1 Ya Hu Ve Adem- 2.bölüm Adem Ve Evrim - 7 -
II.2. Hz. Adem ve eşi

 

                        Hemen belirtelim, Hz. Havva’dan bildiğimiz ismiyle değil de Hz. Adem’in eşi diye bahsedeceğiz. Buna sebep Kur’an’da Hz. Havva’nın isminin geçmemesinden dolayıdır. Bunun hikmetine de ilerki sayfalarda yer yer değinmiş olacağız.

                        Konumuz açısından önemi büyük olan cennet ve cehennem kavramlarının kapsamlı bir analizi için; ilk önce diğer kutsal kitaplar gibi Kur’an’da da geçen, Hz. Adem ve eşinin, (yani belkide genel anlamıyla insanlığın), başlangıçta Cennette yaratılması, sonra dünyaya kovulması kıssalarına bakmak gerekir. Bu konuyu irdelememizde genel olarak Elmalılı Hamdi Yazır ve Prof. Dr. Süleyman Ateş’ten yararlanacağız.

 

        II.2.1) Tin suresi:

 

                          “İncire, zeytine (Tin’e ve Zeytun'a), Sina dağına Ve şu emin beldeye and olsun ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık (indirdik, döndürdük, düşürdük, aşağıların en aşağısı kıldık, madde kaydına soktuk).” (95/1-5)

                       

                             Bilinmelidir ki yukarı kavramı maddi alemin derinliğine nüzulu temsil eder. Aşağı kavramı da maddi alemin özünden maddi aleme gelişi simgeler. Yani latif özün algıda maddileşmesi, algılayan için bir iniştir. Bu ayet bu anlamla düşünüldüğünde, Hz. Adem’in bedenen dünyevi olduğunu ancak bilinç itibariyle özsel boyuta yakın olarak yaratıldığı, cennette olmasıyla da bu cenneti bilinç halinin kastedildiği anlaşılır.

 

“Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona "Ol!" dedi ve oluverdi.” (3/59)

 ayetiyle, Hz. Adem’in topraktan yaratılışı, toprağın dünyevi bir maddiliği simgelemesi açısından onun bildiğimiz bedene sahip bir varlık olduğuna işaret eder. Ancak bu bedenli varlık, sonradan ona ol dendiğinde gerçek anlamıyla insan olmuştur. Dikkat edersek ayette, başlangıçtaki bir ol emrinden değil, beden yaratıldıktan sonraki (topraktan yaratılmadan sonraki) ol emrinden bahsedilir. Elmalılı Hamdi Yazır şöyle der: “İnsanın yaradılışı ilk meydana geliş üzerine tertip olunmuş, Ol emri, ikincide verilmiştir.” Yani buradaki Ol emriyle, mevcut bedene, Allah’ın Ruh’unun üflenmesi kastedilir. İçlerinde bir nevi bilinçlilik ve ruh olmasına rağmen, insansıların ruhundaki Allah’a yakini oluşturan bilinç sıçramasını da aynı şekilde yorumlamak gerekir. Hamdi Yazır’a göre, bu ve benzer ayetlerden anlaşılan Allah’ın insana kendi iradesinden, kudret ve sıfatlarından bazı özellikler vereceğidir. Ama insan, bu özelliklerle O’nun adına hükümlerini yürütecektir. Asi olup kendi zatına bir pay çıkardığında Allah’ın cennetinden kovulacaktır.

 

Prof.Dr. Süleyman Ateş, “Ayetlerde Adem’in yeryüzünde yaratıldıktan sonra göğe çıkarıldığından söz edilmemiştir. (Bizim bildiğimiz) vaad edilen cennet ise, kötülüklerden korunan müminlerin gireceği cennettir. Mel’un Şeytan oraya giremez (şeytanın cennete girip Adem ve Havva’yı kandırmasını hatırlayalım).

“Onların önünde altın tepsiler ve kadehler dolaşır. Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı her şey var. Ve siz orada sürekli kalacaksınız” (43/71)

ayetinin bildirdiği üzere, orada gönlün çektiği hiçbir nimet yasaklanmamıştır (yasak ağacın meyvesini hatırlayalım). O cennetin nimetleri kesintisiz ve orada hayat ebedidir (Şeytanın Ademle Havva’yı ebedi hayatla kandırmasını hatırlayalım). (Eğer Adem’in içinde bulunduğu cennet, bildiğimiz ebedi cennet olsaydı) Orada günah işlenmezdi (Adem’le Havva’nın günah işleyip cennetten kovulmasını hatırlayalım). Çünkü Kur’an’da cennet, doğru hareket edenlerin, ne saçmalamaya ne de günaha sokmayan bir kadehten iştahla içecekleri yer olarak nitelendirilmektedir (52/23). Demek ki ebedi cennette günah işlenmez. Halbuki Adem’in bulunduğu cennette günah işlenmiş, Allah’ın emrine karşı gelinmiştir (Kurtubi, 1/302).” diyerek görüşlerimize deliller getirir.                                                              

                          Hamdi Yazır’da Adem’in kovulduğu cennetin yeryüzünde olduğunu kabul edenler olduğunu, çünkü Adem’in yaradılışının yeryüzünde olduğuna dair ittifak olduğunu belirtir. Yaratıldıktan sonra semaya yükselmesinin söylenmediğini, böyle bir şey olsaydı öncelikle Kur’an’da hatırlatılması gerektiğini, ayrıca bu cennetin ebedi cennet (cenned-i huld) olması durumunda Adem’in çıkarılmayacağını ve şeytanın oraya gelemeyeceğini söyler. Ve şunları ekler: “Şu halde cennet, ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki, şimdi mevcut, fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Cennet denince Kur’an dilinde bilinen budur. Adem’in cennette oturması hali, ahiret aleminin meydana gelişine benzer bir ilk oluştur. Ve bize göre bu durum, bir makul alemdir. Yer yüzüyle onun arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna lüzum yoktur. O da aynı feza içindedir. (Sözkonusu Ademi cennet) Adem’in ruhunun bütün kemal kuvvetlerine haiz olarak, maddeye, önceki unsurlara ilk ilgisidir. Muhyiddin-i Arabi’nin deyişine göre, ruhun tabiata ilk verilişidir.” Muhammed İkbal ise şöyle der: “Adem’in cennet’ten inmesi hikayesinin, insanın bu gezegende ilk kez görünmesiyle bir ilgisi yoktur. Bunun gayesi, insanın içgüdüye bağlı istekten, itaat ve isyana kabiliyetli, bilinçli isteğe, irade hürriyetine, yani insan benliğine kavuşmasını anlatmaktır.”

                        Yukarıda verdiğimiz (95/1-5) ayetlerinde anlatıldığı üzere, Allah,  insanı ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli kılmıştır (en güzel biçimde yarattık). İnsan serbest iradesi ile ya bu kabiliyetlerini güzel kullanarak kâmil insan olacak, ya da aksi yönü tutarak şuurlu varlıkların ve canlıların en aşağı mertebesinde yer alacaktır. İnsan-ı Kamil’i*, Hz. Ali’nin söylediği rivayet edilen şu şiirle açıklayabiliriz: İlacın sendedir; yokki bilen/ Derdin senden, nerde gören/ Sanırsın ki sen sade küçük bir cisimsin/ oysa sende dürülmüş en büyük alem.”(3)

                        Vermiş olduğumuz 95. surenin ilk ayetinde, Allah’ın zeytin ve incire yemin ederek surede geçecek olan manaları iletmeye başladığını görürüz. Tevrat’ta da benzer olarak şu ayetler geçer: “Allah Sina Dağından geldi (Hz. Musa’ya vahiynin indiği yer), Sair’de doğdu (Hz. İsa’nın yaşadığı yer), Faran Dağlarından (Mekke) göründü.” (Tesniye: 33/2). İncir ve zeytin ağaçlarının da bol bulunduğu bu yerler, tüm büyük peygamberlerin yetiştiği topraklardır. Bu Tin suresinin başında Allah’ın Tin (incir) ve zeytuna yemin etmesi, Allah’ın bu yerlere yemin ederek peygamberlerin yetiştiği bölgelere ve hatta peygamberlere yemin etmesi ve peygamberliğin önemini vurgulaması içindir, diyen tefsirciler vardır. İbni Abbas (öl.687), bunların mukaddes topraklardaki Tur-i Tina ve Tur-i Zeyta adında iki dağ olduğunu söyler. Alusi (öl.1853), birçok tefsircinin kabul ettiği üzere, “Bunlar, mubarek, şerefli yerlere yemindir.” der. Bu yerlerin dağ, mescid ya da belde ismi olabileceğini ileri sürer. Sahabelerden Said bin Mansur ve İbnü Ebi Hatim, Ebu Habib Haris b. Muhammed, Tin, Tur-i Tina, Zeytun da, Tur-i Zeyta denen, incir ve zeytinin bol yetiştiği dağlardır.” derler. İmam Razi (öl.1064) de, İbni Abbas’tan rivayetle bu görüşlere katılır ve şunları ekler: “Bu yerler, nebilerin yetiştiği yerler olup, gerçekte yeminden maksat, peygamberlere hürmet ve derecelerini göstermek olur. Yani bu yerleri “Çevresini mubarek kıldığımız” (17/1) ayetinin manasınca, mubarek topraklar olarak bilmelidir.”(3) Kur’an’da insanın yaratılıp cennetten kovulmasını anlatan bu ayetlerden önce bu emin beldelere yemin edilişi, ilk insan/insanların ya da ilk peygamber/peygemberin bu bölgelerde ortaya çıktığını düşündürmektedir.

                          Hamdi Yazır’ın yorumlarına paralel olarak diyebiliriz ki, “Gerçekten biz insanı en güzel biçimde yarattık ayetiyle, insan cinsini maddi ve manevi olarak doğrultmanın, kıvama koymanın, biçimlendirmenin en güzeline yarattık denmektedir. Bu, insanın kıvama koymanın en güzel biçimindeyken yaratıldığını, yani insanın yaratılırken ki halini bildirir. Çünkü ayette geçen takvim kelimesi, eğriyi doğrultma, kıvama, nizama koyma, kıymetlendirme manalarına gelir. Ahsen-i takvim ise, büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu, her manasıyla biçimlendirmenin en güzel hali olup, maddi ve manevi her türlü güzelliği kapsar. Belinin doğrultularak biçiminin güzelleştirilmesinden (Homo Sapiens* öncesi insansı türlerin gelişimini düşünelim), kuvvet ve melekelerinin yükseltilmesiyle akıl, irfan ve ahlak güzelliğine ermesine kadar gider. Belinin doğrultulmasını, fiziksel anlamın yanında, yerden göğe yükselmek için bir başlangıç anını simgeliyor olarak da düşünebiliriz. Benzer şekilde Prof. Dr. Süleyman Ateş şöyle der: Diğer canlılar sürünür, dört ayak üzerinde yüz üstü gezerlerken, insan doğrulmuş, yiyecekleri kendi eliyle alacak durumda yaratılmıştır (İnsanın sürekli iki ayak üzerinde yürüyen tek dört ayaklı canlı oluşu, evrimsel açıdan çok önemli bir gelişmedir ve kitabımızın ilerki bölümlerinde üzerinde durulacaktır). Ayette insanın hem bedensel hem de ruhsal yönden en güzel biçimde yaratıldığı anlatılmıştır.” Ebu Hayan (öl.1010), Ahsen-i takvim tabiri için, Nehai, Mücahid ve Kate de, insanın şekil ve duygularının güzelliğidir demişlerdir” der. Ebu b. Tahir (öl.1156), bu tabir için, Bilincin akli idrak ve iyiyi kötüden ayırt etme gücü ile süslenmesi”, sahabeden İkrime de, “Adem’in gençliği ve kuvveti” demiştir.    

                        Güzellik, yüzde değil onu görüp değer biçen gözde, daha da derin manada, gözünün gördüğüne yorum getiren, güzelliği ve aşkı sezen özdedir. Aşık şairlerin dizelerindeki güzellik, maşuğun (aşık olunan) yüzündeki değil, aşığın gönlündeki güzelliktir. Görülen geçici güzellik, bir güzelde ebedi olarak madden kalmayacaktır. Yaşlanma ya da başka etkilerle bozulacak ve  en sonunda toprak olup gidecektir. Ama güzellik kavramı her an ve mekanda gönüllerde Allah’ın Musavvir (yarattığı varlıkları dilediği gibi şekillendiren), Vedud (şefkatli, muhabbetli, sevgi ve dostluk hissini yaratıcı) ve Birr (iyilik ve güzellik sahibi) isimlerinin neticesi olarak tecelli edecektir. Çünkü sürekli bozulup değişen efal alemi*, özünde, bozulma ve değişmeden münezzeh Gerçek varlık olan Allah’ın Zat’ının değişimden uzak esmalarına yani esma yada sıfat alemine* dayanarak varlıktadır. Efal alemi değişse de, özündeki esma aleminin manaları her an değişik şekillerde, başka zaman ve mekanlarda efal alemine tecelli eder. Öyleyse güzellik, duygusuz suretlerde değil, sıfatlarla daha yakın bir ilgi halinde olan duygusal dünyadadır. İşte İnsan-ı Kamil’de, kemal güzellik sahibi Allah’nın sıfatlarını bilip, O’nun ahlakıyla ahlaklanan insana denir ki ayetlerde denen, insanın yaradılıştan bu olgunluğa aday olabilme halinde yaratıldığı yani Halife olarak yaratıldığı gerçeğidir. İnsan ilk doğuşunda İnsan-ı Kamil değildir. Ancak bu yolda ilerleme kabiliyetindedir. Yaradılıştan bu tam olgunluk halinde olamamanın, bunun ancak cüzzi iradeyi hayra yönelterek insanın elde edebileceği bir haldir.  Dünya hayatında insanın hem iyiye hem kötüye meyilli olarak yaratıldığının, bunun sonucunda, dünya hayatının salt cenneti bir hayattan uzak, şer ve kötülüklerle, insanın insana yaptığı zülümlerle doluyor olduğunun görülmesidir. İşte ayette geçen insanın sonra çevirilip aşşağıların aşşağısına atılması, dünya hayatının cennedi değil de cehennemi derununa yönelmesidir. Ki bu yöneliş, Allah’ın zorlamasıyla değil, kişisel seçimle, yani cüzzi iradeyledir. Son tahlilde, her oluş Allah’ın kudretinden ayrı tutulamayacağından, bu yönelimin olumsuz sonuçları, Allah’ın takdiriyle meydana gelir. İnsani kritelerle hayır ve şer denebilecek her insani eyleme yönelim insanın iradesinden, bu eylemin oluşumu ve sonuçları Allah’tan gelir. Tin suresinin hemen sonraki 6. ayetinde,

“Fakat iman edip salih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.” (95/6)

 denerek, derunundaki cennedi ve cehennemi terbiyeye yöneliş bakımından iki kutuplu diyebileceğimiz bu dünyada, hayra yönelişin manevi kurtuluşu ve mutlak güzelliğe yaklaşmayı sağlayacağı belirtilir.

                         Şimdi Adem ve Havva ile ilgili muhtelif ayetlere ağırlıklı olarak Hamdi Yazır ve Süleyman Ateş’ten yararlanarak bakmaya devam edelim:

 

 

( Ya Hu Ve Adem- 2.bölüm Adem Ve Evrim - 7 - başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 1.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.