı. Az da olsa suyu vardı. Sessizce akıp gidiyordu. Geceleri derenin
sesini dinliyor, zikirlerini ezberliyordu. Akan suyun sesi huzur vericiydi, onunla
ağlıyor onunla gürlüyordu.
Köyün
camisindeki imam kendisine son zamanlarda yazılmış birçok kitap vermiş, onları
okumaya başlamıştı. İmam, bu doyumsuz okumasına hayrandı. Şehre indiğinde yeni
kitapları hayır niyetiyle satın alıyor ve okuması için kitapları veriyordu.
Cami içinde okunmuş kitapları koymak için bir kütüphane bölümü açılmıştı. Her
okunan kitap buraya konuyordu. Haftada bir gün Yunus camide sohbet ediyor ve
sorulan sorulara cevap veriyordu. Bu sohbetleri duyan civar köylerdeki insanlar
da bu sohbete katılmaya başlamıştı.
Uzat
elini yokluğum dünyada
At
emelimi şu fani rüyada
Kusur
arama, kim görsen riyada
Sadece
gezin Esma-ül Hüsna’da.
Gönlümüz
sevdi biz sevgili olduk
Kavuşmak
murat, hasretten yorulduk
Unuttuk
gülmeyi, gül iken solduk
Allah’a
dost ol Esma-ül Hüsna’da.
Çok
ağlayasın dost, çok az gülesin
Dünyayı
terk et ölmeden ölesin
Okudukça
aşkı rahmet bulasın
Arındıkça
kalp Esma-ül Hüsna’da.
Dinleyende
gözyaşı, sessizlik hâkim… Kimsenin diyecek bir sözü yok, sanki nefesler tutulmuş
ve Yunus’un sesi çınlıyor kulaklarında. Oturanlar arasında bir genç, gözlerini
kapatmış Esma-ül Hüsna’yı okumaya başladı. Başlar eğilmiş, diller gürlemiş,
kalpler bir olmuşçasına sesler birleşti.
Hemen
hemen her sohbette bu gibi manzaralar oluşuyordu. Bir saat süren zikirden sonra
sohbeti dinleyenlerin getirdiği yiyecek ve içeceklerle sofralar kuruluyor,
yemekler yeniyor ve hal hatır soruluyordu. Yemek duasından sonra insanlar
evlerine dönüyordu, gecenin derinliğinde.
Yunus,
kalben huzurluydu bu yaşadıklarıyla ama Hacc’a gitmek istiyordu. Bu yolculuğu
yürüyerek ve tek başına yapmak istiyordu. Kimsenin yardımına ihtiyacı yoktu. Bu
fikrini sohbete gelenlerle paylaştığında, her türlü yardımın yapılması için onu
ikna etmeye çalıştılar. Maddi ne gerekiyorsa aralarında bu parayı toplayıp
onunla hacca gitmesini teklif ettiler. Bu konuda çok ısrar ettiler ancak Yunus
ne söylendiyse hiç birini kabul etmedi. Helallikler aldı. Heybesine azığını
koydu ve yola koyuldu. Onu tanıyan herkes hüzünlüydü. Ondan ayrı kalacaklarına
üzülüyorlardı. Sonuçta onlar için hayır duadan başka yapacak bir şey de yoktu.
Ve yalnızdı yine Yunus.
***
“Bölüşürsen tok olursun
Bölünürsen
yok olursun”
Yunus
Emre
Kutsal
yolculuğa, savaşların, atılan bombaların, korkuların, evsiz barksız
kalmışların… Her an feryat edenlerin arasından geçerek yol aldı. Yanlarından
geçerken kendisini kimsenin görmediği bir duvar örmüştü etrafına sanki. Her yerde
kan, toz, her yerde acı haykırışlar… Ne yapabilirdi ki? Kendisinin Rabbi
onların da Rabbiydi. Bu çetin bir sınavdı. Tıpkı, doğanın yeşermesi için çetin
bir kıştan geçmesi gibi. Tıpkı, hayvanlar arasında güçlünün hayatını devam
ettirmesi için sürünün içindeki zayıfları ezmesi gibi. O sürünün içinde en
güçlüler, o neslin geleceğini garanti ediyorlar. Tıpkı iman ve samimiyet
yönünden ihlası yeryüzünde yayacak güçlü liderlerin ve onları takip edenlerin
varlığı gibi. Eğer ihlaslı Allah dostları bu dünyada olmasaydı, bu dünyanın
varlığının anlamı olabilir miydi? Asla, çünkü kalplerde Allah’ın ilham ettiği
sevgi olmasa zalimlerin kısa bir sürede cehenneme çevirdikleri bir dünya
yaşanmaz hale gelirdi.
“O
insanın önünden ve arkasından izleyen melekler vardır, onu Allâh'ın emriyle
korurlar. Bir millet kendi durumlarını
değiştirmedikçe Allâh onların durumlarını değiştirmez. Allâh da bir kavme
kötülük istedi mi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O'ndan başka
koruyucuları da yoktur.” (Rad,11)
Yunus
bu ayeti zihninde canlandırdı ve gördü ki, her gittiği yerde Allah’ın verdiği güzel
nimetleri değiştirip, Allah’a isyankâr yaşayan müslüman ülkeler var. Kulluk
dairesinden çıkmış, verilen nimetlere şükretmeyen insanlara Allah, bu zalimler aracılığıyla
gücünü gösteriyordu. Bu insanlar için
her gittiği yerde hayır duada bulunuyordu. Yapabildiği insanca yardımları da yapmaya
gayret ediyordu. Çok ağlıyordu...
Nihayet
çöle kavuştu. Issız bucaksız kum fırtınaları, gündüzleri yakan güneş, geceleri
üşüten, hızla değişen hava içinde zahmetli yolculuğuna devam ediyordu. Sanki
Mekke’den Medine’ye hicret eden sevgili Peygamberinin yaşadıklarını hissediyor,
durumundan dolayı şikâyet yerine, mutlu oluyordu. Kumlar gibi, kâh uçuşan kâh uyuyan ve bir
ömre sığan hikâyesini yol boyunca düşünüyordu. Dünya manzarasında yalnızdı.
Yalnızlığın çözümü, insanlar ya da doğa değildi. Eğer insan kalbinin her
köşesine ancak Rabbini yerleştirebiliyorsa, yalnızlıktan kurtulabilirdi diye
düşünüyordu. Her insanın aynı ihtiyacı, başka tercihleri vardı. Kendi sınavını
yaşarken, başkasına merhamet edip, onun sınavıyla meşgul olmuyordu. Kimse,
Allah için başkasını sevmiyordu. Sevgi dile düşen ama kalpte olmayan bir
teselli ya da vicdanı rahatlatma aracı gibiydi.
İnsanları,
arabaları görmeye başlamıştı. Demek ki, Mekke’ye yaklaşmıştı. Peygamberinin
doğduğu, nice evliyanın gelip ziyaret ettiği şehirde Allah dostlarının manevi
varlığını hissetmeye başlamıştı. Kalbin heyecan ile birlikte, ayaklarına derman
gelmişti. Adeta bedeninden çıkmış, uçuyordu rüzgâra karışan kumlar gibi…
Ağladı,
açtı ellerini dua etti şükürle Kâbe’yi seyrederken. Her tavafa gelenin temiz ve
beyaz giysileri gözünde ilahi nura dönüyordu. Manevi bir hortumun içinde göğe
yükselecekmiş gibi hissediyordu. Artık bedeninden çıkmış, yokluğu keşfetmiş,
Allah’ın evinde ikram ettiği nimetleri yemeye ve içmeye başlamıştı. Kendisini
misafir eden Rabbine şükrediyordu.
Arafat,
Müzdelife ve Mina’dan sonra yine Kâbe’deydi… Sanki ayakta Peygamberinin veda
hutbesini dinliyordu. Şahadet istiyordu Peygamberi, “Helal Olsun!” diyordu
âcizane. Kalabalığın içinde bölüşürken tok oluyordu, yağan rahmet yağmurunda
ıslanıyordu. Kıştan çıkmış, baharına adım atıyordu.
“Ölmek,
doğmaktır!” diyordu işte… “Ben, biz olup bugün doğdum.”
Derken
karıştı kar tanelerine, dünyanın bir yerinde!
Saffet Kuramaz