Konjonktür Osmanlıdan yana estiği süreçlerde yenilgiler Osmanlıda çentik bile açamıyordu. Aksine galiplerini bile Osmanlı karşısında çökertiyordu.  Sözün özü dağılım öncesi çöküşe vesile nedenler de süreçle, süreç içinde oluşmuş durumdurlar. Ama vesile neden temel olmayan bahane sebeptirler.

 

Her zaman olguların önünde vesilelerle, ana nedenler bir arada vardırlar: Gerek İttihatçı Hükümetin bizi savaşa sokması gibi vesile nedenlerle, gerek Avusturya Macaristan veliahdının öldürülüp 1.Dünya Savaşı'nın bu vesilesi nedene bağlanması örnekleri, bu kabil vesilece nedendendirler.

 

Ama tarih bilinci olarak, önümüzü görmek ve güven içinde geleceği plânlar olmamız için de, bu türden bilmezliklerimiz de bizde; tam bir körlük saplantısı yaparlar. Bu tür anlayışlar, iz azdırıcı ve gerçeği saptırıcı söylemdirler de. Örneğin; Kenedi (ABD başkanı da) de; Olof Palme (İsveç başbakanı da) de; tıpkı Avusturya-Macaristan veliahdı gibi suikastla öldürüldüğü halde, bu vesilece nedenler; hiç de savaş nedeni olamamıştırlar. Nedendi dersiniz acaba?

 

Çünkü Dünya konjonktürü ufkunda, böylesi ağırlıkla birikmiş, savaş koparacak denli ana neden henüz ortada yoktu. Bütüncül bilgi, sistematiğini kavrar olamadan bu kabil yetersiz ve yanlış uslamlamalarla yapılan analizler, sağlıklı olamazlar. Bu tür yanlış sanı sal ileri sürüşlerle, öz sel gerçeğin anlaşılması daima ketleştirilir. Bu gibi analizler, araya karşı devrim denen, tutuculuk sürecine değin düşünceleri monte etmekten başka, hiç bir işinize de yaramazlar.

 

Değilse İttihat ve Terakki'nin bu anlamda, haklı olacak, savunulur tarafı elbet olmayabilir. İttihatçıların durumu, sadece o anın okunamayan bilinmezliğiyle, o günün, Dünya konjonktürü karşısında kayıp toprakları elde etmek gibi duygularla heyecansız olamamak ve salimlikle durumun değerlendirilmez oluşunun, ittihatçı hükümeti imlemesi vardır. Ama bu dahi bir vesile nedendir.

 

Osmanlı o günün dünya koşullarını kendine özgü somut iç koşullarıyla yanlış kanılara bezedi. Süreci toprağa değin kaybedişlerin tekrar ele geçirilmesinin fırsatı gibi okumuştur. Yani ittihadı hareket bu bağlamda itibari olan politikalara yönelen öznelce kaybedişlerdir. Konjonktürse diplomasi kayıpları da koşulların hep iyi biçimde değerlendirilememesinden ötürü iç öznel nedenlerle vesile neden, sürece çığlama yaptırmıştırlar.

 

Osmanlı fikir adamı yetiştirmekten çok ümmeti mantıklı, hanedan sevdalı vatan sevgisi olan insan tipine daha ağırlık vermişti. Bu nedenle vesile nedenlilerin tutumları konjonktüre kavranıştı değil de özneldi bağlamda fazlaca fevri ve heyecanlı oluşla maceracı ve fazla hırslı oluşla devam etmenin sonu dramatik olacak süreçleri, amaç yapmanın bir tavrıydı da.

 

Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşına girer oluşlarında ve savaşa girişteki her bir rol üslenişleri içlerinde Osmanlı ittihatçılarının vesile neden olmalarını bir an görmeyelim. Bu kabil hantal ve kendisinin iniş aşağı olmanın kinetik enerjili hızıyla sürüklenen Osmanlı’nın başında Fatih Sultan Mehmet'te olsaydı, hükümetler sadece şu birkaç nedenler yüzünde bile savaşa girecektiler. Ya da Osmanlı’yı gayri ihtiyari de olsa, savaşa sokacaktılar.

 

İttihat ve Terakki'nin savaşçı yaklaşımı olmasa dahi, ittihat ve Terakkiciler savaşa girmenin iradesini hiç göstermeseler bile, Osmanlı bu savaşta olacaktı. İşte, şartlarıyla oluşmuş bu atmosferin iç saltanatçı ve eski itibari günler özlemci ligini duyan içteki ve dıştaki öznel olucu yaklaşımlar süzgeci; bu gibi ittihatçı, heyecanlı yapıları seçip, ortaya koyacaktılar.  Daha açığı Atatürk gibi güncel fikri donanımları olanları eleyeceklerdi. Atatürk’ü güncel nesnel doğal süreçle vatan sevgili öznel iç öz hareketli süreç seçecekti.

 

Bir örnek verelim. Savaşın ana akım tarafı olan Alman öznelce seçimi; savaşa karşı olan Mustafa Kemal’i değil de, bu alanda heyecanlı olan Enver Paşa’yı seçecekti. Gazi, Alman emperyalizminin bu öznelce seçilim şartlarına denk düşmeyecekti!

 

Ve savaş dış şartları gidişine uygun iç öznellikler, seçme eleme kriteri ilen ortaya çıkartılacaktılar. Ortaya çıkan bu vesile kişiler, adeta sürecin içinde sürüklenecektiler. Her sürüklenmeyi kendi iradeleri oluşun bir meşakkati gibi görecektiler.

 

Aslında bu durumdaki yapı, öznel etkilerin güncelleyişleri ile zamanında dönüşemeyen ve dönüşemez olan inovasyon yapamayan bu yapının tarihsel benzerlik dağılımı da ittihatçılar gibi vesilesiler elinde dağılmasının gerekliliği olan amacına da pek uygundurlar!

 

Dağılmakta olan yapı Mustafa Kemali seçemezdi. Zaten Mustafa Kemal’de bu gidişe cevap olaraktan da kendilik ortaya çıkamazdı. Dağılan yapı böyle bir diyalektiği değil, parçalanmanın diyalektiği eğilimli olanları seçecektir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in hareketleri dağılan yapıya göre saçma ve fevri oluşla kalmak zorundaydı. Ama Kurtuluş Savaşı arifesinde de Mustafa Kemal bu şartlara büyük oranda uygun düşecekti.

 

Mustafa Kemal bu savaşıma, görevden ayrılmış olmakla yetkili konum olarak değil; aydın ve kavrayıştı fikir oluşla sürece çok uygundu. Kadrosu olacak değerler de, kurtuluştu şartlara konum olaraktan ortalamanın üstünde bir beceri itibarıyla uygundular. Karabekir’in deyimiyle; “kadrodakiler olmasa da Mustafa Kemal başka kadrolarla süreci götürürdü. Ama Mustafa Kemal Paşa olmasaydı, bu süreç başarılamazdı (biz başaramazdık diyordu)”. Bu işin içinde olarak, çok doğru bir nesnelce tespitti.

 

Bir süreçte kolektifin bilinci oluşla, kadro hareketi olmak zorundadır. Bir süreç te, mutlak bir kadro hareketinin olması başka şeydir. Bu kadro hareketi içinde İstiklal Savaşı içindeki kadroların olmaması başkadır. Yani bu kadro içinde illa bu yiğit kişilerin olması gerekmiyordu.

 

Ama başta Bir Gazi olması gerekiyordu. Kadro işgali ve işgalde kurtulmayı ön gören bir amaç düzeyiydi. Oysa gazi top yekûn Kurtuluş savaşını görüp projeler üretip sevk idaresini yapan işlem gücüydü.

 

Gelişmiş ülkeler karşısında ve uygarlığa lokomotif olan gelişmiş ülkeler bağlamında; gelişmemiş olan bir ülkenin yetenekli yöneticileri ancak vizyon gösterebilirler. Aklıyla, fikriyle, çağdaş uygarlık düzeyine uygun eylem sellikleriyle gösterilecek bu vizyon; çağdaş uygarlık düzeyidir.

 

Atatürk, şümullü fikir arkadaşları olmayışın tam bir yalnızlığı içinde vizyoncu liderdi. Bu vizyon şartları içinde olan padişahtan, hükümetten vs. hiç birisi bu vizyonu, gösterememişti. Göstermeyi de pek akıl dahi etmemiştiler. Ha keza Atatürk’ün silah arkadaşları da öyleydi. Salt sosyal davranışlı insanların başına, türban taktırmakla ya da sosyal davranışlı insanın başından türbanı çıkartmakla, ne çağdaş uygarlıktı vizyon sahibiyetliği olunurdu, ne de devlet adamlığı olunurdu.

 

Sevgili Gazi’nin kadrocu silah arkadaşları, demokratik unsurun gereği olan siyasi parti çalışmaları kapsamında oluşla,  çağdaş vizyonu saptayan argümanlarla, genç devrimi daha ileri götürmeyi ve bunların sürdürülebilirliğini inşa eden proje geliştireceklerine; hemen dinli imanlı şeriattı yaklaşımları öngören söylemler içine girerek geri düzlemli kutuplaşma içinde, devrim fikrini ve şevkini gerdiler.

 

Böylece fikir arkadaşı olamayıp, kadrocu silah arkadaşları olan sevgili değerler; ne kadarla çağdaş uygarlık düzeyi içinde oluşlarının, vizyon sahibe etliğini gösteriyorlardı. 1400 yıllık süreç, kesikli sürekli süreç olmayıp mükemmel bir süreç olsaydı, zaten değişip dönüşmezdi. Bu kadar yalınlığı bile idrakten acziyetlik, büyük bir fikri zaaftı. Ülke adına, temsilcilik adına, üstlenilen devrimci misyon ruhu adına zaaftı.

 

Zaten kadro içindekiler, manda tartışması içindeydiler. Sürece fikren ve eylemsel oluşla böylesi genel kongrece yapılanmaları içine sokamamışlardı. Eğilimleri olsa da kuram ve eylem sellikleri de yoktu.

 

Sevgili Gazi’nin başlattığı bu süreci yavaş bulup itiraz eden bile vardı! Bu tarz düşünmeyi yapanlar; neyi, nasıl yapacaklarını ve neyi nerede başlatacağını düşünüp te karar verememiş olanlardı. Tez canlılıkla davransalar da fikren ağızlarını açamaz durumdaydılar. Herkesin gördüğünü, herkesler hakkıyla kavrayabilmiş değildi. Herkesin gördüğünü Arşimet gibi Mustafa Kemal kavramıştı.

( Kurtuluşun Felsefesi 002 başlıklı yazı Bayram KAYA tarafından 12.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.