1 Mana Aleminin Gücü -- 21--

7-) EKTİĞİNİ BİÇME VE ETTİĞİNİ BULMA DÜNYASI

            Bir hadiste şöyle denir:Merhametli olanlara Rahman olan Allah merhamet eder. Yerde olanlara merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsinler”. Mana âleminde rahmet manasını güçlendirmek, son tahlilde kendimize yönelik çalışır. Dolayısıyla rahmeti harekete geçiren davranışlarda bulmak, rahmeti kendi varlığımıza saçmak demektir. Rahmet etkin oldukça, kederden de emin oluruz. Çünkü rahmet, kederi barındırmaz. Kunevi’nin dediği gibi, Her kim şefkat ve merhamet vasıflarına bürünürse, yüce Rabbın rahmetini kazanmış sayılır. Yavaş yavaş O’ndan gelen rahmet, önce ruhu sonra derece derece bütün dış yapısını kaplar. Çünkü manaların feyzi ve rahmani hikmet, önce ruha,  sonra ordan kalbe, nefse ve cisme verilmiştir.” Allah, kulları için aslen rahmeti diler. Cemal tecellisi daima celale galip gelir. Bu nedenle kutsi hadiste “Rahmetim gazabımı geçti” denmiştir. Öyleyse kul, rahmete yöneldikçe rahmeti bulacak, gazaba yöneldikçe ise, belki gazap ve belki yine rahmet bulacaktır. Burada Sünnetullah, kulun lehine bir denge kurmuştur.

            Hz. Muhammedin “Her kim Allah için olursa, Allah onun için olur”, “Kulum bana kavuşmayı severse ben de ona kavuşmayı severim. Ama bana kavuşmayı sevmeyince ben de ona kavuşmayı sevmem” v.b. hadislerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani Sünnetullahta neye yönelirseniz onu bulursunuz. Allah’a yöneliş, sıfat ve fiillerine olursa, kulun hayatına o sıfat ve fiillerin anlamları hâkim olur. Bu nedenle sadece kendimiz için değil, tüm varlıklar için hayır manalı sıfat ve fiillere yönelmek gerekir. Bu gerçekten dolayı “Kendine ne istersen, başkasına da onu iste” denir. Çağdaş yogilerden Swami Vivekananda’da bahsettiğimiz gerçeği şu şekilde dile getirir: “Elektrik konusunda bu gün geçerli olan kurama göre güç, dinamodan ayrılıp bir daire çizdikten sonra hareket noktasına dönmektedir. Nefret ve sevgi için de durum tam tamına aynıdır; onlar da kaynaklarına dönmektedirler. O halde kimseden nefret etmeyiniz, zira sizden kaynaklanan nefret, tekrar geriye dönüp üzerinize kapaklanacaktır. Sevgi yayınlamışsanız, aynı şekilde o da yine size dönecektir. Bu çevrim yasasını her şeyde görürüz. Başlangıçta nebülöz halinde olmuş olan güneş, ay, yıldızlar, dağılıp tekrar nebülöz haline döneceklerdir. Bitki kendisine gerekli olan cevheri topraktan sağlamakta, sonra dağılıp eriyerek, topraktan aldığını yine toprağa iade etmektedir. Şekil sahibi her cisim, çevrede bulunan atomlardan meydana gelmiştir ve sonunda yine atomlar haline dönüşmektedir. Tabiatın yasası buysa, aynı yasanın düşünce için de uygulanması gerekir. Düşünce de eriyip tekrar kaynağa dönmektedir. Bu gerçeğe daha geniş açıdan bakarsak, istesek de istemesek de bir gün mutlaka Tanrı ya da Mutlak diye andığımız kökenimize geri döneceğiz.  Tüm evren O’ndan sadır olmuştur; doğmuş olan her şey O’nda yaşamaktadır; dönüş O’nadır.”

            Yukardaki son iki hadiste bahsedilen, kulun, Allah’ın sıfat ve fiillerine değil de direkt zatına yönelişidir. Bu, kulun benliğinden zamanın hükmünden fena bulması, varlığı, izafi varlığına yani nefsine izafe etmekten vazgeçmesidir. Çünkü Konevi’nin dediği gibi, Kulun sonradan olma ve yaratılma sıfatları, Hakka has hakiki sıfatların beka yüzünde arız olmuşlardır”, “Öyleyse hakiki müşahade, kulun izafi ve mecazi varlığından sıyrılmasına bağlıdır. Bu durumda kul parlak bir menzile varır ki bu fena halidir, fani varlığın erimesi, bitmesidir. İşte kul bu hali bulduktan sonradır ki Allah, onunla karşılaşmayı sever. Zati, hakiki mevcudiyeti ile ona tecelli eder. Ki bu tecelli, fena haline geçtikten sonra, onun beka makamını bulmasıdır.”, “Ve sen baki kalırsın ama sensiz olarak. Ve sen ben olursun.

            Kul,  fena halini bulduktan sonra bekaya kendisi varamaz. Ancak Allah’ın dilemesiyle, bir bakıma O’nun kefil olmasıyla bekaya varabilir ki bu durum, “Ben, uğrumda kalpleri kırık olanların yanındayım” kutsi hadisiyle anlatılır. Burada hemen belirtelim ki tasavvufi terimlerden fena Arapçada yokluk ; beka ise daima var olarak kalmak anlamlarında kullanılır. Kunevi bu fena halini şöyle anlatır: Fena haline geçen, her şeyi bir yana atar, dağınık olur, toparlanamaz. Beka makamına çıkamaz, fena denizinde boğulur; orada helak olur. Sahilede dönemeyip, meczuplar sınıfına girer. Bir türlü beka makamına çıkamaz. Bizzat fena, aranan bir şey değildir, Beka makamı için bir araçtır.Öyleyse Allah’ın zatına yönelim, daha önce bahsettiğimiz gibi zatını tefekkürün güçlüğünden dolayı, her kişinin altından kalkabileceği bir şey değildir. Fena makamında kalma tehlikesi her zaman mevcuttur. Bu tehlikenin sebebi, Fahreddün-i Irakinin şu sözlerinde gizlidir: “Halka O yüzünü nasıl gösterebilir, O’nun cemali hangi aynaya gelebilir?” Benzer şekilde “O’nun kadrini hakkıyle takdir edemediler” ayeti, Allah’ın kadrinin, ölçüsüz ve nihayetsiz olduğundan, halkın ölçülü takdirine sığamayacağını anlatır. İbn-i Sina’nın dediği gibi, O’nu göremeyenler, kendi güçlerinin azlığından göremezler. O’nu kimsenin algılayamayışı, O zahir olmadığından değildir. Ancak, varlığının zuhuru yüzünden kimse O’nu algılayamaz. Nitekim bir kimse, güneşin kaynağını tamamen görmek istese, onun ışığından gözleri kamaşır. Güneşi algılayamama, onun görünmez oluşundan değil, onun ışığının çokluğundan dolayı bütününü görememedir. Biz zayıf olduğumuzdan onu bütünüyle bilemeyiz. Biliniz ki, zihninizde hiçbir kirliliğin kendisine karışmadığı bir cemal ve hiçbir kusurun kendisine yol bulamadığı bir kemal tasavvur ettiğinizde, O’nu bulursunuz. Bütün kemaller, gerçekte O’na aittir.” Ancak yinede fenaya yönelim, “Bir kimse, bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bir kimse bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bir kimse bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim.” kutsi hadisinde belirtildiği gibi, Allah’a ulaşmayı kolaylaştırır. Yine de bu konudaki tehlikeden dolayı, bize düşen, hayatımızı, Allah’ın cemal sıfatlarına yönelerek idame etmek ve dünya ve özünde işler halde olan ahiret hayatımızı güzelleştirmeye çalışmaktır. Elbette bunları gerçekleştirirken izafi benliğimizi beslemiş oluruz ama deyim yerindeyse, yararlı, temiz, güzel besinlerle beslemiş oluruz. Şerre ya da Allah’ın celal sıfatlarına yönelim, yani hayatımızda kini, nefreti, bencil isteklerimizin illede olması için çırpınmayı etkin hale getirmek ise, tam anlamıyla ruhu kötü beslemektir. Hayra odaklandıkça Allah’ın zatına yönelim, kişinin kapasitesinde varsa zaten kendiliğinden olacak ve bu kendiliğinden oluş, kişiyi fenadan bekaya çıkaracaktır. Ancak hep dediğimiz gibi “dinde zorlama yoktur” ve ille de bekaya ulaşacağım diye fenaya gidilmez. Aksi hal, fenada kalmayı da beraberinde getirebilir. Öyleyse bize düşen, hayra yönelmek ve gerisini Allah’a bırakmaktır. Zira Zaat, efal âleminde perdeler ardındadır ve normal idrakte bir kulun gördüğü, bu perdeler aleminin ötesi değildir. Ancak kulun, hayır yönlü perdelere takılması, şer yönlü perdelerle olmasından yeğdir. Fahreddün-i Iraki bu konuda şunu söyler: Perdelerin nurani olanları insanın ilmi halleri, makamları, güzel ahlakı ve zulmani olanları bilgisizliği, cehli, adetleri ve kötü huylarıdır. Eşyanın varlıkları isimleri ve sıfatları vasıtasıyladır. Kutsal zatın tecellisi, onların vasıtasıyla tesir etmektedir.

            Geldiğimiz bu son noktayı şu kutsi hadisle ifade edebiliriz: “Ben kulumun zannına göreyim. O halde benim için hayır zannında bulunsun.” Bu hadis, gerçekten anlatmak istediklerimizi ve Sünnetullah’ın özünü çok veciz bir şekilde ifade ediyor. Bu güzel hadisin çok güzel bir şerhi olan Konevi şerhi, tümüyle bu kitapta anlatmak istediklerimizi vurguluyor. Bu şerh şöyledir: “Yüce Hakk’ın her şeyde bir zuhuru vardır. Bu has bir zuhurdur ki o zuhura mahal olan şeyin istidadına göre şekil alır. Durum böyle olunca, kendisinde bir şey zuhura gelecek olan, korkulu bir kimse ise, onda meydana gelecek şey de korku suretinde gelir. Ümitli bir kimse ise ona muhabbet zuhur eder. İş bu mana, Cüneyd-i Bağdadi’nin şu cümlesinde saklıdır: “Suyun rengi, kabın rengidir.” O, her bilginin aynıdır. Her sanılanın aynıdır. Her anlaşılanın aynıdır. Her ilmin, her zannın, her fehmin aynıdır (Ama yine, muhakkaki O, O’nu nasıl düşünürseniz ondan farklıdır. Burada O’nun gerçek haldeki zatının bilinmesinin imkansızlığı dile getirilir. İşte bu imkansızlıktan dolayıdır ki O, kul O’nu nasıl bilirse öyledir). Ve O, ancak itikad edenin itikadına göre zuhur eder. Her şey onun tecelli suretleridir. Zuhuratının çeşitleridir. Zatının tecelligahıdır. Esmasının ve sıfatının aynalarıdır. “Ve ben, beni andığı zaman, kulumun yanındayım” buyruldu. Bunun manası şu şekilde açıklanabilir: Ben, kulumla, beni zikri şekli ile olurum. Şayet o, celal isimleri yönünden zikrini yaparsa, ona celal isimleri yolu ile tecelli ederim. Şayet o, cemal isimleri yolundan zikrini yaparsa, ona cemal isimleri yolundan tecelli ederim. Ben, tayin edilen her şeyde belli bir varlığım. Fark ve kesret şehadetgahında beni müşahade eden zancıları kemale erdiririm. Sonra benimle oluşu yönünden onunla olurum.” **“Söyle, herkes kabiliyetine göre amel eder” (17/84)” Bu açıklamalara hemen şu ayeti de ekleyelim: ** “(Musa) dedi ki: "Bizim rabbimiz, her şeye hilkatini veren, sonra da hidayet edendir.” (20/50)  Yani Allah, şeyin yaradılış özelliklerini (fıtratını), şeyin yaratılmasıyla birlikte şeye verendir. Ve yine şeye, sahip olduğu bu fıtratı gereği olan hidayet yollarını açar.

            Bu noktadan itibaren beka halini biraz daha incelememizde fayda vardır. Açıktır ki beka hali, kulun mutlak varlık olamayacağı gerçeğinden hareketle, süreklilik arzeden bir hal değildir. Beka, sadece anı daimi ya da Allah’ın zatını müşahade etme halidir. Ancak bu müşahade sonsuza kadar süremez. Yani bekada bir an veya sure anı daim yaşansa da sonuçta anı daime katılım ya da anı daimde yok olma, kulun yaradılışı gereği olamayacak bir şeydir. Anı daim sadece Allah için geçerli olan bir zamansızlık boyutu olup, kul sadece o boyutu belirli bir süre tadabilir. Kul, yaradılmış olmanın gereği, zaman içre bir varlıktır. Yani Fahreddün-i Iraki’nin dediği gibi, Allah yolunda fani olan herhangi bir kimse Allah değildir.” Kulun beka makamında yaptığı sadece bir gözlemcilik ya da şahit olma halidir ki, vahdet-i şuhut tabiri de, böylesi bir vahdete ancak şahit olunabileceğinden ama vahdete karışıp da vahdet-i vücut olunamayacağından bahseden bir tabirdir. Bu açıdan, Uzak Doğu dinlerindeki aydınlanma ya da nirvana ile sufizimdeki beka hali aynı gerçeği yansıtır ve aydınlanma da sürekli olan bir hal değildir. Ancak şu var ki, o mertebelere ulaşmış olan kul, nerdeyse istediği her an o mertebeye tekrar ulaşabilir. Ancak zihnin ya da bilincin efal alemine dönüşü kaçınılmazdır. Şehabuddin Suhreverdi’ye (1155- 1191, Sühreverd, Halep ) göre, bu yolculuğun sonunda ruh, yeniden dışa açılma anlamına gelen batı beldelerinde yani maddi âlemde şehvet ve arzularla donatılmış bir beden içinde kendini hapsedilmiş olarak bulur. Ama o, asli vatana seyahatını ölmeden önce gerçekleştirmekten, metafizik hakikatleri müşahade etmekten, eşyanın hakikatini bilmekten ve ayrıca maddi nesnelerin esaretinden sıyrılarak ve nefs temizliğiyle tekrar hürriyetini sağlayıp her istediğinde tekrar bu seyahati gerçekleştirebilme imkanına sahip olmaktan dolayı gerçek sevinci yaşamaktadır. Attar’ın dediği gibi, “O kuşlardır ki ölüm anından önce kafesten kurtulmuşlardır.” Zira kuşların kanatları, bu dünyanın tüm alçaltıcı güçlerine karşı uçuşu, miracı, yükselişi ve nihayet cismani sınırlardan kurtuluşu simgeler.

            Bu mertebelere ulaşan kulda, geçmiş peygamberlerde, evliyalarda veya Uzakdoğu dinlerine mensup yogilerde olduğu gibi, muceze denen olayları gerçekleştirme kudreti görülür. Bu gerçek, peygamberimizin şu hadisinde gizlidir: “Şayet Hakkı tam manası ile bilseydiniz, su üzerinde yürürdünüz, dağlar sizinle kayardı.” Burada Hakk’ı tam manasıyla bilme durumuyla beka hali, yani Hakk’ın varlığında fani olup O’nunla beka bulma idrâki  kastedilmektedir. Bundan dolayı beka halinde hem afak hem de enfüste yani batıni ve zahiri alemlerde icad ve yoketme konularında her şeye karşı bir tasarruf halinde olunduğu belirtilir. Dolayısıyla bu tasarruf, zihni ya da manevi planda, bir deyişle erenin hayal aleminde kalmayıp, ortak olarak müşahade ettiğimiz fiili alemde de kendini gösterir. Ancak hemen şunu da söyleyebiliriz ki geçmişte ve hatta günümüzde, ruhi kudretini güçlendirip bazı olağan üstü olaylar ortaya koymalarına rağmen ahlaki bir olgunluğa erişememiş kişiler de mevcut olagelmektedir. Böyle kişilere Allah, varlığının açık zuhur yeri olarak varlık vermiştir. Ancak, kişi bu varlığı kendisine mal etme gafletine düşmüş, daha doğrusu iddiası bu yönde olmuş ve firavunun  **“Ben sizin yüce Rabbınızım”(79/24) demesine benzer olarak, firavunlaşmıştır. Kur’an’da bu gidişe yönelik olarak insan uyarılır ve “Nefse, ancak hak ettiği kadarını veriniz.” denir.

            Nefse hak ettiği kadarını vermek, onu tüm isteklerinden mahrum etmek değildir. Kulun istemediği bir şey, Allah’ın rızasına uygun olsa bile onu değiştirmeye çalışmak, Allah’ın isteğine muhalif olmak demek değildir. Çünkü hakikatte her şey ve olay, her şeyi ve olayı var kılan Allah’ın rızasındandır. Bu takdirde kulun istemediği bir şeyin olmaması da Allah’ın rızasıyla olacaktır. Zira tecelli iki türlüdür. Biri mukaddes zatın, diğeri de isimler ve sıfatların tecellileridir. Zatın tecellisi, kuvveti ve tecelliye mahzar olanı istilası nedeniyle kaldırılamaz. Ve hükmünden kaçılamaz. Ancak isimler ve sıfatların tecellilerinden, örneğin kahır tecellisinden lütuf tecellisiyle kaçılabilir. Bu kaçışta “Allah’ım senden sana sığınırım” veya “seninle sana sığınırım” sözünün inceliği vardır. Zira O’ndan O’na kaçmaktan başka yol yoktur ve dolayısıyla her kaçış, son tahlilde Allah’a olacağından, meşrudur. Burada tecellinin direkt zattan olup olamayacağı, tecelli denen şeyin aslında zati değil, ister istemez sıfati olduğu düşünülebilir ki bu durumda kul, her kaçışta meşru bir kaçışı ve her dileğinde meşru bir dileği gerçekleştirme çabasını gösteriyor olur. Ancak şu da bir gerçektir ki, Kur’an’da da bildirildiği gibi, Sünnetullah’ta Allah’ın sınırları vardır ve bu sınırları aşacak istekler hüsrandan başka bir şey getirmez. İşte bu sınırlara uyma zorunluluğu, bir yerde tasavvufi düşüncede zati tecellilere uyma zorunluluğu olarak anlatılır. Yoksa tecellinin belki de mutlak olarak zati olmasından değildir. Bnlarla birlikte şu da söylenebilir ki Sünnetullah’ın sınırları, bir başka sıfatla ortadan kaldırılabilecek bir sıfati tecelli de olamayacağından, belki de bu sınırlar, gerçekten zati tecellilerdir ki doğrusunu Allah bilir. Bizim bileceğimiz ve pratik haline getireceğimiz şey, sınırlar zati tecelliyle çizilmiş olsun ya da olmasın, sınırları aşmaya çalışmanın sakıncalı olduğunu kavramaktan ibarettir.

            Ettiğini bulma ile ilgili Kur’an’daki bazı ayetler şunlardır: ** “Herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı günden sakının.” (2/281), **“Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır..ALLAH; onlara yaptıklarının tam karşılığını verir. Kendilerine asla haksızlık edilmez..!” (46/19)  , ** “Bu senin yaptıklarının karşılığıdır. ALLAH, kullarına zulmedici değildir.” (22/10)  , ** “İnsana kendi çalışmalarının getirisinden başka bir şey yoktur.” ( 53/39), ** “Biz onlara zulmetmedik.. Ancak onlar, kendilerine zulmettiler!..” (43/76), ** “Allah, onlara zulmetmedi, ve lâkin onlar, kendilerine zulmettiler.” (16/33), ** “İyilik yaparsanız kendinize, kötülük yaparsanız da kendinize yapmış olursunuz.” (17/7), ** “Hidayete eren nefsi lehine hidayete ermiş, dalâlete düşen de kendi aleyhinde sapıklığa düşmüş olur.” (17/15), ** “Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlere Allah hidayet etmez!.” (16/104), ** “Tüm nefslerin kendilerini kurtarmaya çabaladığı gün, herkese ancak yaptığının karşılığı verilir, kimseye zulmedilmez!.” (16/111), **“Biz onlara zulmetmedik lâkin, onlar kendi nefslerine zulmettiler.” (16/118), “Ancak, yaptıklarınızın karşılığını alırsınız!.” (27/90), ** “Allah, her nefs'in kazandığının karşılığını verir.... Allah, hesabı anında görendir..” (14/51), ** “Bu, senin yaptıklarının karşılığıdır. Allah, kullarına zulm edici değildir..” (22/10),** “Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur. Kim gerçeği örterse, ancak kendine zarar vermiş olur..” (35/39), ** “Siz bize uğursuzluk getirdiniz; vazgeçmezseniz, sizi taşlarız ve bizden azaba yol açacak olaylarla karşılaşırsınız.” “Uğursuzluk kendinizdendir, dediler (Resuller)... Tavsiyelerimizi uğursuzluk diye mi anlıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir topluluksunuz.” (36/18-19), ** “Kuşkusuz siz elem verici azabı tadacaksınız. Ancak, yaptıklarınızın dışında başka bir şeyden dolayı, cezalanmazsınız!..” (37/38-39), ** “Artık, kim doğru yolu seçerse bu, kendi içindir. Kim de dalâlete yönelirse, bu sapma, kendi aleyhinedir.” (39/41), ** “Her kişiye yaptığının karşılığı verilir.” (39/70), **“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Muhakkak ki Allah, hesabı anında görendir.” (40/17), ** “Salih amel işleyen kendi lehine işler. Kötülük de, yapanın aleyhinedir. Rabbin , kullarına zulüm edici değildir!.” (41/46), ** “Salih amel işleyen kendi lehine, kötülük eden de aleyhine işler.” (45/15), ** “Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Allah, onlara yaptıklarının tam karşılığını verir... Kendilerine asla haksızlık edilmez!.” (46/19), ** “Orada herkes geçmişte yaptıklarını karşısında bulur.” (10/30), ** “ALLAH onlardan razı , onlar da O’ndan razı olmuşlardır.Allah’a yönelen, Allah’ı bulur. Hayra yönelen, hayrı bulur. Allah’a asi gelmek ve ondan razı olmamak, ister istemez hayatta karamsar bir bakışı getirir. Ve bu bakış da hayatı gerçekten karartacaktır.
( Mana Aleminin Gücü -- 21-- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 5.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.