Emirdağlı Şinasi Bey, şehirlerarasında otobüs şoförüydü. Uzun yıllar başkalarının otobüslerinde çalıştıktan sonra rahmetlik olan babasından kalan tarlayı çubuğu satıp, yarı bedelini ödeyerek sıfır kilometrede bir otobüs almıştı. Kalan yarı bedele ait taksitleri gecesini gündüzüne katıp kendi otobüsünde direksiyon sallayarak ödemeye çalışmıştı. Yaşı bir hayli ilerledikten sonra direksiyon sallamaktan da gına getirmişti.

Otobüsün borçlarını bitirdiği ay, yaşlılığını ayaklarını şöyle uzata uzata yaşamanın hayalleriyle Bağkur’da her işlemi bir güzel tamamlayıp emekli oldu. Otobüsü de noter sözleşmesiyle oğlu Yaşar’a devretti.


Eşi Oya’nın bu devir teslim işine bir itirazı vardı. “Yaşar tek çocuğumuz değil ki! Altı çocuğumuzun, hepsinin hakkı var o otobüste,” diyerek söylenmeye başladı.


Şinasi Bey tam da bu noktada kızıyordu karısına. “Yahu, kızların hepsini okutup ekmeğini kazandırmadık mı? Her biri yuvasını kurmadı mı? Onlar için niye tasalanmaktasın? Bırak da oğlumuz da alsın ekmeğini eline!”     


 “Sen bilirsin,” deyip susmak zorunda kaldı Oya hanım, bir daha da konuyu hiç açmadı.


Beşi kız biri oğlan, altı çocukları vardı. Oğlan on numaraydı. Bir oğlan doğursun diye hamile bıraktıkça inadına kız doğuran karısı, onuncu hamileliğinde nihayet bir oğlan doğurabilmişti. Evvelce doğan kızlardan son dördü ömürleri vefa etmeyip de henüz bebekken ölünce oğlana ölmesin de yaşasın diyerek ‘Yaşar’ adını takmıştı. Şinasi Bey günlerini yollarda geçirdiğinden kızlarla pek fazla ilgilenememişti. Kızların yetişmesinde tek katkısı, onları hiçbir zaman aç açık bırakmamak olmuştu. Onlar, annelerinin terbiyesi altında dört dörtlük birer kız olarak yetişmişlerdi. Aralarında doktor çıkanı bile olmuştu. İkisi hemşire, biri ebe; biri de lise öğretmeniydi. Hemşirelerden büyük olan yüksek lisans yapmış, genç yaşındayken çalıştığı devlet hastanesinin başhemşiresi olmuştu. Her biri kendilerine uygun buldukları birer erkekle evlenmiş, kendi yuvalarının kadını olmuşlardı.


Kızlarını büyütürken dizlerinde oturtup öpüp okşama huyu olmayan Şinasi Bey, Yaşar doğduktan sonra ele avuca sığmaya başlayınca, zaman zaman tepesine sıçsa bile onu tepesinden hiç indirmedi. Hele ki bir de yürümeye başladıktan sonra yolculuklardan ayırabildiği tüm zamanını onunla geçirip, çarşıya, pazara, kahvehaneye, maça, hamama, akla gelebilecek her yere onu da taşıdı. Yaşar ortaokulu bitirip de daha lisenin birinci sınıfına başladığı yıl, “okumayacağım!” diye tutturunca hiç üstüne varmadı, “istemiyorsun madem, okuma,” diyerek okuldan kaydını sildirdi, yanına muavin olarak alıp ona mesleğini öğretti. On sekiz yaşını doldurduğu yıl ehliyet sınavlarına sokup ağır vasıta ehliyetini de aldı. Tecrübesi artsın diye zaman zaman kendisi muavinlik yapıp Yaşar’ı direksiyona oturttu.


*


Eskişehir Otogarında muavinlikten yetişme on dokuz yaşında bir gencin otobüs sahibi olup uzun yola gidip gelmeye başlaması konu olmuştu.


“Hayırlı olsun Yaşar! Hayırlı olsun da, bu iş kolay bir iş değil. Tecrüben noksan iken Şinasi abi koskoca otobüsü nasıl oldu da teslim etti sana?” diye laf sokanlar az değildi.


“Güvenmeseydi teslim etmezdi herhal,” diyerek geçiştiriyordu bu lafları.


Otobüsün başına geçtiğinden itibaren her şeyi değişti Yaşar’ın; insanlarla ilişkileri, yolda yürüyüşü bir başka oldu, para harcaması,  ısmarlaması, bahşişi bollaştı. Az biraz hovardalığa da başladı.


Hayatında ilk kez bir pavyona gidişi de bu döneme denk geldi; yazıhaneden bir arkadaşı peşine takıp onu da götürdü pavyona. Gittikleri yer ışıklandırması kıt koca bir salondu. Kırmızı örtülü masalar, duvarlara gömülü gibi duran localar ve içki içmekte olan beş on erkek. Konsomatris kadınlar da vardı; bir kaçı masalardaki erkeklerle sohbetteyken çoğu bir iki masanın etrafına toplaşmış, oturuyorlardı. Sahnede kalabalıkça bir müzisyen grubu fasıl müziği yapıyordu. Siyah takım elbiseli şef garson onları kapıda karşılayıp sahnenin hemen önündeki bir masaya oturtarak siparişlerini aldı.


Masaya getirttikleri yetmişlik rakı ile mezeler eksilmeye başladığında Türk Sanat Müziği okuyan bir şarkıcı ile sahnede dört dönerek göbek atan bir dansözü izlemişlerdi. Gece yarısı olduğunda sahne alan arabeskçi kadının güzelliğinden de, sesinden de etkilendi Yaşar, beyaz peçeteye yazarak bir istek yolladı ona. “Güzel avrat,” dedi arkadaşına; “adını biliyor musun?”


“Adını bilmem, ama lakabı Kara Vicdanlı,” dedi arkadaşı.


Yaşar, “yapma yav… Ben de tam, kara vicdanlı şarkısını okumasını istemiştim, iyi mi!” diyerek sırıttı.


Kadın onun şarkısını hemen masaya yanaşıp gözlerine baka baka  okumaya başladı. Nakarat bölümünü kadınla birlikte Yaşar da söyledi. “Kara vicdanlı… Kara vicdanlı… Kara vicdanlı… Sevgilim benim…” Şef Garson bu fırsatı kaçırmadan sorgusuz sualsiz bir bardak ‘bol’ getirip kadının eline tutuşturdu. Kadın araya bağlama girdiğinde sustu, elindeki kadehi uzatıp onların rakı kadehleriyle tokuşturdu.


“Şerefinize!”


“Yarasın!”


 Kadehlerini hep birlikte kafaya diktiler. Kadın istediği şarkının bedelini bir kadeh içkiyle ödettirdiği gencin gözlerine son bir bakış atıp yanlarından ayrılarak şarkısını başka gözlere bakarak söylemeye gitti.


Arkadaşı, “ulan oğlum, bir tek bol yüz on kağat. Üstelik bol diye getirdikleri koladan başka bir şey değil. Manyak mısın sen, bir şarkı için karıya bol ısmarlıyorsun!” diye söylenmeye başlayınca Yaşar şaşırdı.


“Ben bol mol ısmarlamadım birader, nereden çıkardın şimdi bunu?”


“Şarkıyı ben mi istedim lavuk? Peçeteye istek yazıp yolladın ya…”


“N’olmuş yolladıysam?”


“Buraların reconudur oğlum. İsteğini okursa bolünü içer karı…”


Yaşar ona inandı, “madem öyle, canı sağolsun, boşver!” deyip kapattı konuyu.


Yaşar, kadını hayranlıkla dinleyerek iki kadeh rakının daha dibini gördü. Programını tamamlayıp diğer kadınların yanına döndükten sonra da bakışlarını alamadı ondan; omuzlarının üstünden her dakika başında kaçamak bakışlar yolladı ona. Kadına karşı her an büyüyen hislere kapıldı gönlü. Arkadaşına, “hasta oldum bu karıya abi,” diyerek açtı bu duygularını.


Bu hayatın raconundan az biraz haberdar olan arkadaşı, “kendini kaptırırsan tuzluya mal olur sana, akıllı ol,” dediyse de onu umursamadı bile.


“Ah be abi, benim avradım olacak ki bu, şöyle en kralından bir apartman dairesi döşeyip bir güzel kapatmazsam şerefsizim! Tövbekâr olup bıraksın bu işleri, Allah’ıma kitabıma nikâhıma bile alırım onu!”


Arkadaşı, baktı nasihatten anlamıyor, “neden olmasın?” diyerek onu gaza getirmeye başladı. “Onlar da bu hayattan memnun değildir elbet; kendilerine sahip çıkacak, şöyle adam gibi bir adam çıkıp, kurtaracağım seni bu hayattan dese, gitmezler mi peşinden? Giderler elbet! Hem de kulu kölesi olurlar o adamın.”


Yaşar’ın kafası iyiden iyiye kıyaklaşmıştı. Ne söylense yiyordu. “Netice de onlar da insan evladı değil mi be abi? Elbet isterler bir yuvaları olsun, çoluk çocukları olsun diye… Her birini kim bilir hangi orospu çocuğu evleneceğim, seni yuvamın kadını yapacağım diye kandırıp düşürmüştür bu yollara!”


Arkadaşı, “he valla,” diyerek bir şeyler konuşacakken şef garson gelip Yaşar’ın kulağına eğildi.


“Kara vicdanlı masanıza misafir olmak ister beyim, ne dersiniz?” dedi.


Arkadaşı, “istemez,” diyerek itiraz edecek oldu. “İçkimiz bitmek üzere. Kalkacağız…”


Yaşar, onun bu kaba tavrına bozuldu. “Şeref verir masamıza; buyursun, gelsin!” diyerek kadını davet etti. Garson kadını getirmeye gitti.


Bu defa da arkadaşı Yaşar’a bozuldu. “Buraya rakı içip program izleyeceğiz diye geldik, kerizlenmeye değil!”


Yaşar, aşağıdan almak istedi. “Bir kadeh rakımızı içiversin be abi, ne var bunda. Tanışmış olurum hem karıyla!”


Arkadaşı sinirinden gülmeye vurdu. “Ulan senin rakını ne yapsın karı? Bol içmeye geliyor buraya. Her içtiği yüz on kağat yazacak. Keriz!”


“Bol yerine bizim rakıdan versek içmez mi?”


“Yahu karının işi bu, bol içmek… İçip mekâna para kazandıracak…”


“Yapma ya… Gelsin de dedik şimdi, ne yapacağız?”


“Seni şuraya davet ettiysem, elbet hesabı ödeyeceğim. Ama karılara ısmarladığın bollere karışmam… Sen bollerin parasını ayriyeten ödersin…”


*


Yaşar, yaşadığı bu ilk tecrübeden sonra pavyon hayatına öyle bir giriş yaptı ki, sigara tiryakiliği gibi kanına işledi o hayat.


Kara Vicdanlı, çalıştığı pavyonun bu yeni müdavimini pek sevdi. Müşterileri genelde feleğin çemberinden geçmiş kart zamparalar olur ve onlara iki bol ısmarlatmak uğruna girmediği kılık, yapmadığı cilve kalmazdı. Bu toy oğlan için o tip hallere zerre kadar ihtiyaç duymuyordu. O, “ben sana âşık oldum,” dedikçe, “ben de, ben de…” deyiverdi mi yetiyordu. İçtiği ‘bol’ sayısı bazen öyle fazlalaşıyordu ki, oğlan adeta bir servet ödeyerek gidiyordu.


Erkeklerin hemen hepsi, “nasıl düştün?” diye sorduktan sonra ajitasyon katarak uydurduğu hayat hikâyesini dinleyerek  efkârlanmaya bayılıyorlardı. Hikâye ne kadar acıklı olursa karşısındaki erkeğin merhameti bir o kadar kabarıyor, izzet-i ikram da artıyordu.


Yaşar’a da, bu hayata nasıl başladığını sorduğunda,  “on iki yaşındayken dayıoğlumun tecavüzüne uğradım,” diyerek kurguladığı acıklı hikâyesini anlatmaya başladı. “Ortaokulda okuyordum o zamanlar. Okuldan çıktığım bir gün, baktım, köyden dayıoğlu gelmiş, arabasıyla okulun önünde bekliyor; yanına gittim. O günlerde askerlikten yenice dönmüştü. Birini mi bekliyorsun abi, diye sorunca bana, seni bekliyordum, annenler köyde, seni de götürmeye geldim, dedi. Bindim arabaya. Çok geçmedi, köy yolundan sapıp Porsuk’un kıyısına indi bu, su kıyısında bi cigara içimliği oturalım, dedi. Oturduk. Başladı seni çok seviyorum, sana aşığım demeye. A, olur muymuş öyle şey, sen benim abim sayılırsın dedikçe susmadı, üstüme gelmeye başladı. Öpmeye, okşamaya çabalarken birden kudurmuş köpek gibi saldırıp, o ıssız yerde zorla sahip oldu bana. Sonra da, hiç kimseye söyleme sakın, ortaokulu bitirip de on beşine geldiğin zaman hemi vallah, hemi billah alacağım seni, diyerek yalvardı, yakardı. O zamanki aklımla, madem alacakmış beni, kimseye söylemeyeyim, dedim kendi kendime. Daha sonraki zaman içinde sık sık gelip gitmeye başladı bu. Tabii ki, kıstırdıkça ırzıma geçmeyi de sürdürdü.”


Kadın öyle bir anlatıyordu ki, Yaşar onu ağzı açık halde hayretler içinde dinliyordu.


“Yapma ya… Sonra evlendi mi bari seninle?”


Onun araya sıkıştırdığı bu soru cümleleri anlatılan hikâyeyi de yönlendiriyordu.


“Ne gezer! İki sene geçtiğinde, ben on beşime bir sene kaldı evleneceğiz artık, diye düşünürken bu, köyümüzden bir kızla evlendi. Ben de anneme gidip, bu yeğenin var ya, iki senedir sıkıştırdıkça bana tecavüz etti, dedim.”


“İyi etmişin,” diye atıldı Yaşar, “annen ne yaptı?”


“N’apacak, o da sus, sesini çıkartma sakın, bütün köye rezil oluruz, diyerek baskı yapmaya başladı. Sustum mecburen. Aradan çok geçmedi, babama anlatmış annem, bu kızın başına böyle böyle haller gelmiş diyerek. Babam, doğru dürüst bir baba değildi ki, manyağın tekiydi! Sen kendine nasıl tecavüz ettirirsin ulan, diye diye öyle bir dövdü ki beni, vücudumda morarmadık bir karış yer kalmadı. Hemen o gece, girdiğim banyoda, babamın traş kutusundan usturasını alıp sanki elimi kolumdan kopartıp atmak ister gibi çaldım bileğime. Oluk gibi kan fışkırmaya başladı. O durumda ölmeyi beklerken bayılmışım. Sonra bizimkiler anlamışlar durumu, banyonun kapısını kırıp girmişler. Gözlerimi bir açtım ki hastanedeyim. Kolumda da bir alçı! Bileğimdeki kesik tendonları, damarları, sinirleri, kesilmiş her bir şeyi bir güzel dikip oynatırsam kopar diye alçıyla da sabitlemişler…” Kolunu Yaşar’ın önüne tutup, “görebiliyor musun bileğimdeki kesik izini?” diye sordu.


Göremedi Yaşar, ışıklandırma bir gece lambasının ki kadar bile değildi. “Çok üzüldüm ya…” diyebildi sadece.


Kara Vicdanlı, önündeki kadehi Yaşar’ınkine vurdu hafifçe, başından dikti. Şef garson onun içkisini bitirmesini bekliyormuş gibi anında yanlarına gelip boş kadehi alırken, “Bir bol daha getir!” diye emretti garsona. Yaşar’ın müdahale etmesini önlemek istercesine anlatmayı sürdürdü. “Babam tepemde bitti. Ne geçmiş olsun dedi, ne de kusura bakma; ilk sözü, ben doktorlara dayak attığım için üzülüp intihar etmeye kalkıştı dedim, sen de babam dövünce intihar etmek istedim de, tecavüzü mecavüzü karıştırma sakın, diye tembihte bulunmak oldu. Mecburen tuttum dediğini. Yirmi gün kadar yattıktan sonra da çıkarttılar, eve götürdüler zaten…”


Yaşar, pavyonda çalışan bir kadınla böylesine yakın bir dostluk kurabileceğini, onun hayatına ait gizlerini açık yüreklilikle anlatabileceğini hiç düşünmemişti. Ablaları henüz bekarken süslenip püslenip dışarı çıkarlarsa, “ne o kız bu kılığın, pavyon karıları gibi,” diyerek onları aşağılamaya çalıştığı çok olmuştu. Şimdi, yaptığı o benzetmelerden ötürü utanıyordu. Kara Vicdanlı’nın hayatı içini acıtmıştı.


Kara Vicdanlı, “Başıma gelen o felaketten sonra iyileşir iyileşmez evden mümkün olduğunca uzak durabilmek için mağazanın birinde tezgâhtar olarak çalışmaya başladım,” diyerek anlatmaya devam etti. Tam da burada olayı daha çok abartabilmek için, “her şeyi unutmaya çalışırken ben, bu defa da babamın tacizleri başladı,” dedi. “Bir defasında banyodan çıkıp odama giyinmeye geçtiğimde odama daldı. Beni anadan üryan görüp öylece bakmayı sürdürdü. Başka bir gün de, annemin komşuya gittiğini fırsat sayıp yanıma geldi, dayın oğlu alıştırmıştır seni, canın da istiyordur, demi kız, diyerek sırnaşmaya başladı. Ardı arkası kesilmez oldu onun bu tacizlerinin. En sonuncusunda gece uyurken yatağıma sarkarak, biraz okşayıp gideceğim deyip öpüp mıncıklamaya başladı beni. Öz babam bunu nasıl yapardı, anlamam mümkün değildi. Bağırmak istedim, sesim çıkmadı. Kimseye bir şey söyleyemedim de… Söylesem kim inanırdı zaten! Bu işkenceyi yaşım on dokuz oluncaya kadar çektim…”


 Yaşar, böylesi bir sapıklığa isyan etmek istedi. Sinirden titreyen elleriyle kadehini tuttuğu gibi başından dikti; kadın da fırsatı kaçırmadı, o da dikti kadehini. Hemen yeni bir bol getirmesini işaret etti garsona. Yaşar, içilen içkilerin sayısının bir hayli arttığını, hesabın kabardığını fark etmesine karşın kadının siparişine müdahale etmesinin kabalık olacağını düşünerek, sadece “çok içtin, içki çarpmasın sonra,” diyebildi.


“Bir şey olmaz, alışığım ben,” dedi kadın, oğlanın lafını uzatmaması için hemen hikâyesine döndü. “Çalıştığım mağaza da bir erkek tezgâhtar vardı. Oğlanın gözlerini hep üzerimde hissediyordum. Bir gün durup dururken, benimle evlenir misin, diye sordu. Evlenirim, ama beni kaçırırsan dedim ona. Kaçırdı. İstanbul’a geldik. Geldiğimiz bir hafta olmamıştı ki, beni bir mağazaya götürüp üzerime şık kıyafetler aldı. Seni eğlenceye götüreceğim diyerek alıp bir pavyona götürdü. Oturduğumuz masaya gelen adamla fiskos bir şeyler konuştuktan sonra damdan düşer gibi, bu abimiz buranın patronu, yarından tezi yok sana bir çalışma karnesi çıkarttıracak, artık burada çalışacaksın, dedi bana.”


Yaşar, hayretle, “nee!” diye haykırdı. “Tamam, olur dedin mi?”


“Ben, olmaz dedim tabii ki! Desem ne olacak? Babanın evine dönebileceğini mi sanıyorsun? Öldürürüm seni, diye tehdite başladı. Babamın evine dönmek mi, Allah korusun! Zorlayarak içki içirttiler bana, sonrası da cehennem… Patrondan benim namıma on beş bin lira avans almış meğer… Zorla bir kağıt imzalatıp, bu parayı ödeyinceye kadar çalışacaksın burada dediler. Konsomasyonluk yapmaya başladım. Daha sonraları sesimin güzel olduğunu fark ettiler, şarkı söyletmeye de başladılar. Yövmiyemin yarısını avansa kesiyorlar, diğer yarısını da beni satan şerefsiz oğlu şerefsiz alıyordu elimden, sonra da götürüp kumara yatırıyordu. Aldığı avans çoktan suyunu çekmişti zaten. Kumara para yetiştiremez olunca oturduğumuz eve bir adam getirip, yatacaksın bununla dedi. Sinirimden bağırıp çığırmaya başladım. Kıçını da yırtsan mecbursun, yatacaksın, paranı aldım bile, dedi. Adamla girdim yatağa. Daha sonra ardı arkası kesilmedi bu adamların. Bir yandan pavyonda çalışıyordum, bir yandan da bu adamların koynuna giriyordum.”


  Yaşar bir kadının böylesine korkunç şeyler yaşayabilmiş olmasını anlayamıyordu.


“Bütün bunlara niye katlandın ki?” diye sordu.


“Katlanmadım. Yirmi yaşındaydım. Çektiklerim yetmezmiş gibi bir de hamile kalmıştım. Hani merhamete gelir de beni kötü yollardan çekip alarak evinin kadını yapar artık, diye düşünerek doğurdum. Kim bilir yattığın hangi heriften kapmışsındır tohumunu diyerek nüfusuna almak istemedi çocuğu. Aramızda nikâh da yoktu zaten. Çocuğumu alıp kaçtım ondan, başka bir şehre gittim.”


“Kaçıp gitmişken namuslu bir yaşam kursaydın ya!”


“Aynen öyle yaptım ben de! Daha doğrusu öyle yapmak istedim, ama kötü kaderim yakamı bırakmadı ki… Birahanenin birinde garsonluğa başladım. Yevmiyem, bahşişler falan küçük bir gecekondu kiralayıp çocuğa bir bakıcı kadın tutmama yetiyordu. Zevkle çalışıyordum bu yeni işimde. Birahanenin sahibiyle yakınlaşmaya başladık. Bana bırak bu garsonluğu, evlenelim dedi. Kırk iki yaşındaydı adam, benden yirmi yaş büyüktü. Çocuğumu ve beni sahiplenecek diye olur dedim. Meğer zaten evliymiş şerefsiz! Metresi olarak devam etmemi istedi. Reddettiğimde de bıçakladı beni. O korkuyla metresi oldum herifin. Yirmi beşime girdiğim yıl ondan bir çocuğum daha oldu. Karısının korkusundan o da nüfusuna almadı çocuğu. Nüfus kayıtı olmayan iki velet ile kaçtım geldim bu şehire. Bu pavyonda çalışmaya başladım işte, gördüğün gibi…”


Yaşar, belki alt üst olmuş duygusallığının etkisinde, belki de içtiği alkolün etkisiyle, “hikâyeni dinledikçe seni kendime öyle bir yakın hissettim ki!” dedi. “Kabul edeceğini bilsem, bırak bu hayatı, gel benim eşim ol derim sana; iki çocuğunu da üzerime kaydettirip nüfus kağıtlarını bile çıkarttırırım…”


Kara Vicdanlı, toy oğlanın böylesine saf, böylesine iyi niyetli oluşuna sinirlendi. Sinirinden gülmeye başladı. Attığı şuh kahkahalar pavyonun duvarlarında yankılanıyordu.


Yaşar, “Niye gülüyorsun?” dedi kadına, “ben ciddiyim…”


Kara Vicdanlı da ciddileşti. “Ben de zaten ciddi olduğun için güldüm,” dedi. “Çocuklarını nüfusuma kaydettiririm deyişin pek hoşuma gitti de…”


“Ne var bunda gülecek?”


“Benim büyük oğlan dokuz yaşında. Sen yirmi yaşında olduğunu söylüyorsun. E? On bir yaşında mı doğurttun bana o veledi?” Yeniden gülmeye başladı. Sustu. “Benimle evlenmeyi çıkart aklından. Otobüsünle yolcu taşımaktan dönünce gel buraya, kafayı bulup sohbet edelim. Daha fazlasına boşver… Hadi, bana bir cigara ver de şöyle keyifli keyifli tüttüreyim bi...” Toy oğlanı sigara içerken görmemişti hiç, kullanmıyordu, sigarayı bunu bilerek istemişti.


Yaşar da, “Yok,” dedi zaten, “kullanmıyorum.”


            Öyleyse bana bir paket sigara aldırıverir misin canım?” 


“Olur. Ne sigarası içiyorsun?”


“Garson biliyor. Sen ver parayı, getirir o!”


Yaşar, gözleri zaten onların üzerinde duran garsonu bir işaretle çağırdı. Cebinden bir demet banknot çıkartıp aralarından seçtiği bir banknotu uzattı. “Hanımefendiye bir paket sigara alıverir misin?” dedi.


“Başüstüne beyim!”


Hesabın iyice kabardığı durumlarda müşterinin para durumunu kontrol etmek konsomatristin sorumluluklarından birisiydi. Sigara aldırtmak veya masaya çiçek aldırtmak sadece müşterinin cebinden çıkartacağı banknotların kalınlığını görmek içindi. Onların tabiriyle “cukka sağlamsa” hesap daha da kabartılmaya devam edilebilirdi. Kara Vicdanlı, toy oğlanda ‘cukkanın sağlamlığını’ görerek rahatlamıştı, kazı bir süre daha yolmayı sürdürebilecekti. Yaşar’ın da anlayamadığı işte buydu. O, Kara Vicdanlı’nın gözünde sadece yolunacak bir kazdı. Duygusal bağlılıklara yer yoktu bu işlerde. Bu işi yapan kadınların tek görevi acıklı hayat öyküleriyle, sahte göz yaşlarıyla, rahatlatılma talepleri olanları el yordamıyla rahatlatmakla, meraklılarının müstehcen sohbetlerine katlanmakla, onların tabiriyle ‘kafaya aldıkları’ Yaşar gibi yolunacak kazları kıçındaki donuna kadar yolmaktı.


 Müşterinin cebindeki banknotların kontrolünü yapmak mutlaka gerekiyordu, zira her cömert davranan müşteri paralı olmayabiliyordu. Öyle erkekler vardı ki, kadını yanında tutabilmek için olmayan parasıyla içki ısmarlayacak kadar bonkördü. Bu tiplere fark edildiklerinde “ara hesap öde!” deniliyordu. Ödeyemezse doğruca ‘merdiven altı’ denilen ücra bir köşede birkaç iriyarı garsonla pavyonun müdürü biraz dayak, birkaç da senet imzalatıp yardımcı oluyorlardı.


Dünyanın en iğrenç işlerinden birini yapıyordu Kara Vicdanlı. Yirmi dokuz yaşındaki genç kadın tek şey için katlanıyordu bu iğrenç işe: Hayalleri... Bu işin sayesinde iki çocuğu için birer daire almıştı, yine onların istikbali için bankaya biraz para toplamak istiyordu. Yoksa katlanılacak bir iş değildi bu.


Şinasi Bey, her şeyden Yaşar’ın iyice yolunduğu ayyuka çıktığında haberdar olabildi.


Otuz yıllık arkadaşı olan benzinlik sahibi, bir akşam Emirdağ’daki evine, “Şinasi’ciğim, Yaşar mazotu iki aydır veresiye yazdırıp ödeme yapmıyor. Haberin var mı?” diye telefon ettiğinde kulaklarına inanamadı. Yine de bir şey belli etmedi arkadaşına.


“Ne kadar oldu veresiyesi?” diye sormakla yetindi.


“Şu an kesin rakamı bilmiyorum, ama yüz bine yaklaştı.”


“Tamam… Yarın Eskişehir’e gelecektim ben de, uğrarım sana, konuşuruz.”


Yüz bin lira! Aklın, mantığın kabul edebileceği bir rakam değildi bu.


Kocasını telefonla konuştuktan sonra beti benzi atmış görünce, “Ne olmuş? Yaşar’a bir şey mi olmuş yoksa?” diye sordu Oya hanım.


“Senin oğlan kumara mı dadanmış, ne…” diye karşılık verdi ona. “Yarın Eskişehir’e varıp öğrenirim.”


  İçi öyle bir daralmıştı ki, o geceyi bir dakika bile uyuyamadan geçirdi.


Eskişehir otogarında indiğinde otobüsü otogarın altındaki kapalı garajda, her zamanki yerinde buldu. Şoför mahallindeki kapıyı yedek anahtarıyla açarak şoför koltuğuna oturdu. Otobüsü çalıştırdı, ışıklandırmayı açtı. Arka kapıya gidip şoför dinlenme bölümüne girdi. Girer girmez burnunu yırtıp geçen içki kokusuyla midesi altüst oldu. Yaşar’ı uyku tulumunun içinde büzülüp kalmış halde, derin bir uykudayken buldu. Bir an uyanmasını beklemeyi geçirdi aklından. Evde her isteği sorgusuz yerine getirilen küçük bir prens gibi özenle, el bebe gül bebe büyüttüğü biricik oğluydu o, kıyamıyordu. Öylece oturup onun tüm günahlardan muafmış gibi görünen masum yüzünü seyretti. “İşi onun omuzlarına yıkıp bir kenara çekilmekle hata ettim,” diye düşündü. “Taşıyamayacağı bir sorumluluktu bu iş… Onca parayı her nasıl hiç ettiyse, sorumluluğu taşıyabileceğini sanarak ben fırsat vermiş oldum. Suçlu olan benim…”


Genç bir adamı baskı yaparak korkutabilirdiniz belki, ama kazanamazdınız. Şinasi Bey de evlatlarına baskı yapacak bir adam değildi zaten.


Yaşar’ı hafifçe sarsarak uyandırmaya çalıştı. “Yaşar! Oğlum!”


Yaşar, korkuyla açtı gözlerini, babasını fark etti. “Baba! Baba, ne işin var senin burada?”


“Seninle konuşmak için geldim. Kalk da konuşalım biraz!”


Heycanlandı Yaşar, aklına hemen babasının ‘pavyon yaşantısını’ öğrendiği geldi. “Öğrenmişse öğrenmiştir, kesecek değil ya!” diye düşündü kendi kendine. “Tamam, olur, konuşalım,” diyerek uyku tulumunun fermuarını açıp doğruldu.


Dar bölmeden emekleyerek dışarı çıktılar. Otobüsün en öndeki iki koltuğuna geçip oturdular.


“Buyur baba,” dedi Yaşar, “böyle erkenden tepeme dikildiğine göre önemli bir şey konuşacaksın herhal!”


Şinasi Bey, onun bu tavrını biraz saygısızca buldu. “Böyle horozlanarak davranmazdı hiç, bir şeyler olmuş bu oğlana,” diye geçirdi aklından. Biraz sertleşerek, “neler oluyor sana oğlum, ne bu halin?” diye çıkıştı.


Yaşar, “ne varmış halimde?” diye söylendi.


Şinasi Bey, “Bir aydır Emirdağ’a geldiğin yok… Nasılsın, neler yapıyorsun, merak ettik. Sen ise beni suratın bir karış karşılıyorsun… Şu haline bak, ne hoş geldin demek var, ne de annem nasıl diye sormak… Biz seni böyle mi yetiştirdik yahu? Büyüğünle karşılaşınca uzanır, elini öpersin bi...” diyerek elini oğlunun önüne uzattı.


“Bilmiyormuş, beni merak ettiğinden gelmiş,” diye düşündü Yaşar, bir anda rahatladı. Uzatılan eli tutup öperek başına koydu. “Kusura bakma babacığım! Hoş geldin! Uyku sersemliğinden dolayı bir kusur ettik, bağışla…”


Uzandı, sarıldı oğluna. “Kırılmış değilim. Sen benim biricik oğlumsun, saygılı oldun mu yeter bana,” dedi. “E-e? Neler yapıyorsun, anlat bi hele!” diyerek bıraktı sarılmayı.


 “Ne yapacağım? Git, gel İstanbul beş saat işte…”


“Emirdağ da şuradan bir saat. Evin önünde otobüs görülmeyeli, Şinasi Bey, otobüsü sattın mı yoksa, diye sorur oldu komşular.”


“Bu aralar her gün yol yazıyorlar, bir arada geleceğim.”


“Ablanlara da uğramamışın hiç.”


“Nasıl uğrayayım? Gece biri buluyor dönmem. Otobüsü sil, süpür iki oluyor. Ben de iniyorum aşağıya, kıvrılıp uyuyorum.”


Oğlunun soğukkanlılıkla yalan söylemesi Şinasi Beyi şaşkına çevirmişti. Ortada batık bir yüz bin lira olmasaydı ona kolayca inanabilirdi. “Öyle ot gibi yaşamıyorsundur herhalde, hala leş gibi içki kokuyorsun!” diyerek biraz sertleşti.


Yaşar da sertleşerek, “Gece uyku tutsun diye üç bira içtim. İçemem mi yani,” dedi.


Şinasi Bey bu defa gerçekten sinirlendi. “Ulan eşşek sıpası, altmış yaşında adamın bira kokusuyla rakı kokusunu ayırd edemeyeceğini mi sanıyorsun? Biz bu yollardan geçerken sen dünyada yoktun daha! Hem yüz bin lirayı içki içerek mi harcadın, dürzü! Ne yaptın onca parayı?”


“Yüz bin lira mı? Ne yüz bin lirası?”


“Bırak salak rolü oynamayı! Mazotçuya yazdırdığın yüz binden bahsediyorum. Kumara mı dadandın?”


Yaşar iyice kıvranmaya başlamıştı. Onca paranın hesabını tutturabileceği hiçbir şey gelmiyordu aklına. “Ne kumarı yahu? Ben tavla oynamayı bile bilmem!” diyerek lafı oyalamaya çalıştı.


Şinasi Bey, “kumar değilse, ne? Nerede hiç ettin paraları?” diye çıkıştı.


“İçkiye yatırdım hepsini!” diyebildi Yaşar, “hepsini içkiye yatırdım.”


Doğru söylüyordu. Pavyonda Kara Vicdanlı’ya ısmarladığı içkilere yatırmıştı her kuruşu.


Şinasi Bey, “Bu böyle olmayacak. İş başa düştü oğlum Şinasi,” diye düşündü kendi kendine. Sinirden titreyen sesiyle, “anlaşıldı!” diye hırladı. “Bu iş senle yürümeyecek! Çıkar ver otobüsün anahtarlarını, bundan böyle ben kullanacağım.”


Bu talebiyle Yaşar’ı da sinirlendirdi. Oğlan külhanlaşıp, “ne demek ver anahtarları? Sen bana verdin bu otobüsü!” diye bağırarak ayağa kalktı. “Anahtar, manahtar vermiyorum!”


“Verirsin elbet! Otobüsü sana nasıl verdiysem öyle de almasını bilirim ben… Ruhsatı, faturayı devrettim mi sana? Her şeyi benim üstümde hala. Noterden mukavele yapıp işletme hakkını devrettim sana, değil mi? Arınla, namusunla çalışırsan ben öldükten sonra senin olacak otobüs dedim, değil mi?”


Yaşar, babasına kinlenmeye başlamıştı. Bakışlarından bu yaşlı adamı bir kaşık suda boğmak isteğini görebilmek mümkündü. Şinasi Bey onun nefret dolu bakışlarını görerek ayaklandı, oğlunun karşısına dikildi. Böyle külhanbeyliklere papuç bırakacak bir adam değildi evvel Allah!


“Otobüs yine senin,” dedi ona. “Sen aklını başına devşirene kadar ya ben kendim gideceğim yola, ya da bir şoför tutup onu yollayacağım. Benzinliğe borcu bitirene kadar bu böyle olacak. Anladın mı?”


Cevap vermedi Yaşar, otobüsü teslim etmeyi hiç istemiyordu.


Şinasi Bey, “aklını başına toparlamazsan da otobüsü  satar geçerim, ona göre!” diyerek söylenmeyi sürdürdü. “Her ne boka bulaşmışsan ondan uzak durman gerek. Doğruca Emirdağ’a git, kafanı toparlayana kadar da orada kal!”


Yaşar, babasına bir an tekme tokat girişmeyi, ona yaptığı şu kötülüğün hıncını çıkartmayı geçirdi aklından. Ama ne çare ki, karşısındaki adamı alt etmek öyle her babayiğidin karı değildi. Koskoca otogarda onun kimleri üst üste koyup da öyle dövdüğünü duyarak, dinleyerek büyümüştü. Onunla dalaşmayı göze alamadı. Cebinden çıkarttığı anahtarları yere çarptı, şoför kapısına geçip açarak aşağı atladı. “Otobüsünü al da başına çal!” diye bağırdıktan sonra hızla uzaklaştı oradan.


Şinasi Bey, “doğruca Emirdağ’a git!” diye seslendiyse de duyuramadı.


Hemen o da indi aşağı, doğruca yazıhaneye gitti. “Yola ben gidip geleceğim bundan böyle. Yaşar, Emirdağ’da anasının yanında dinlenecek bir süre,” diye tembihlerde bulundu.


 Otobüs öğlen birde İstanbul’a gidecekti, halen üç saati vardı. Otobüsün yanına döndü, çalıştırıp garajdan çıkarttı. Doğruca benzinlik sahibi arkadaşının yanına gitti. Depoyu doldurtup peşin ödedi parasını. Yaşar’ın yazdırdığı borçlar için de peyder pey ödeyeceğini söyleyerek zaman istedi. Kredisi sınırsızdı, tabii ki istediği zaman istediği gibi ödeyebilirdi borcu…


Saat birde reyona soktu otobüsü, uzaktan akrabası olan genç muavinleri geldiğinde Yaşar hakkında sorguladı onu. Genç muavin detayları pek bilmese de her gece yol dönüşü pavyona gidip kafayı çektiğini biliyordu. Şinasi Bey, pavyon lafını duyduktan sonra oğlunun bir pavyon karısı tarafından yolunduğuna hükmetti. Hele bir şu İstanbul’a gidip gelsin, Emirdağ’a geçip Yaşar’la bu konuyu konuşacak, yaptığının ahmaklık olduğunu anlatacaktı ona…


Yaşar gitti Emirdağ’a, babasının uyandırıp yarım bıraktırdığı uykusunu tamamladı bir süre. Uyandı, banyoya girip yıkandı. Odasına girip giyindi. Annesi akşam için yiyecek bir şeyler hazırladı mutfakta, beraberce yiyip içtiler.


Hava kararmaya yüz tutarken bir sıkıntı bastı Yaşar’ı, vakit geçiremez oldu.  Evin içinde bir iki dolandı, olmadı. Bu hallere koyduğu için babasına okkalı bir küfür savurdu. “Hem verip, hem de geri almak var mı ulan, şerefsiz oğlu şerefsiz! Yar eder miyim sana o otobüsü!”


Usulca annesiyle babasının yatak odasına geçti. Yüklüğü açtı, üstüste duran döşeklerin arasına soktu elini, babasının beylik silahını bulup çıkardı, beline soktu. Yüklüğün kapağına kapatıp yine usulca çıktı odadan. Kapıya yöneldi. Annesi mutfakta bulaşık yıkıyordu. “Sıkıldım ben, az dolaşacağım şöyle,” diye seslendi.


“Geç kalmadan dön, emi!” diye tembihledi annesi.


Doğruca şehir merkezine inip bindiği taksinin şoförüne, “gazla Eskişehir’e!” diye emretti.


Eskişehir’de doğruca pavyona indi. Saat on birdi. Otobüsün yoldan dönmesine iki saat vardı. Bir şişe rakı içip kafayı bulabilirdi bu sürede ve babasının karşısına dikildiğinde sarhoş kafayla daha sert olabilirdi.


Kafasına silahı dayayıp, “Ya otobüsümü geri verirsin, ya da gebertirim seni!” diye rest çekecekti, başka çıkar yol bırakmamıştı babası olacak deyyus.


Pavyonun kapısından geçerken kimsenin aklına gelmedi onun üstünü aramak, her akşam gelip giden yağlı müşteriydi o, aramak ayıp kaçardı. “Hoş geldiniz!” diye karşılandı. Doğruca localardan birine çıkıp masasına yetmişlik rakı getirtti. Kara Vicdanlı ortalıklarda görünmüyordu. Görünmediği daha iyiydi, bu gece onunla eylenecek halde değildi zaten…


Oysa Kara Vicdanlı, bir başka locada yaşlıca bir zamparaya zar zor bir içki ısmarlatmış, ikincisini ısmarlatmak için diller dökmekle meşguldü. Şef garson kapı kenarından müşterisine çaktırmadan kalkmasını işaret ettiğinde ise hemen ayaklandı, kart zamparaya, “bir kadeh içki için amma naz ettin be! Ismarlamazsan ısmarlama!” diye söylenerek locadan çıktı. Loca dışında garsona, “ne var lan, niye kaldırdın?” diye sorunca da, “senin toy oğlan geldi, giriş locasında,” cevabını aldı.


Yaşar’ın oturduğu locanın kapısından, şaşaayla daldı içeri. “Ah, benim biricik aşkım, hoş geldin! Ben seni birden sonra bekliyordum, ama erkenden damlamışın bu gün. Çok mu özledin beni bir tanem, ha?” diyerek oğlanın üstüne abanıp onu öpücüklere boğdu.


Onun cilveleri karşısında Yaşar’ın morali az biraz düzelir gibi oldu. Kadını yanı başına oturtup tek kolunu omzundan dolayarak kendine çekti. Yanağına bir öpücük kondururken, “bu gün yola gitmedim,” dedi. “Sana da bol keseden içki ısmarlayamayacağım, ona göre. İçersen benim rakıdan ikram edebilirim ama…”


Kara Vicdanlı, “iste, senin çişini içki yerine içerim aslanım!” diyerek yanağını oğlanın dudaklarına yanaştırdı. “Ama bizim şu nalet patron yok mu, şerefsiz oturtmaz ki beni biricik aşkımın kollarında. İlle de içki ısmarlasın da otur, yoksa kalk masadan derler.”


“Bırak patronu, garsonu, gel çıkıp gidelim şuradan. Evlenelim!”


“Evlenemeyiz dediydim ya? Hala niye ısrar ediyorsun ki?”


Yaşar, “senin uğruna hayatımı hiç ettim ben, babam otobüsü aldı elimden, damdazlak ortada bıraktı beni,” dedi. “Sana olan aşkıma karşılık ver ve benim ol!” diyerek yalvarmaya başladı.


Kara Vicdanlı, “olmaz!” deyip kesip attı.


Yaşar, baktı gerçekten de olmayacak, “son sözün mü?” diye sordu bir kez daha.


“Evet!” dedi kadın. Ayaklandı. “Hadi, madem bir şey ısmarlamayacaksın bay bay!” diyerek locadan çıkmaya yeltendi.


Yaşar, bir anda bütün şuurunu kaybetti. Kadını kolundan yakaladığı gibi çekip yanına oturttu. “Ben kalkabilirsin demeden kalkamazsın yanımdan. Anladın mı?”


“Bırak ulan orospu çocuğu!” diye haykırmaya başladı kadın. Garsonlar müdahale etmek için locanın kapısında belirdi.


Yaşar, belindeki silahını çekti, kadının başına doğrultarak bastı tetiğe. Garsonlar silahı görür görmez gerisin geriye çark ederek kaçıştı. Kadının kafatasını delip geçen merminin duvarda kanlı izi kaldı.


( Otobüs… başlıklı yazı AliKemal tarafından 8.05.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.