2.4.1-) Allah, Zahir mi, Batın mı, Evvel mi, Ahir mi?

 

                                  Bir başka örnek olarak şunu verebiliriz: İslamiyete göre Allah, zahir, batın gibi kavramlardan münezzehtir. Ancak ayette

“Hu ve'l evvelü vel âhiru ve zâhiru vel bâtın” (57/3) “O, evvel, âhır, zâhir, bâtın'dır.”

denilir. Bu, yine Mutlak gerçek olarak değil, bizim idrakimize göre Allah’ı açıklama yöntemidir. Zira her bakışta hem zahir ve hem batın olan şey, bakışın dayandığı idrak ne kadar gelişirse gelişsin  o idrak için zahir ve batın sınırları da değişecektir.  Dolayısıyla zahirlik ve batınlık yok olmaz. Olan her şey aslında tek şey dir.

                               Hem zahir hem batın olmanın, varlığı hem içten hem dıştan kuşatmış olmakla ilgisi vardır. Bir kesite göre; içte olan batın, dışta olan zahirdir. Örneğin; zahiri maddiyi âlem olarak alırsak, maddi alemin özü batındır. En basitinden, önceden biliyor olmasak, atomlar bile bizim için batındır. Daha önemlisi, tüm âlemleri içten kuşatmış olan Allah’ın Zatı, bu kuşatmayı mekansal olarak düşünmemeye çalışırsak bizim için batındır. Başka bir düşünce yolunda, söz konusu kesitte bile, dışta olan batındır. Örneğin ; algıladığımız evrende bile, dışta yani algılanabilir maddi alemde olmalarına rağmen, gözle görülemeyecek kadar uzak yıldızlar bizim için batındır. Diğer taraftan tüm alemleri dıştan da kuşatmış olan Allah’ın zatı, bu kuşatmayı da mekansal olarak düşünmemeye çalıştığımızda  bizim için batındır.  Ve Allah, bizzat Kur’an’ın tanımına göre, ne zahir ne batındır. O tek var olandır. Ne evvel ne ahirdir. O her an Var olan/ Var olmuş olandır. Yani; Zâhir, Bâtın, Evvel ve Âhir diye bildiğimiz şeyler hep O’dur. Bunlar gerçekte  tek ve aynı şeydir. Zâhir ve bâtın diye iki ayrı şey yoktur. Bu ayrılığı insan kurgular. Zirâ, zâhir- bâtın ayırımı insanın beş duyusundan kaynaklanmaktadır. İnsan beş duyu ile algılayabildiğine zâhir, algılayamadığına bâtın der. Oysa daha fazla duyu sahibi olsak ya da sahip olduğumuz duyuların sınırları genişlese, bizim

 

için zahirler de batınlar da değişecekti. Allah ise, Sınırsız Sonsuz Tek olmasından dolayı zahir ve batın olmaktan beridir.3

                               Kunevi(19) bu konuda şunları söyler: “Hak, kulun suretinin ve dış yüzünün manasıdır. Kul ise, Hakkın manasına ve Batıni cephesine bir surettir. Ehadiyet cihetine bakınca, zahir, batının aynıdır. Batın da zahirin aynıdır. Zahir ve batın, Hakk’ın zatına ve şanına nisbetle bir suret gibidir. Tıpkı yarımın, üçte birin, dörtte birin, beşte birin, bir sayısına bağlanışı gibi.”

                             İşte örnek olarak açıklamaya çalıştığımız bu ayeti anlayamayıp ,ya da eksik anlayıp Allah’ı sadece batın (içte) veya zahir ( dışta ) görmek, Kur’anı anlamayarak çelişkiler yumağı olarak görmenin bir örneğidir. Kur’an, hitap ettiği anlayış düzeylerini esas alarak insanlara bazı yaptırımları sunar. Her idrak seviyesi, bu hitaptan kendi düzeyine uygun bir sonuç çıkarır. Yani İslamiyet, muhatabının bakış açısına göre şekillenir. Vahyin bir idrak düzeyine ettiği hitabı, özünü anlamadan kalıplaşmış olarak değişmez bir gerçek şeklinde kabul edersek yanılırız. Değişmez gerçek, Kur’an’ın ruhudur. Bu ruh,

“Biz, Kur'andan mü'minlere şifa ve rahmet olan şeyi indiririz. O, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.” (17/82)

 diye anlatılır. Kur’an bu ruhu değişik bakış açılarıyla değişik idrak seviyelerindeki bilinçlere anlatır. O’nun ruhunu değil de, bir idrak seviyesine yansıttığı hükmü değişmez kabul etmek, çelişkilerin ve inkarın temel nedenini oluşturur. Bu farklı idrak seviyelerine hitap etme tarzıyla ilgili Kur’an’da örneğin,

“Hakikati bu Kur'anda çeşitli şekillerde açıkladık ki, düşünüp anlayabilsinler.” (17/41) denir.

                                Kur’an’ı doğru anlamaya yönelik ipuçları, bizzat Kur’an’ın üslubunda vardır. Örneğin ; Kur’an’da kıyamet ve ahiret hayatıyla ilgili olaylar, geçmiş zaman kipinden anlatılır. Çünkü Allah, Zat boyutunda (sadece Allah’ın olduğu ve onunla beraber hiçbir şeyin olmadığı boyut) düşünüldüğünde zamandan münezzehtir. Dolayısıyla o boyutta her türlü oluştan da beridir ve herşey olmuş bitmiş hükmündedir.  Benzer şekilde Kur’an’da, kıyametin bir göz kırpmasından daha az bir zamanda gerçekleştiği yazılır. Zat boyutundan bakılınca, şu anda bildiğimiz her şeyin oluş macerası ve yine bildiğimiz her şeyin bildiğimiz hallerinin sonu kıyamettir. Göz açıp kapama süresince bile bir zaman tutmaz. Zamansızlık boyutunda her oluş, olmuş bitmiş hükmündedir. Ayetlerde bize göre gelecek zamanda olacak olan kıyamet, geçmiş zaman kipiyle anlatılır.5 Yine Kur’an’da,

"...KânAllahu gafûrur rahima" (4/23) "...Allah Gafur ve Rahim idi”

 

 

denir. Ancak Kur’an’a göre, Allah’ın sahip olduğu özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan beridir. 4 O, zaman ötesi bir gerçekliktir. Burada da Allah’ı geçmiş zaman kipiyle anlatmanın, kulun bakış açısıyla olduğu görülmektedir. Yani Kul, âlemler yaratılmadan önceki hali, ister istemez geçmiş zaman olarak bilir.

 

         2.4.2-) Her Dinde Dinler Vardır: Hangi Müslümanlık?

 

                               Dinin, farklı idrak seviyelerine hitap etme tarzı ve dolayısıyla farklı idrak seviyelerinden farklı dinler olarak anlaşılması, çağdaş Hinduizm grusu Swami Rama(20) tarafından kendi kutsal metinlerindan biri olan Upanişadları(5) yorumlanmasıyla, şu şekilde dile getirilir:

“Upanişadlar tutarsızlıklarla dolu gibi görünür. Bir yerde Brahman’ın diğer her şey arasında eşsiz olduğunu, başka bir yerde Brahman’ın her şey olduğunu, üçüncü bir yerde, dünyanın yalan, Brahmanın tek gerçek olduğunu, tüm farklılıkların ardındaki birlik ve gerçeklik olduğunu söyler. Aslında yüzeysel bir bakışla birbirinden farklı görünen tüm bu değişik sözler, bir ve aynı gerçeği ifade eder. Öğrenci uygulama yapmaya başladığında, bütün bu görünen dünyanın değişebilir olduğunu, ama hakikatin asla değişmediğini fark eder. Sonra değişimlerle dolu bu formlar ve isimler dünyasının aslında hakikat olmadığını, ve bunların ardında değişmez ve mutlak bir gerçeklik olduğunu öğrenir. İkinci adımda anlar ki, sadece tek bir hakikat vardır ve o hakikat her yerde ve her zaman mevcuttur. Bu seviyede, gerçekliğin hem sonlu, hem de sonsuz dünyada tek ve aynı olduğunu bilir. Ama daha yüksek başka bir seviye vardır ki, bu seviyede gönüllü, ikincisi olmayan, sadece tek ve mutlak bir gerçekliğin olduğunu ve görünürde yanlış olanın, aslında sadece mutlak Bir’in bir tezahürü olduğunu fark eder. Yeterliliği olan bir öğretmen, öğrencinin farklı seviyelerdeki deneyimleri fark etmesini sağlar. Bunlar sadece farklı şuur düzeyleridir ve aralarında bir çelişki yoktur. Upanişadlar’ın öğretileri sadece sıradan hatta zeki bir zihinle bile anlaşılamaz. Sadece sezgisel bir zihin onları anlamaya eğilimlidir.”

                                  Tüm dinlerde görülen bu farklı idrak seviyeleridir.Dini farklı yorumlamaları ve her bir yorumun sadece kendisini haklı görmesi, dinleri içinden çıkılmaz bir yumak haline sokmuştur. Örneğin; kimilerine göre İslam Allah sevgisini, kimilerine göre ise Allah korkusunu temel alır. Bu iki görüş de, görüşlerini destekleyecek ayetleri bulmakta güçlük çekmezler. Ancak, korkunun sevgiyle nasıl bir arada olabileceği sorunu zihinleri kurcalamaktan da geri kalmaz. Yine Swami Rama’nın deyişiyle:

 

 

 

“Korkunun tesiri altındayken nasıl sevebilirsiniz? Eğer birinden korkuyorsanız, onu sevemezsiniz. Farkında olmadan, ondan hep korkarsınız. Korkunun kaynağı, bilinçaltında  gelişir. Korku güvensizliği, güvensizlik ise zihinde dengesizliği doğurur. Ve bu da insanın davranışlarına yansır.”

                                   Benzer şekilde, Halil Cibran(21) bir meselinde; korkutmanın zevkiyle sarhoş olmuş bir korkuluktan bahseder. Korkuluğun, kargaları korkutması çok hoşuna gitmektedir.   Korkuluk bir müddet sonra, böyle bir zevkin sadece içi samanla dolu olanlar için hoş olduğunu anlar. Ve gün gelir, bir bilgeye dönüşür. Cibran korkuluğu son gördüğünde, iki karganın bu bilgenin şapkasına yuva yapmış olduğunu söyler. Dışardan bakıldığında bu korkuluğu ya da bilgeyi küçük düşürücü bir şeymiş gibi gelebilir. Ama işin aslı, gerçek bilge, bilmeyeni korkuya sürüklediğinde küçük düşmüş demektir. Ancak bilmeyenin kurtuluşu, sadece o yoldan geçiyorsa,( yani idraki sınırlıysa) bu da yapılması zorunlu bir şey olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, İslamiyet’in korkutucu yönü, özellikle, o idrak seviyesinden terbiye olabilme kabiliyetinde olanlar içindir. Daha üst idrak seviyelerine sahip olanlara da İslamiyet kapılarını kapatmaz ve onlar için aynı din, sevgi dini haline gelir. Zira örneğin ayette:

Bilin ki, Allah'ın evliyalarına korku yoktur, ve onlar mahzun da olmazlar!” (10/62)

denerek, aslında yüksek bir idrake erişmiş olanların, kişisel gelişimleri için dinin korkutucu yönüne ihtiyaçları kalmadığı vurgulanır . Ancak her bir idrak seviyesine, daha üst düzeylerindeki idrak seviyelerine sahip olanların idraki, kabul edilemez ya da ürkütücü gelebilir:

 “Musa O'na: "Sana öğretilen ilimden bana öğretmen şartıyla sana tâbi olayım mı?..” dedi. O, "Sen benimle sabretmeye takat getiremezsin" dedi. "İç yüzünü bilmediğin bir bilgiye nasıl sabredersin?..” (18/66,67,68)

                                  Dinin birçok idrak seviyesine birden hitap etme nedeni, insanların kapasiteleri ölçüsünce dinden alabileceklerinden, nasiplerinden uzaklaşmamaları içindir. Ancak bu, ne yazık ki bazen insanın alt idrak seviyelerine yapılan hitapları muhatap kabul ederek dinden yüz çevirmesine de neden olabilmektedir. Öyleyse kişi dini ruhuna ayna yapmalıdır.

                                 Yine islamiyeti bir emirler zinciri olarak görenlerle, gönülden gelen bir bağlılıkla, zorlama olmaksızın yaşanması gerektiğini söyleyenler vardır. Gerçek, belki de Hua hu ching’deki şu satırlarda gizlidir: “Yol’un saygınlığı varlıkların lütfuyla değil/ Kendiliğinden öyledir/ Yol’a saygı duymak ve erdeme değer vermek,/ Emredilmiş bir vecibe değil,/ Tabii bir durumdur.” Ancak bu tabi duruma perdeli olup içlerinde bu coşkuyu

 

bulamayanlar için, idrak seviyeleri gereği, İslamiyet bir yaptırımlar bütünü haline gelir. İşte fark buradadır. Bu yaptırım zorunluluğu olmalıdır ki izafi nefs köreltilebilsin.                                                           

                                İslam’ı yorumlarken ortaya çıkan çelişkilerin başka bir nedeni de mecaz ifadeleri gerçek zannetmektir.5 Örneğin Allah, Hz. Musa’ya, kendisini göremeyeceğini söylemesine rağmen, Hz. Musa, O’nu yine de görebilmek için yakarır. Allah, ona dağa bakmasını söyler.  Hz. Musa dağa baktığında dağın un ufak olduğunu görür ve kendinden geçer.

“Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti, Musa da bayılıp düştü” (7-143)

Dağ diye bildiğimiz, aslında bir atomlar yumağı ya da frekans okyanusudur. Her şeyde olduğu gibi dağda da sürekli bir hareket ve değişim söz konusudur. Bunun için ayette:

 “Dağları yerinde durur görür, hareketsiz sanırsın, oysa onlar, bulutların geçişi gibi yürümektedirler.” (27/88) denir.

Dağı Allah’a yakine ermiş bir gözle görmek demek, dağ şeklinin yok olduğunu görmek demektir. Bu idrak yakine ne kadar çok yaklaşırsa, varlığın yokluğu o derece aşikar olur. Bu, alıştığımız beş duyu sınırlarının dışına çıkmaktır.

 

         2.4.3-) Bozulmuş Benzerlikler, Kadim Vahylerin Silik İzleri

 

                                    Kutsal Hint destanı Bagavad Gitta’da(22) da Hz. Musa’nın Allah’ı görme isteğine benzer bir dileğin gerçekleştirilmesi işlenir. Bu pasajlarda, elbette geçmiş gerçek vahiylerin insansı yorumlarla bozuluşundan dolayı panteizm izleri vardır. Ama aşağıdaki söz konusu sözlerin ardında dikkatli bilinçlerde vahyin pırıltısı kendini gösterir:

“-Şimdi bana anlattığın bu uçsuz bucaksız görkemi görmek için yanıp tutuşuyorum. Evrenin yüce efendisi olarak seni görmek istiyorum. Eğer seni görebilecek kadar güçlü olduğumu düşünüyorsan, ne olur kendini bana olduğun gibi göster.

 -Öyleyse bak Arjuna, sonsuz biçim ve renkte girdiğim sonsuz sayıdaki kutsal kılıkları gör. Tüm evrenin nasıl birleşip bende tek olduğunu gör. Ama bunlar ölümlü gözlerle görülemez. Onun için sana tinsel içgörü verdim. Bak ve gizimi ve görkemimi gör.

İşte orada, tanrıların tanrısının bedeninde, Arjuna evrendeki her şeyi birleşmiş, Tek olmuş halde gördü:

 

 

 -Tanrım, sende tüm tanrıları ve evrendeki tüm yaratıkları görüyorum. Her yerde senin sonsuzluğunu görüyorum; sonsuz sayıdaki kollarının gücünü, sonsuz sayıdaki ağızlarından dökülen sözleri, sonsuz sayıdaki gözlerinin görebildiklerini ve sonsuz sayıdaki bedende yaktığın yaşam ateşini. Ama hiçbir yerde senin ne başını ne ortanı ne de sonunu göremiyorum, ey Sonsuz Ruh. Sen değişmez ve yok edilemez Gerçekliksin. Tüm bilginin en son amacı, tüm evrenin dayanağısın. Doğruluğun koruyucusu Sonsuz Ruh. Ne başı var senin varlığının, ne ortası, ne de sonu. Her şeye o sonsuz gücünle dokunuyorsun. Varlığın yeri göğü dolduruyor ve her yöne dağılıyor. Her şeyden önce var olan seni tanımak istiyorum. Varlık ile yokluk ikiliğinin ötesinde değişmeden var olan ve olmayan sensin. Zamanın ötesinde bir ruh, tüm varlıkların son durağısın. Sonsuz biçimin ile tüm evreni kaplıyorsun. Evrenin tümü sensin.

 - Yalnızca sevgiyle görebilir insan beni. Beni tanır, bana gelir. Her kim ki yaptığı her şeyi benim için yapar, kendisini tümüyle bana adar ve hiçbir yaratığın kötülüğünü düşünmez, işte o insan bana gelir.”

  Yine Hz. Musa’ya ateşten ya da ağaçtan gelen Allah hitabı,“Ağaçta şöyle nidâ olundu:
"Ya Mûsa, Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'ım!..” (28/30)  aslında dıştaki ateşten değil, ateşin özünden Musa’nın özünden, yani hem ateşin hem Musa’nın hem de her şeyin özü olan o Öz’den gelir. Yani Musa hitabı, dışındaki ateşten değil, kendi özünden duymuştur. Çünkü vahiy alan bir nebi, aslında aldığı vahyde dışa bağımlı değildir. Çünkü o halde o, dış ve iç ikiliğinden kurtulmuş, Tümel Tekliği idrake yönelmiş durumdadır. Bu konuda Cüneyd-i Bağdadi(22) demiştir ki: “Otuz sene oluyor, ben Hak ile konuşmaktayım. Halk kendileriyle konuştuğumu sanıyor. Eymen vadisinde Gerçek, alemlerin rabbi Alah benim nidasını Musa peygamberin kulağıyla işitiyor. Sırrı söyleyen ve işiten yine kendisidir. Bizler, sizler, arada bahaneleriz.”

                                Elbet bu ve benzer mecazlarda çok farklı manalar da olabilir.  Bu manaların biri doğru diğeri yanlış diye bir hüküm de veremeyebiliriz. Mecaz, yapısı gereği onu idrak eden seviyeye göre, birden çok gerçeğe bir arada işaret eder. Zira,

 Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.” (12/76).

Dikkat edilecek şey, mecazı yorumlarken, genel ruha uygun bir yorum ortaya koyabilmek olmalıdır. Tüm idrak seviyelerini kapsayan dolayısıyla tüm mecazların derinliğine inebilen gerçek bir yorumlama ise ancak rasih olana özgüdür:  

“O'nun (kitabın) te'vilini Allah'dan ve ilimde rasih (İlâhi ihsana nail olan, ilimde mütehassıs kişi) olanlardan başkası bilemez. Hepsi rabbimizin indindendir (küllün min indi rabbin).” (3/7)

                                

 

                               Ancak bizim gibi kulların çoğu, idrak seviyeleriyle sınırlı olarak dini anlayabilir. Ve ister istemez şu ve benzeri ayetlerin hükmüne gireriz:

 “İnsanlar âyetlerimize (biâyâtinâ) ikan sahibi olamadılar.” (27/82)  Oysa,

 “İkan sahipleri için yer yüzünde âyetler vardır.” (51/20).

 

        2.4.4-) İdrakte Şekillenen Nüzul Ediş

 

                                                           

                               Bu bakış açısıyla  bir bütün olarak değerlendirirsek; Kur’an’da geçen Allah’a ait ifadeleri de iki temel grupta toplamak mümkündür.

                                  

                               İlk bölümü oluşturan hükümler, sembolik ya da mecaz niteliğindedir. Şekilci bir anlayışı dile getirmektedir. Örnek olarak; Allah’a, ‘iki el, yüz, işitme ve görme, konuşma, bilgi, irade, kudret, acıma, öç alma, öfkelenme ...’ gibi nitelikler yakıştırılan ayetleri verebiliriz. Burada, örneğin Allah’ın iki elinin oluşunun bazı tasavvuf ekollerine göre, İlim ve Kudret sıfatına işaret etiğini söyleyelim. Birinci grup hükümler, idraki gelişmemiş insanın algılama kapasitesine göre Allah’ı tarif etmektedir.  Bu ifadelerde idealize edilen bir insan anlayışını görebiliriz.

                                                       

                                İkinci gruba ise, Allah’ı soyut  bir hüviyetle betimlemeye çalışan hükümler girmektedir.5 Ki bu hükümler bile, yukarda bahsettiğimiz “O, evvel, âhır, zâhir, bâtın'dır” ayeti gibi, mecburen insani bakış açısına göre Mutlak gerçeği tanımlar. Dolayısıyla bu ayetlerin gerçeği, bakan idrake göre şekillenir.

 

                                 Benzer şekilde İslam Alimlerince, İslam’ın tüm dinleri ve dolayısıyla Hırıstiyanlık ve Yahudiliği de kapsadığıdır.  Hırıstiyanlıkta teşbihin (yani Allah’ın her şeyde olduğunun ; Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmeleri gibi) ; Yahudilikte tenzihin, (yani Allah’ın hiçbir şeye benzemediğinin her şeyden ayrı ya da Kur’ani ifadeyle müstağni yada Gani oluşunun ağır basması) , İslamiyet’in ise tenzihte teşbih ya da teşbihte tenzih dini olduğu söylenir.10 Tenzihi, Allah’ı bir tanrı mertebesinde bulup ötelere atmak; teşbihi ise,  Allah’ı ötelerden alıp yeryüzüne indirmek diye yorumlayabiliriz.

 

                               Bilinç seviyesine göre; bazı ayet ve hadisler teşbih görüşünü, bazı ayet ve hadisler de tenzih görüşünü oluşturabilir. Aslında iki görüş de yanlış değil, bakış seviyesine göre doğru görüşlerdir. Örneğin mutlak manadaki teşbih, Allah’ın Esma (Ef’al aleminin özü olan sıfat alemi) boyutunun müşahedesidir.5 Çünkü Allah, her şeyi özünden var eden olunca, şeyde gördüğümüz Allah’ın vechinden (yüz) başkası olmaz. Bu farklı görüşler, Tao te ching’de şöyle dile getirilir:

 

 

 

“Akıl ve duyguların karmaşasından azad olmak ve/ Tao ile yek vücud olmak için iki yol vardır:/ Birincisi kabul etme yolu:/ Herşeyi ve herkesi kabul ederek/ İyi niyetini ve dürüstlüğünü her yönde sebestçe yay/ Uyumlu birliğin bir parçası olarak herşeyi kucakladığında onu anlayacaksın/ İkincisi reddetme yolu:/ Etrafta gördüğün herşeyin ve düşüncelerinin/ Yanlış, yanılsama, ve gerçeğin yüzüne örtülmüş peçeler olduğunu fark et/ Birliğe, tüm peçeleri sıyırdığında ulaşacaksın/ Kendiliğinden, büyük birliğin farkına varacaksın/ Onunla bütünleşmeyi sağlamak için/ Mücadele etmen gerekmeyeceğini hatırla/ Tek yapman gereken, onun bir parçası olmaktır”

 

 

   2.4.5-) Vahyin Mekanizması

 

                                 

                                  Yukarıda değindiğimiz vahy mekanizmasını dikkate alırsak, Kur’an’ın inzalinin, mekânsal değil boyutsal olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an, gökten değil, özden nazil olmuştur. Bu konunun aydınlanması açısından önemli bir meseledir.3-4-5 Mevlana’nın şu sözleri, vahyin bir nevi üst düzey içsel biliş olduğunu çok güzel şekilde ortaya koyar:

“Kişi, Allah’a kulluk eder de, iyi ve insanlara yararlı olursa, bir kitap bile okumadan, kendi içinden, kendi gönlünden, görülmemiş, duyulmamış, nadir bilgiler elde eder. Bil ki yüce gökler, insanın idrak ettiği, akıl erdirdiği şeylerin aksidir. Gökler, o akisten ibarettir. Kirli demir renginden kurtul da parlayan hayali demir gibi, passız bir ayna halini al. Kendini, kendi kötü huylarından kurtar, temizle de temiz gerçek varlığını, lekesiz zatını, ilahi özünü gör. O vakit kitapsız, yardımcısız, hocaya başvurmadan, peygamberlerin bilgilerini gönlünde görebilirsin.”

                                Mevlana’nın bu sözlerinde de, özsel asıl nefse yönelimi ve izafi kabuk nefsin törpülenmesi çabasını görebiliriz. Öz nefs ne kadar âşikare çıkarsa, içsel biliş de o derece yetkin hale gelmektedir. Nitekim bu içsel biliş,

 “Rabbin bal arısına vahy etti ki...” (16/68)

ayetinden de yansır. Burada arının vahyi, içgüdüsüdür. Bu gerçek, Peygamberimizin halet-i ruhiyesini ortaya koyan hadisler incelendiğinde de açığa çıkacaktır. Bu nedenle, Kur’an’da ve hadislerde; düz bir mantıkla var olduğu düşünülebilecek olan çelişkiler, boyutsal derinlik itibariyle ele alındığında ortadan kalkacaktır. Kur’an, İlahi hikmet sonucu, Hz. Muhammed’in vahyi alıştaki halet-i ruhiyesinden mesnetlenerek, insanlara birçok boyuttan seslenmektedir. Bu hem farklı idrak seviyelerine seslenişin bir gereği, hem de Hz. Muhammed’in müşahade ettiği farklı boyutlardan nüzul eden vahyin mekanizmasıdır. Ayetlerin nüzul sebepleri incelendiğinde bu gerçeğin ipuçları yakalanacaktır. İslam’ı yorumlamada, çelişkilere düşmemek için bu hususlara elden geldiğince dikkat edilmesi gerekir.

                                  

 

                                Elbette bahsettiğimiz durum, daha da baskın olarak hadislerde kendini gösterir. Örneğin Hz. Muhammed bir hadisinde "Ya Rabbi! Seni lâyıkı vechi ile senâ eden bir kul olmayayım mı?" derken, başka bir hadisinde tamamen farklı şekilde "Men reani fekad real Hak (Beni gören, Hakk’ı görmüştür).” demiştir. Birinci hitap, Efal (Fiil alemi), ikincisi ise varlığın Esma boyutu (sıfat alemi) itibariyledir. Yani Hz. Muhammed’in o anda idrak ettiği, dolayısıyla içinde bulunduğu, müşahade ettiği boyutu yansıtır. Birinci hadis, birimselliği ortaya koymaktadır. Tasavvuf terimleriyle ifade edersek, Efal’den Esma’ya (Allah’ın sıfatlarının olduğu alem) yöneliştir. İnsan, efal (ikilik, çokluk) terkibiyeti hükmüyle vardır. İkinci hadis ise gerçeğe erenlerin idrakini yansıtır. Bir insan ve gerçeğe eren olarak peygamberimizin, ilk hadisinde ve halinde mekân ve zaman söz konusuyken, ikincide bu ölçüler yoktur.5

 

      2.4.6-) Cehillikten Vekilliğe: Derin Geçmişe/ Deruni Öz’e Eriş

                            Bu noktada Ali Bulaç’tan(23) şu sözleri aktarmamız yerinde olacaktır:

 “Eflatun, öğrenme hatırlamadır, der. Yani insanın doğasında varolan evrensel ve ebedi bilgi ve hakikatler, dışarıdan hatırlatma (zikir) yoluyla uyandırılır, bilinç seviyesine çıkarılır. Dışarıdakinin içerde karşılığı vardır. Kur’an’ın bir ismi de zikirdir, yani hatırlatıcı ve uyarıcıdır. Vahy alan peygamberin bir misyonu da Müzekkir dir, yani hatırlatan, yol gösteren ve uyarandır. Vahyler ve vahy alan peygamberler, insana dışardan, onun büsbütün yabancı olduğu şeyleri getirmezler, aksine onun özünde, doğasında zaten varolan, ancak bir şekilde bastırılmış, unutturulmuş, öz varlığının derin tabakaları altına sürülmüş bilgi ve değerlerin bilinç düzeyine çıkarılmasına yardım eder, bunun yol ve yöntemini gösterirler.”

                                 Burada hemen bu öz varlığın derin tabakalarına öncelikle peygamberin bizzat inmesi gerektiğini, bunun için de örneğin Hz. Muhammed’in Hira’da inziva ve tefekküre çekildikten sonra Cebrail’le bir araya gelebildiğini belirtelim. İşte Cebrail, bu derin tabakalardaki anlamı Peygamber’e gösteren bir manasal terkiptir.  Çoğu tasavvuf ekollerinde, melekler manasal terkiplerden başka bir şey olarak düşünülmezler. Manasal terkiplerse, Esma âleminden fiili âleme emirleri taşıyan şuurlu varlıklardır. Esma âleminden efal âlemine geçiş tabakası olarak, meleklerin alemi, melekut alemi yada mana alemi tabirleri kullanılır (Daha geniş bilgi yorumlar için Bölüm 4’ e bakınız).

                                Eflatun’un (Platon) da (Sokrat’tan nakille) dediği gibi; öğrenmenin bir hatırlama olabilmesi için insanın bu dünya hayatından önce var kılınmış ve burada oluşa girdiğinde, geçmişi unutmuş olması gerekir. İslamda, Elest bezminde ruhların Allah’a verdikleri söze inanılır. Ve buna dayanarak,

 

 

 “Kavuşmuş olduğunuz bu gününüzü, unutmuş olmanın karşılığını tadın!. Muhakkak ki, biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınızın karşılığı olarak ebedî azabı tadın!..” (32/14)

gibi ayetlerde, insanın bu derin geçmişini unutuşuna dikkat çekilir. İşte vahy, belki de bir şekilde bu derin geçmişe ve deruni Öz’e eriş halidir. Bu nedenle Peygamber’imizin tabir yerindeyse bizim gibi cahil, unutmuş olduğu bir dönemden yine tabir yerindeyse aydınlanmaya geçişi, Kur’an’da :

“Andolsun sen bundan gaflette idin. İşte senden perdeni kaldırdık. Bugün artık görüşün keskindir.” (50/22),

“Böylece sana, emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitab nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz, kullarımızdan dilediğimizi, O'nunla hidayete ulaştırdığımız bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, doğru yola ulaştıransın.” (42/52),

“Sen'de bu ilim hasıl olduktan sonra, onların hevasına tabi olursan, Allah'tan başka sana ne bir dost ve yardımcı ne de bir koruyucu vardır.” (13/37)

gibi ayetlerle anlatılır. Dikkat edilirse (42/52) ayetinde emrimizden bir ruh vahyettik denerek, vahyin Allah’a yakın bir ruh hali olduğu (ki Cebrail olarak tanımlanır), ve ruh, asıl itibariyle bilinç olarak ele alınırsa, Allah’a yakine ermiş bir bilinçlilik hali olduğu söylenmektedir.

 

( Ya Hu Ve Adem - 9 - başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 15.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.